Oğuzhan Beyaz: "Okuyucularımız aynı zamanda muhabirimiz"
Gülin Yıldırımkaya: Sizin için başlıkların efendisi diyorlar.
hakkını teslim etmeliyim... Belki yarısından fazlası onlardan çıkıyor.
Burada arkadaşların kafasını ona yönlendirebilmek, teşvik edebilmek önemli.
O yolu açan şey şu ki; ben eğlenerek çalışmayı severim. Çalışırken güleriz,
eğleniriz. Tabii ki işimizin ve kurumun disiplinine sıkı sıkıya uyarak.
Başlıklar üzerine herkesle konuşurum. Hiçbir zaman aklıma şu başlık geldi
attım, bitti olmaz. Üzerine konuşuruz, tartışırız. Daha iyi şeyler çıkar.
Daha iyi bir kelime eklenebilir başına, sonuna, ortasına. Aslında bir ekip
çalışması. İdarecilik böyle bir şey, mesai arkadaşlarınızı ne yöne teşvik
ederseniz o yönde gider. Farklı bir iş yapsaydık, örneğin politika sayfaları yapsaydık ona uygun şeyler yapardık. Ama başlık benim için çok önemli. Gazeteciliğe başladığımdan beri başlık konusunda bir takıntım var. Bizim ilk öğrendiğimiz kurallardan birisi şuydu; başlık vitrindir.
bağlamak da tiraj almaktır. Okuyucuyu şaşırtmak lazım. Gülebilir, kızabilir, duygulanabilir. Bana göre gazetecilik de duyguları harekete geçirme sanatıdır. Haber tabii ki; vereceğiz. Habercilik ayrı bir şeydir. Değişmez kuralımız ama artık öyle bir çağda yaşıyoruz ki; televizyon her şeyi veriyor. İnsanlar sabah kalkıp gazete aldığında aşağı yukarı her şeyi
biliyor. Ben şunu kabul etmiyorum ve içime de sindiremiyorum; örneğin, metrobüs bozulmuş, vatandaş yolda kalmış, sefillik çekmiş falan, ertesi günü bunu "Metrobüs yolda kaldı, vatandaşlar yürüdü" gibi başlıklarla vermek bana doğru gelmiyor. Bir vitrin yaratmak, heyecan verebilmek lazım ki, okuyucuyu aşağıya, yani yazıya çekmek kolaylaşsın. Bu yüzden de düz başlıkları, spotları sevmiyorum.
İki gazetede genel yayın yönetmenliği yaptınız. Muhtemelen
öncesinde de yöneticilik görevlerinde bulunmuşsunuzdur. Ciddi bir gazetecilik geçmişiniz var fakat hala tanıştırılırken Zekeriya Beyaz'ın oğlu Oğuzhan Beyaz'sınız. Bundan bıktığınız oluyor mu? Sizi rahatsız ediyor mu?
Ben de herkes gibi babamı çok severim. Bir baba olarak da çok iyi bir
insandır. Başarılı da bir bilim adamıdır ama sizin sıfatınızın önüne sürekli babanızın isminin konulması hoş bir şey değil. Bir kere önyargı oluşuyor. Ancak ben 43 yaşında bir bireyim. Babamın fikirleri, dünya görüşü, ortaya koyduğu tavır, dini düşünceleri falan bunlar bir anda sizin üstünüze de yapışıyor. Oysa benim de düşüncelerim, dünya görüşüm var. Babamdan farklı da olabilir. Bu çok doğal ama önyargı bunu perdeliyor. Hatta bırakın bunu bir yana, babasından torpilli diyenler bile çok oldu. Oysa biz devlet dairesinde çalışmıyoruz. Profesyonel hayatın içerisindeyiz. Değişmez kural da başarılı olan kalır, başarısız olan gider.
Babanız ne diyor bu duruma?
Çevremdekiler gibi babam da beni çok iyi biliyor. İş konusunda hiç
kimseye tavizim yoktur. Ayrıca evde asla iş konuşmam. Bu eskiden de
böyleydi. Bildikleri için kimse üzerime gelmez.
Babanızla ilgili aleyhte bir haber geldi mesela. Zor bir karardır
herhalde?
