Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Çocuk kitapları illüstratörü ve ressam Nicoletta Ceccoli, alışılmadık, tuhaf şeylere bayılıyor. Tabii ürkütmeye de... Nevi şahsına münhasır rengârenk resimlerinde, çocukluk çağına, masumiyete atfettiğimiz sembolleri kullanıyor ve akıldan kolay çıkmayan kâbuslar yaratıyor. “Dönüşüm resimleri” adını verdiği eserlerinde, çocuklukla yetişkinlik arasındaki o çok ince çizgide “kalakalmış” karakterler var. Onlara baktığınızda, hem büyüleniyorsunuz hem de en derin korkularınızın uyandığını hissediyorsunuz...

        TASARIM

        Nicoletta Ceccoli, 1973’te İtalya’nın Urbino şehrinde doğmuş. Güzel sanatlar okulunda resim ve animasyon eğitimi aldıktan sonra uzun yıllar reklam ajanslarında çalışmış. 1995’teyse bu tarz bir profesyonel hayatı terk ederek çocuk kitapları resimlemeye başlamış. 30 kadar kitabı, sayısız ödülü var. (2006’da Amerikan İllüstratörler Derneği onu yılın çizeri seçmiş.) En önemli özelliğiyse hiç fotoğraf çektirmemesi. Yani karşımızda ikinci Elena Ferrante vakası var... (Bu arada merak ediyorum, son dönemin esrarengiz ve gerçek kimliği bilinmeyen sanatçıları neden en çok İtalya’dan çıkıyor acaba?) Her neyse, nadir verdiği röportajlarından birine bakarak Ceccoli’yi biraz daha yakından tanımaya ne dersiniz?

        Hikâyenizi dinleyebilir miyiz?

        San Marino’da, Titano Dağı’nın tepesinde küçük bir kasabada büyüdüm. Ortaçağ’dan kalma binaların arasında yer alan çok güzel bir yerdi. Sanırım resimlerimdeki atmosferi biraz da oraya borçluyum. Çocukluğum, babamın çalışma odasında çizim yaparak ve oyuncaklar icat ederek geçti. Annem ilkokul öğretmeniydi, çocuk kitaplarına düşkünlüğüm onun sayesindedir. Çocukluk, insanın sihirli bir biçimde neşeli ve özgür olabildiği tek dönem. Büyüdüğümüzde, bu özgürlüğü kaybediyoruz. Hayallerimiz olmasa, sıkıcı, dayanılmaz dünyamıza mahkûm yaşayacağız.

        Şimdi nerede yaşıyorsunuz?

        Hâlâ San Marino’da. Deniz kıyısında, ormanlık bir yerde. Üretirken doğayla iç içe olmam gerek. Zamanımın çoğunu tek başıma geçiriyorum. Mesela herhangi bir sanatçı topluluğunun parçası değilim, aslında hiçbir topluluğun parçası değilim. Münzevinin tekiyim. Hayran olduğum, ilham verici işler yaptıklarını düşündüğüm ressamlar, çizerler elbette var. Bazılarıyla ara sıra buluşuyor, fikir alışverişinde bulunuyoruz.

        Urbino Sanat Okulu’ndan birincilikle mezun olmuşsunuz. O yıllar sanatınızı nasıl etkiledi?

        Urbino beni elbette çok etkiledi. Gittiniz mi bilmiyorum; zamansız binalarla dolu bir açık hava müzesi gibidir. Çocuklar için yaptığım illüstrasyonlarda bile İtalyan Rönesansı’nın büyük sanatçılarından ilham aldığımı söyleyebilirim. Ben bu sanatçıların eserleriyle nefes alıyorum. Animasyon filme kafa yorduğum yıllar bana çizgilerle öykü anlatmayı öğretti. Hayatımı 20 yıl boyunca reklam ajansları için çizim yaparak kazandım ama bir noktada bunu artık bırakıp resme yönelmem gerekiyordu. n Bir fikri nasıl resme dönüştürürsünüz? Kaba bir taslak oluşturuyor, ardından kütüphaneme dalıp bana ilham verecek şiirler, romanlar, fotoğraflar arıyorum. Bazen, özel bir poza, duruşa ihtiyacım oluyor. Bu durumda kendi fotoğrafımı çekiyor ve onunla ilerliyorum. Ama derdim, realistik olmak değil. Üzerinde çalıştığım illüstrasyon modern bir dokunuş gerektiriyorsa, dijital çalışıyorum. Klasik bir üslubu tercih ettiğimdeyse, kâğıt veya kanvas üzerine akrilik kullanıyorum.

        Resimlerinizde yapmak istediklerinizi nasıl anlatırsınız?

        Yaradılışım gereği öykü seviyorum. Kendi hayatımdan başka hayatlar da olduğunu görmek hoşuma gidiyor, bu yüzden çok kitap okuyor, çok film izliyorum. Müzeler ve galeriler de vazgeçilmezlerimden. Anlatacak bir öyküm yoksa, resim de yapamıyorum. Öyküyü renklerin ve çizgilerin arasına gizliyorum. Amacım, bakanın resimle ilişkiye geçmesi ve kendi öyküsünü oluşturması. Bir sanat yapıtını değerlendirmenin tek yolu vardır: Karşısına geçip kendinize sorular sormak. Anlayacağınız, resmime bakıp zihnimdeki öyküyü keşfetmeniz umurumda değil; onu size iki cümleyle anlatabilirdim. Daha zahmetsiz olurdu ama ben, hayal gücünüzün harekete geçmesini arzu ediyorum.

        ‘Çizdiğim küçük kızların hepsi Alice’in versiyonları’

        İlham kaynaklarınız neler?

