Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dağların gerisinde kalmış uzak bir köy... Ve yolları bu ücra köyde kesişen iki genç adam: Mirza Emir ile Yusuf... Ama hayattaki seçimleri açısından gece ve gündüz kadar farklılar. Biri hırsın peşinde, diğeri gerçekten vazgeçmiyor. Ve zamanla çevrelerindeki başkalarını da etkisi altına alan bir olaylar silsilesi başlıyor, Mirza Emir’in hırsının sonuçları bir çığ gibi büyüyerek köyü felakete sürüklüyor.

        Girişte anlattığım hikâye Üstün Dökmen’in Doğan Kitap etiketli kitabı “Mektup”tan... Dökmen’i geçen hafta bir vesileyle yakalamışken ona yeni romanını sormak istedim. Ve anladım ki kişisel gelişimci olarak susmak bilmeyen bu adam iş romanını anlatmaya gelince konuşmaktan hazzetmiyor. Bir bakıma, “Beni konuşturmayın, romanımı okuyun” görüşünde. Zaten “Kişisel gelişimci olmak benim için geçmişte kaldı. Artık roman yazmayı daha çok önemsiyor ve seviyorum” diyor. İşte anlattıkları...

        Mirza Emir bir sınava giriyor ama kazanamıyor ve bunun “satır aralarında” başka şeyler de okuyor: “Sen adam olamazsın, aslında hiçbir şey olamazsın”... Sınav kazanmak insanı adam yapmaz halbuki, neden böyle oluyor?

        Kitabın kapağında da söyledim; bir mektupta ne yazdığı değil, okuyanın ne anladığı önemlidir. Ve gerçeğin ne olduğundan da mühimi insanların ondan ne anladığıdır. Mirza Emir sınav sonucunu niçin böyle algıladı? Romanın yazarıyım ama cevabı ben de bilmiyorum. Bunu öğrenmemiz için bir psikoloğun Mirza ile uzun uzun konuşması ve yazması gerek.

        Mirza Emir’in öğretmen olduğu köyde “bilge” diye anılan ve her söylediğine inanılan biri var. Gerçekte de böyle her söylediğine körü körüne inanılan “yalancı bilgeler” yok mu?

        Söylediği her şeye sorgusuz sualsiz inanılan kişiler her zaman, her yerde olmuştur. İnsanlar iki temel sebepten ötürü sorgulamazlar: 1) Sorgulamak korkutucudur, otoriteye meydan okumayı, çatışmayı gerektirir.

        2) Daha da önemlisi, neyi nasıl sorgulayacaklarını öğrenmemişlerdir.

        Kitapta Mirza Emir’in hırsını ve köylüleri nasıl kandırdığını bir tek Yusuf görüyor. Ama mitolojideki Kassandra misali kimseyi inandıramıyor ve olaylar karanlık bir boyut kazanıyor. İnsanların saplantılı düşüncelerini değiştirmek neden zor?

        Galiba önyargılar genelde fiziksel gerçeğin üzerini örtüyor. İnsanlar genel olarak gördüklerini değil, inandıklarını algılarlar. Fakat şunu belirtmekte yarar var; sonuçta bu romanı ben bir psikolog olarak değil romancı olarak yazdım. Bazı sorulara cevap vermek istemem, aksi takdirde romanı okumanıza gerek kalmaz. Size gerçek bir hikâye anlatayım: Beethoven piyanoda bir bestesini seslendirir. Dinleyicilerinden biri sorar: “Üstat, bu eserinizde neyi anlatmak istediniz?” Bunun üzerine besteci yeniden piyanosunun başına geçer ve aynı parçayı tekrar çalar. Roman için de böyledir.

        Yazar olarak siz de sürekli araya giriyor ve hikâyenin yakın tanığıymış gibi yorumlarda bulunuyor, Yusuf’un yapamadığını yaparak okuru uyarıyorsunuz.

        Bu bir üslup meselesidir. “Üslubun niye böyle?” sorusuna da cevap verilemez. “Hikâyenin yakın tanığıymış gibi” ayrıntısına gelince; her yazar, hikâyesinin yakın tanığıdır.

        Son olarak şunu sorayım: Size göre ehlileştirilebilir bir yanı olmaz mı hırsın, iyiliğe yarayamaz mı?

        Hırs her zaman kötü olmayabilir ama madem “Mektup”tan konuşuyoruz, hırs bu romanda insanlara zarar verdi.

        ‘Kişisel gelişim benim için geçmişte kaldı’

        Sizin de yakın durduğunuz kişisel gelişim sektörünü eleştirmenizi istesem... Hayatta olduğu gibi orada da sayısız “bilge” yok mu? Bu yalancı yol göstericilerle, bana göre “fareli köyün kavalcılarıyla” nasıl mücadele edilebilir?

