Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İlber Ortaylı’yı sever misiniz bilmiyorum ama onun kendine özgülüğünü, enteresanlığını ve bilgisini inkâr edecek değilsiniz herhalde. İşte yayın hayatına yeni başlayan Kronik Kitap, Ortaylı’nın iki kitabıyla okurlara “Merhaba” diyor. Tavsiye ederim, tarihçi ve “seyyah” İlber Ortaylı’yı tanımaktan kârlı çıkacaksınız.

        Bunu ben de yaşadım!

        Norveçli Karl Ove Knausgaard, en ince ayrıntıyı bile atlamadan kendini anlatıyor ve böylelikle ruhunu parçalara ayırarak önümüze servis ediyor. Amerikalı Margaret Atwood ise adeta günümüzü hatırlatan bir distopyayla bizi içimizde uyuyan canavarla yüzleştiriyor. “Karanlıkta Dans” ve “Damızlık Kızın Öyküsü”, “Bunu ben de yaşadım” hissi uyandırarak sarsan kitaplardan.

        ÇEVRE

        Beethoven’ın 2. Senfoni’sine ilham veren kuş hangisi? Peki ya kuş- lar âleminin en fedakâr babası? Elimizdeki kitapta, kuşlarla ilgili sorulara cevap arıyor, edebiyat, bilim, din, sanat ve popüler kültür alanlarına dalıyorsunuz. Mesela hem tanrı gibi tapılan hem de şeytan gibi taşlanan kuş türleri bulunduğunu, bunlardan bazılarının bilim alanında ilerlemelere sebep olurken bazılarınınsa insanlar arasında savaşlara yol açtığını öğreniyorsunuz. David Turner aslında bir ekonomi gazetecisi. Thames Nehri kıyısındaki ofisinde de, Japonya’ya taşındıktan sonra yaşadığı evde de kuşları gözlemlemiş. Unutmadan; kitapta yazarın yönetmen James Cameron ve müzisyen Paul McCartney gibi ünlülerle anı- ları da yer alıyor.

        FELSEFE

        Bir süre önce kaybettiğimiz Zygmunt Bauman’a giriş niteliğinde diyebileceğim bir kitap. Bauman burada bizi sosyoloji ve edebiyatın devleri, çağın entelektüelleriyle buluşturuyor. Nazi zulmüyle yüzleşiyor, günümüze atlayıp modernliği dekonstrüksiyon masaya yatırıyor, “öteki” kavramı üzerinden yeni bir ahlak öğretisi geliştiriyor. Onunla Gramsci, Borges, Marx, Calvino ve Levinas’a misafir oluyor, antisemitizm kavramının yanına “öteki korkusu”nun türü olan allosemitizmi yerleştiriyor ve içimizdeki çirkin zalimi fark ediyoruz. Modernlik ve postmodernlikle hesaplaşmamıza vesile olan Bauman, ölümünden sonra da hayatı sorgulatmaya devam ediyor.

        ROMAN

        Aklınızın bir köşesinde bulunsun; bir kitabın kapağında yazarının fotoğrafı ya da resmi varsa, o kitap şu üç tür insandan birine aittir: 1) “Celebrity” kategorisinden birine, mesela bir oyuncuya, işadamına, müzisyene... Yahut da örneğe lüzum yok ama yazar olarak elde ettiği şöhretten çok daha fazlasını arzulayan bir şöhret sevdalısına. 2) Ölmüş ve her geçen yıl önemi artan bir edebiyatçıya. Kafka diyeyim, Marquez diyeyim, Sabahattin Ali diyeyim anlayın. 3) Doğrudan kendi hayatını yazan birine. Yazar olsun, olmasın fark etmez.