        Peri masalları, mitoloji... İki farklı âleme ait varlıkların birleşip bambaşka, melez bir varlığa dönüşmesini anlatan kadim efsaneler... Edebiyat. En sevdiğim yazar, Kurt Vonnegut. Onun ironik üslubuna bayılıyorum. Bana hayatı çok da ciddiye almamam gerektiğini fısıldıyor. Bir de The Cure topluluğunun ilk dönem yaptığı karanlık ve melankolik şarkıları çok seviyorum. Onların “Girls Don’t Cry” şarkısına bir resim yapmıştım. Soğan keserken ağlayan bir kız resmi... Komik aslında, gülmeye ne kadar ihtiyacımız olduğunu hatırlatıyor.

        Lewis Carroll’in Alice romanlarından çok etkilendiğiniz ortada...

        Çizdiğim küçük kızların hepsi Alice’in versiyonları aslında. Kimliklerini rüyalarda bulmaya çalışan, bedenleriyle ruhları uyumsuz varlıklar hepsi. Bir büyüyüp bir küçülen Alice gibi onlar da sürekli metamorfoz halindeler.

        Başından beri hep bu tarzda mı ürün verdiniz? Bugün sıkça kullandığım bazı simgeler, ilk resimlerimde de vardı, sadece daha amatörceydiler. Deneyim kazandıkça, yolumu daha kolay bulmaya başladım. Resimlerimde fazlasıyla dişi bir ton, bir tatlılık olduğunu söylerseniz bunu kabul edebilirim ama yüzeyin altı karanlıktır. Bazı modern ressamların aksine duygusal ve naif görünmek beni ürkütmez ama tutucu kafaların uzak durduğu türden bir rahatsız edicilikten de katiyen kaçınmam. Çocukluğumuzun peri masalları da aslında birer karabasan değil miydi? Ama şuna kimse itiraz etmesin: Benim “hilkat garibelerim” hep çok güzeldir.

        Hilkat garibeleri?

        Yalnız, garip ve kederli ruhları hep sevdim; kimseye benzemediği için yalnız bırakılmış o ruhlar bende her zaman şefkat uyandırdı. Çizdiğim karakterler bir bakıma benim alter ego’larım. Hayatım boyunca vücudumdan duyduğum memnuniyetsizlikle mücadele ettim. Ergenlik çağındayken, ben de kendimi bir hilkat garibesi gibi hissediyordum. Yapayalnızdım, evhamlarımdan başka bir şeyim yoktu. Zamanla toplumun ötelediği, içine almamayı tercih ettiği kişileri daha çok sevdiğimi fark ettim. “Normal” sözcüğü beni bir parça korkuttu. Tod Browning’in ünlü filmi “Freaks”i hatırlayın; orada insanın zulmü öyle muazzam boyutlara ulaşır ki sonunda “öteki” diyerek dışladıklarının ahlakını ve iyiliğini taşımayan bir canavar haline gelir.

        ‘Sanat simyayı andırır’

        Sevdiğiniz ressamlar kimler?

        Remedios Varo, Leonora Carrington, Leonor Fini, Alberto Savinio, Mark Ryden, Stasys Eidrigevicious, Edward Gorey, Paolo Uccello, Giorgio de Chirico, Salvador Dali, Jan Swankmajer...

        En hayran olduğunuz bir sanat eserini seçmenizi istesek, bu hangisi olurdu?

        Sanat en mahrem korkularımızı dirilten sihirli bir süreçtir, simyayı andırır. Ben, 20. yüzyılın başlarında doğan Arjantinli ressam Leonor Fini’nin sihirli ve fantastik “La Bout du Monde” tablosunu seçerdim. Fini, bakanı baştan çıkaran, hipnotize eden kadınlar çiziyordu. O kadınlar hem büyücü hem de rahibeydiler. İnsanüstü güçleri vardı, ruhsallıkları baskındı. Şaşırtıcı biçimde özgür ve yaratıcıydılar. “La Bout du Monde”, gizemli atmosferiyle her bakışta nefesimi kesiyor; mitolojik bir rüya sanki.

        ÇOCUK

        Çok ödüllü Fransız yazar Jo Hoestlandt, son romanında, çocuksu duyguların, kuşların, yaprak hışırtılarının dilinden konuşuyor. Ölüm gibi bir konuyu bile şiirsel üslubu ve incelikli gözlem gücü sayesinde, çocukların duygu dünyalarını zedelemeyecek zarafette işleyen yazar, umudu elden bırakmıyor. Hikâye şu: Louis’nin yaşamı, cambaz ayaklıklarının tepesinde, gökyüzüne yakın ilerlemekteydi. Hayran olduğu babasıyla her sabah koyunları otlatmaya giderlerdi. Bir anda öyle şeyler oldu ki annesiyle büyük kente taşınmak zorunda kaldılar. Louis, kent yaşamına ayak uydurabilecek, kendini yeniden gökyüzüne yakın hissedebilecek miydi?

        GENÇLİK

        Fransa’nın büyük yayımcılarından Gallimard Jeunesse’nin öncülüğünde RTL Televizyonu ve Télérama Dergisi, herkesin katılabileceği bir yarışma organize etti. Bin 362 eser arasından sadece bir tanesi ödüle layık bulundu. İşte bu, o kitap. Anima’da ailesiyle yaşayan, özellikle büyük amcasıyla sıkça vakit geçiren Ophélie, yetenekli, içine kapanık ve tuhaf bir kızdır. Dokunduğu eşyaların geçmişini okuyup aynalardan geçerek seyahat edebilir. Ailesinin zorlandığı protokol evliliğine karşı çıkmaz, Thorn’la evlenmeyi kabul eder. Ophélie’nin bu huysuz adamla atılacağı macera da beklenmedik bir geleceğe gebedir.

        Diğer Yazılar