Yoo. O konuda gocunacak hiçbir tarafım yok. Biliyorsunuz ben İstanbul
ve Ankara ilavelerini yapıyorum. Babam da İstanbul'da bir belediyeden
adaydı.
Evet o zaman da aynı soru aklıma gelmişti, babası kazanırsa ne yapacak diye. En çok siz üzerine giderdiniz diye tahmin ediyorum..
Diğer belediyelere nasıl bakıyorsak öyle olacaktı. Kişiliklere saygı
duyarak, tarafsız şekilde olan biteni vermek. Olumsuz olduğu zaman da
yazarım. Aynı akşam da gider babamın evinde yemek yerim. Bana da bir şey
diyemez. Doğru muydu, doğruydu, bitti, babam olması fark etmez.
Sizi gazeteci olmaya teşvik eden babanız mıydı?
Hayır. Ben 8-10 yaşındayken babamın bir yayınevi vardı. 12 Eylül 1980
öncesinde uzun süre bunu çalıştırdı. Babamın kendi kitapları ve onun dışında dağıtımını yaptığımız kitaplar vardı. Okuldan kalan zamanlarda ben
yayınevine gider, gelirdim. Kitap düzeltip, paketlerdim. Başka
yayınevlerinde de çalıştım. Yeni nesil gazetecilerin çoğu bilmez, o zaman
pikaj-montaj vardı. Yıllarca pikaj-montaj yaptım. Bir dönem sonra
bu kitap işinde kendime bir gelecek görmedim. İçime sinmiyordu, beni tatmin
etmiyordu. Gazeteciliğe ofisboy olarak başladım. Sağ olsunlar bana yardımcı
oldular, 87'de Tan Gazetesi'ndeydim. Günaydın'a bağlı. Ama o zamanki Tan
farklıydı. Erotizm ağırlıklı bir Tan değildi. 1.5 sene kadar orada çalıştım. Sayfa sekreterliğimi geliştirdim. Oradan Güneş Gazetesi'ne geçtim. Şimdiki Güneş değil. Mehmet Ali Yılmaz'ın, sonra Asil Nadir'in olan. Genel Yayın Müdürümüz Metin Münir'di. Orası benim için bir atlama noktası oldu. Güneş'te bir naylon gazete çıkıyordu. Bu naylon gazete Basın İlan Kurumu'ndan ilan almak için basılıyordu. Yani göstermelik. Bana verdiler, bir süre onu yaptım. Ben çıkmayan gazeteye öyle özen gösterdim ki, yönetimin dikkatini çekti. Bunun mizanpajı çok güzel oluyor dediler. Olmayan gazeteden yazıişlerine geçtim. Sonra Güneş'te sayfaları çizmeye başladım. Bir süre haftalık dergi yaptım.
Güneş'teki maceramız 3 yıl civarı sürdü. Genel Yayın Müdürüm Fatih Altaylı
ile de orada tanıştım. Son dönemlerinde epey sıkıntı çektik. Maaş
alamıyorduk, gazete kağıt parası bulamıyordu, kapandı.
Bizim meslekte dönemsel işsizlikler çoktur, bilirsiniz. 7 ay, 1 yıl falan.
Böyle ara ara dönemler oldu. 1994'te Sabah grubu içerisinde Takvim Gazetesi
kurulurken gece sorumlusu olarak başladım. Orada da Tevfik Yener'le
çalışıyorduk. Gece girdiğimiz 1-2 haberden dikkatini çekmiş, "Sende gelecek
var" diyerek beni yardımcısı yaptı. Epey öyle gitti. 2001 yılında
Amerika'daki 11 Eylül saldırısının bir hafta sonrasında genel yayın
müdürlüğüne getirildim. Sonra Sabah'ta sıkıntılı günler oldu, ama devam
ettik. Sonra Sayın Turgay Ciner gazeteyi aldı. Meslek hayatımın dönüm
noktası da bu dönemde yaşandı. Turgay Bey ile Medya Grup Başkanımız Sayın Kenan Tekdağ bana güvendiler, destek verdiler, Takvim'i başarıdan başarıya koşturduk. Müthiş bir editöryal özgürlüğüm vardı. Ben de güveni boş
çıkarmamak için gecemi gündüzüme kattım. 5 yıl sonra hepimizin bildiği TMSF olayları yaşandı ve ayrıldım. Kısa bir Meydan Gazetesi macerası oldu, onu çıkarttık. Sonra da yine ait olduğum yere, Ciner Grubu'na döndüm. Burada
mutlu olacağımı biliyordum ve yanılmadım.