        Lafı Karl Ove Knausgaard’a getireceğim. “Kavgam” başlığı altında topladığı 5 bin sayfalık dev romanında hayatını en mahrem anları bile gizlemeden anlatan, bunu yaparken de gerekirse çevresinde ona yakın uzak kim varsa “harcamaktan” çekinmeyen Knausgaard’ın kitaplarının kapaklarında yazarın portresi bulunuyor. Serinin bizde yayınlanan dördüncü kitabı “Karanlıkta Dans” da dahil. Açıkçası Monokl Yayınları’nın kapak seçimine itiraz etmeyeceğim. Dördüncü cildi henüz okumadım ama önceki üç tanesini ne kadar sevdiğimi hatta yazarıyla röportajımda bunu ona da söylediğimi hatırlayacaksınız. “Selfie çağının başyapıtı” denen “Kavgam”ın bu yeni parçasını da seveceğimi hissediyorum. Biraz ön bilgi vereyim: Kitap, “Biri Bizi Gözetliyor”un edebi bir versiyonu gibi. Tabii ekipte Knausgaard’dan başkası yok; yazar, yönetmen, yapımcı ve katılımcı hep kendisi. Her şeyi Tarkovski filmlerindeki ağır ve hayatla eşzamanlı ilerleyen bir üslupla anlatıyor ama okuru bir an bile sıkmamayı başarıyor. Bir eleştirmenin yorumu şöyle: “Her gece ‘Geç oldu, artık uyumalıyım’ dedim. Ve her defasında ‘yalnızca bir saat daha’ diyerek sabahlara kadar okumaya devam ederken buldum kendimi. Kahraman ister soğan kavursun, ister küvette son bulan bir içki âlemine dalsın, fark etmiyor; bu kitap sizde bağımlılık yapıyor.” İşin en güzel yanıysa şu: Kapakta yazarın fotoğrafı var, üstelik içeride tamamen ve sırf kendini anlatıyor. Ama işte nasıl oluyorsa oluyor, okurken içinizi tuhaf bir “deja vu” hissi kaplıyor. “Bunu ben de yaşamamış mıydım?” diye soruyorsunuz kendi kendinize. Knausgaard bu yüzden daha şimdiden en büyükler arasında. (Karanlıkta Dans, Karl Ove Knausgaard, Monokl Yayınları)

        DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ

        Bu hafta seçtiğim ikinci roman, Margaret Atwood imzalı “Damızlık Kızın Öyküsü”. Türkçesini uzun zamandır beklediğim kitabında Atwood, kadınların erkeklerin altında bir kast sistemine göre sınıflandırıldığı ve doğurmanın her şeyden değerli görüldüğü totaliter ve teokratik bir sistemi anlatıyor. Konu şöyle: ABD’nin günbegün itibar kaybetmesine bir son vermek amacıyla askerler başkanı öldürür ama bunu bir terörist saldırı gibi göstererek suçu Müslümanlara atarlar. Bu da, ilk hedefleri “düzeni yeniden inşa etmek” olan Jacob’ın Oğulları hareketini başlatan adım olur. Oğulların yaptığı ilk iş, ülkedeki tüm kadınların banka hesaplarını dondurarak haklarını ellerinden almak olur. Yeni askeri diktatörlük, toplumu teokratik, ırkçı ve şovenist bir şekilde yönetmeye başlar. Kadınlardan oluşan kastın en tepesinde doğuramayan evli kadınlar, en aşağısında da otellerde erkeklere zevk vermek için çalışan fahişeler vardır. Aradaki sınıflar da Kız Evlatlar (evlat edinilmiş kızlar), Martha’lar (ev işleriyle ilgili yetenekleri sayesinde kolonilere gönderilmekten yırtan bekâr, kısır, orta yaşlı kadınlar) ve Teyzeler’den (Damızlık’ları eğitmek için kullanılan özerk grup) oluşur. Bir de hayattaki tüm amaçları daha üst sınıflar için çocuk doğurmak olan Damızlık’lar, anlatıcı Offred’in deyişiyle, “iki bacaklı rahimler” vardır. Onlar sevemez, âşık olamaz, belirlenmiş bir dilin dışındaki kelimeleri telaffuz edemezler, buna izin verilmez. Bu dünyada tek gerçek savaş ve üremedir; özgürlük yoktur.

        Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü, güvende olmak adına özgürlüğümüzün ne kadarından vazgeçmeye gönüllü olduğumuzu sorgulayan ve feminist distopyanın iyi örnekleri arasında sayılan bir roman. Bütün distopyalar gibi bu dünyaya ayna tuttuğunu söylememe herhalde gerek yok. Okunmalı.

        Diğer Yazılar