        Bakın, kişisel gelişimcilerin hepsi hatalı değildir. “Küçük Şeyler” adlı kitaplarımda kişisel gelişimi yeterince değerlendirdim, artıeksi yönleriyle eleştirdim. Kişisel gelişim, pozitif psikolojinin önemli alanlarından birisidir. Biz psikologlar kişisel gelişim alanında faaliyet gösteren güvenilir kişileri değil, psikolojiyle alakası olmadığı halde “yaşam koçluğu”, “NLP danışmanlığı” adı altında rol yapanları eleştiririz. Kişisel gelişime bunları ayırt ederek bakmak gerekir. Yine de açıkçası kişisel gelişimci olmak benim için geçmişte kaldı. Artık roman yazmayı daha çok önemsiyor ve seviyorum.

        Yemeğin birleştirici gücü

        Trabzon’da bir günümü hayatlarının bir döneminde ülkelerini terk etmek zorunda kalan ve sonunda kendilerini Türkiye’de bulan Gürcü, Azeri, Afgan, Rus, İranlı, Özbek, Suriyeli ve Iraklı 12 kadınla geçirdim, hikâyelerini dinledim; dilini, kültürünü bilmedikleri bir ülkede ayakta kalmak adına buldukları yola hayran kaldım. Sabancı Vakfı’nın Toplumsal Gelişme Hibe Programı kapsamında desteklediği Yerelde Sivil Toplumun Desteklenmesi Projesi (NAR) kapsamında başlayan “El Ele Verdik, Dünyaya Lezzet Kattık” projesini yaratıcılarından dinleyelim...

        Femin&Art Derneği Başkanı Şükran Üst, “Kadınlar arasında kurulacak bağlar önemli” diyor. “Trabzon’daki sığınmacılar, göçmenler çoğunlukla kadın ve çocuklardan oluşuyor. Büyük sıkıntı yaşıyorlar, dil bilmemeleri bir sorun. Ekonomik açıdan da hayatlarının kolay olduğu söylenemez. İş bulamadıkları gibi dil bilmedikleri için toplumsal hayata da katılamıyorlar. İşin kötüsü, aslında Trabzon halkının da onlardan pek haberi yok. Projeye her şeyden önce bu kadınların bir an önce şehir hayatına dâhil olabilmeleri adına başladık. İlk adım olarak da yemek kültürlerini buluşturmaya karar verdik.”

        ‘KARŞILIKLI BİR ALIŞVERİŞ SÖZ KONUSUYDU’

        “Trabzonlular da bu sayede dünya lezzetleriyle tanıştı” diyen proje koordinatörü Şükran Nalbant ise şunları anlatıyor: “12 göçmen kadının kendi ülkelerinin yemeklerini yapmaları bize iyi bir tanışma yolu gibi geldi. Yemeğin, farklı kültürlerden insanların birbirleriyle kaynaşmaları adına en etkili yol olduğunu hissediyorduk. Böylece hem her gün evlerinin mutfağında pişirdikleri yemekleri başkaları için yapacak, hem de ürettikleri şeyleri satarak yeteneklerini paraya dönüştürebileceklerdi. Şehirde kurulan 5 stantta tanıtım ve satış olanağı sağlandı. Trabzonluların da dünya lezzetleriyle tanıştığındüşünürsek, karşılıklı bir alışveriş söz konusuydu. Gördüğünüz gibi, göçmenlerin pek azı Türkçe’yi akıcı bir şekilde konuşabiliyor ama önemi yok, çünkü yemek kültürü birbirimizi anlamamızı kolaylaştırıyor.”

        POLLYANNA’CILIK OYUNU

        Trabzon Kadın Eğitim ve İstihdamı Artırma Derneği’nin yine Sabancı Vakfı desteğiyle başlattığı “Kavanozdaki Hayatlar” projesi ise apayrı bir proje. Doğdukları toprakları, evlerini, hayallerini bırakarak bambaşka bir memlekette hayata tutunma mücadelesi veren göçmen kadınların uyum sürecini hızlandırmak adına başlatılan projeyi bir nevi “Pollyanna’cılık oyunu” sayabilirsiniz. Bu kapsamda göçmen kadınlar, bir yandan çeşitli konularda uzmanlardan ders alıyor, bir yandan da gün içerisinde yaşadıkları güzel şeyleri yahut kendileriyle gurur duymalarını sağlayacak küçük başarılarını, mesela yaptıkları iyilikleri not kâğıtlarına yazarak kendi isimlerini taşıyan kavanozlara atıyorlar. Belirli aralıklarla da bunları okuyorlar... Derslerden biri Trabzon’un geleneksel gümüş örücülüğü sanatı olarak tarif edebileceğim kazaziye üzerine. Sabırla, göz nuruyla takılar üretiyor ve yeni bir meslek ediniyorlar.

        İKİ TAVSİYE

        Bana Marguerite Duras’tan daha iyi gelen bir yazar yok şu sıralar, umarım sizde de aynı etkiyi yapar.

        Dante Kulübü Matthew Pearl Pegasus Yayınları

        Sevgili Marguerite Duras Sel Yayıncılık

        Diğer Yazılar