Sanırım Takvim'in tarihinde gördüğü en yüksek tiraj sizin
döneminizdeydi. Şimdi HT İstanbul'da, okurlardan aldığımız feedback de o yönde, ciddi bir ilgi söz konusu. Takvim'de de böyleydi, HT
İstanbul'da daha halka hitap eden haberler görüyoruz. Burada yakaladığınız başarının sırrı halkın içinde olmak mı?
Bunun bir ekip işi, olduğuna inanırım. Tabii ki; bir lider yönetimi
var. Fakat bu lider yönetimi de huni gibi aşağıya iner. Yönetim bana bu
fırsatı veriyor, bu özgürlüğü tanıyor, izleyeceğimiz politikayı belirliyor,
ben de ona uygun yapmaya çalışıyorum.
İstanbul'un problemlerinin yer aldığı bir gazetede yazıyorsanız metrobüse binmeden, metrobüste ne sorun var bilemezsiniz. Ada vapuru ile Ada'ya gitmiyorsanız, "Aman, Ada vapuru çok tıklım, tıkış yazmak"
farklı bir şey. O nedenle yaşam tarzınızı merak ettim. Nerede oturuyorsunuz mesela?
Ben Güngören'de oturuyorum. Orta karar bir yer. Ondan önce Esenler'deydim. Metro, metrobüs, otobüs, minibüs hayatımızın bir parçası. Şimdi arabam var biniyorum. Ama bırakın siz onu, lise yıllarındayken bizim Beyazıt'ta yayınevimiz vardı. Beyazıt ile Esenler arası 20-30 km var herhalde. Cebimde bilet parası olmayıp da Beyazıt'tan Esenler'e yürüdüğümü çok biliyorum. Ayaklarımıza kara sular inerdi. Biz bu hayatı yaşıyoruz. Bir de ben halkın içinden geliyorum klişesi var ya onu demek istemiyorum. Giderim lüks yerde yemek de yerim, kebapçıda dürüm de. İyi arabaya da binmek isterim. İnsan hayatı bu, gelişiyor. Ama o hayatı çok iyi biliyorum.
İstanbul’u yeni yeni öğrendiğiniz hissine kapılıyor musunuz, gazeteyi yaparken?
Ben Takvim'i yönetirken, ilk dönemlerde bir şey çok dikkatimi çekti.
Muhabir geliyor, haber yazmış. Ben habere fotoğraflara bakarken bir yandan
da anlatıyor, şöyle bir şey var diye. E onu niye yazmadın? Ne bileyim işte
yazmadım. Sonuç şu, biz haberin içinde yaşıyoruz da fark edemiyoruz.
Peki, HT İstanbul nereden çıktı? Daha önce yerel gazete deneyiminiz yok bildiğim kadarıyla.
Gazetecilikte tabii ki branşlaşma, uzmanlaşma vardır. Bunu bir tarafa
koyuyorum ama gazeteci gazetecidir. Gazeteci haberin nasıl yazılması
gerektiğini, nasıl lanse edilmesi gerektiğini bilir. Fotoğraf fotoğraftır.
Gazeteci iyi fotoğrafı gazeteci bilir. Fotoğrafın açılarını, ön plana
çıkması gereken şeyleri, haberde ön plana çıkması gereken şeyleri, başlık
yazılmasını falan gazeteci bilir. Zaten yaşadığım, bildiğim kent.
Hangisi daha zor, bölgesel bir gazete yapmak mı?
Daha zor değil, daha da kolay değil. Ben iş ciddiyetine çok inanırım.
Kolay diye tabir edilen işe de çok ciddi yaklaşırım, sorumluluk duygum
yüksektir. Fatih Bey Habertürk'ü ilk bize anlatırken, kent gazetesi eksiği
olduğunu ve çıkarmamız gerektiğini söyledi. Görev de bana düştü, Hayhay
dedim. Beni en çok korkutan şey şuydu: Kent gazetesi yapı itibariyle
belediyelerle çok muhatap olacaktı. Çünkü sorunları dile getirecek,
eksikleri yazacak, şikayetleri yansıtacaktı. Bunun da yüzde 90'ı
belediyeleri ilgilendiriyor. Nasıl bir Türkiye'de yaşadığımızı söylemeye
gerek yok. Ortadan bıçak gibi ayrılmış, kamplaşmış bir Türkiye'deyiz şu
anda. Beni şu korkuttu, siyasi olarak üstümüze bir şey yapışması. Nitekim
ilk günlerde A belediyesini ilgilendiren bir haber yazıyoruz, bize o
partiden diyorlar. B belediyesi sınırlarında olan bir şeyi yazıyoruz, o da
öbür partiden bunlar diyor. Üstelik yerel seçim dönemi olduğu için
düşünceler de hassastı. Oysa biz haber olanı koyuyoruz. Bugüne kadar
yaptığımız hiçbir habere de kimse hayır bu böyle olmadı demedi. Neyse ki
bizim tarafsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlı davrandığımız gerçeği kısa
sürede anlaşıldı. Zamanla kendimizi ifade etmeyi başardık ki; şimdi mesela
konuşuyoruz, "Bazen haberleriniz hoşumuza gitmiyor ama tarafsız olduğunuza
inanıyoruz" diyorlar. Diyelim o bölgede sorun var, biz onu yazmışız ama o
belediyenin yaptığı iyi işler de var, mesela eğitim vermiş, iyi hizmetler
götürmüş. Birilerine yardım etmiş, kampanyalar düzenlemiş, bunları da
yazıyoruz. Diyelim ki; sorun çözülüyor, duyarlılıkları için teşekkür ederiz
diye yazıyoruz. Bunlar zamanla oturdu, bizim hiçbir parti, hiçbir kurumla
bir angajemiz olmadığı, tam aksine hepsini ortasında kamu görevi yaptığımız
ortaya çıktı. İşte beni ilk dönemlerde düşündüren buydu. Yoksa
habercilikten korkmam, onun için savaşırız.
HT İstanbul'da 'Şikayet Ediyorum' bölümü var. Pek çok semtten
vatandaşlar rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. Şikayet yağıyordur herhalde, tek tek hepsine gidip bakıyor musunuz, ayrı bir ekip mi kurdunuz bu bölüm için?
Uğraşan ayrı bir birim var, özel bir aracımız var. Hem maile geliyor,
hem internet sitemiz var, oraya geliyor, hem de 4440256 nolu ücretsiz
telefon hattımıza geliyor, bir de sözlü olarak gelenler var. Günde 100'ü
geçiyor. Bir de bina içinden var, gazeteci arkadaşlardan. Çünkü biz haberin
içinde yaşıyoruz. Bir arkadaş bölgesindeki çocuk parkının resimlerini
getirmiş, çöplük içinde. O da onun şikayeti, başka bir arkadaş metrobüste
yaşadığı olayı şikayet ediyor. Başkası vapurda yaşadığını yazıyor. Bu kendi
içimizde de çok oluyor.
HT İstanbul'un kaç kişilik bir ekibi var?
Şikayet yazarımız ve özel haber kovalayan bir arkadaşımız dahil
editoryal kadromuz 5 kişi. Tabii Ajans Haberturk'ten haber desteği alıyoruz. Okuyucularımızdan çok haber desteği geliyor. Fotoğraf çeken var. Okuyucumuz muhabir olarak görev yapıyor. Ben arkadaşları ekonomik olarak yönlendirmeyi seviyorum. Mesela sayfa sekreteri arkadaş hiç kendi alanı değil geliyor: "Abi bizim orda bir cami var 25 yıldır bitmiyor" diyor. Evden işe gelirken fotoğraf çekmesini istiyorum. Çekip getiriyor haber oluyor. Öbürü diyor "Bizim orada bir direk var teli sallanıyor çocuklar da yanında oynuyor", "Çek getir" diyorum. Haber oluyor.
Hedefi nedir HT İstanbul'un? Eksikleri var mı şu anda?
Eksik bitmez. Mesleki açıdan tatminsizlik gibi bir hastalığım var
benim. Hep kendimi eleştiriyorum, sürekli. Her gün akşam eve gittiğimde
gazeteyi incelerim şöyle yapsak daha iyi olurdu böyle yapsak daha iyi
olurdu. Şu lafa çok inanıyorum: Beyazın beyazı vardır. Amiyane bir tabir
olacak ama hiç gaza gelmem. Her sabah çıkarken "Kim ne derse desin, sakın
şımarma" diye kendi kendime telkinlerde bulunurum. Çok çalışmam gerektiğini sürekli kendime telkin ederim. Yani bu işin sonu yok, eksik her zaman vardır. Hele bir gazetede eksik bitmez. Hep yeniliklere açıktır. Ayrıca
bütün eksikleri biz bulmayacağız, bizi okuyucu yönlendirecek. Şu anda bazı
eksiklerimizi biliyorum. O eksiklerimiz tamamlayacağız, ondan sonra yeni
eksiklerimizi, ondan sonra yeni eksiklerimizi.. Bu hiçbir zaman bitmeyecek. Hedefe gelince. Biz kamu hizmeti yapıyoruz. Daha güzel bir İstanbul için
çalışıyoruz. Neticede biliyorsunuz İstanbul devlet gibi, birçok devletten de daha büyük. İstanbul'u yönetmek çok zor. Onları yönlendirerek daha doğrusu eksikleri bildirmek, yardımcı olmak. İyi yapanı alkışlıyoruz ki teşvik olsun, eksik olanları da bildiriyoruz ki tamamlansın. Bizim bütün amacımız bu. Daha iyi bir İstanbul olsun. Çünkü başka bir İstanbul yok. Sadece bize ait değil ki bu kent. Türkiye'ye ait, hatta dünyaya ait. Birçok medeniyet İstanbul'dan gelmiş, geçmiş. Yarın çocuklarımız burada yaşayacak, büyüyecek. Ne kadar güzel, ne kadar iyi olursa bizim faydamıza.
3 ayın sonunda baktığınız zaman İstanbul'un en önemli sorunları neler
sizce?
Hep şunu söylerim 'İstanbul sevilmez , İstanbul'a aşık olunur.'
İstanbul farklı bir yer. Son zamanlarda kendim için diyorum ki, 'HT
İstanbul'dan önce HT İstanbul'dan sonra.' İstanbul'u bende yeni tanımaya
başladım. Şunu daha iyi anladım ki, Türkiye'nin lokomotifi olabilecek bir
kent. Eksik çok. Bu bugünkü, dünkü, önceki günkü şey değil çok uzun yılların ihmali. İstanbul'da Türkiye'yi kaldıracak kapasite var. Az önce de söyledim ne medeniyetler gelmiş geçmiş. İnanılmaz bir tarihi eser alt yapısı var. Mesela Avrupa'nın birçok kentinde görüyorsunuz, işte ataları bir tane yapı yapmış, bina dikmiş ya kule yapmışlar ya da anıt dikmişler; öyle bir özen gösteriyorlar ki. İmrenmemek elde değil. Diyeceğim şu ki, İstanbul'da turizm potansiyeli hiç kullanılmıyor. Tarihi eserlere çok acımasız davranılmış ve bu durum devam ediyor. İstanbul kültürel turizmini pazarlayamıyor. İstanbul tarihini sattığı, pazarlayabildiği zaman bence yeryüzünde turizm geliri yönünden önüne geçebilecek bir kent yok. Tarih dediğinizde aklıma Prag geliyor. Ama o bile sınırlı. Çok güzel bir kent ama tek medeniyet üzerinden gitmiş. İstanbul gibi değil. İstanbul'da hem doğu hem batı medeniyetleri geçmiş. Çok daha eskiye gidin, National Geographic belgesellerinde görürsünüz, bin yıl önce Vikingler bile buradaymış. 4-5 bin yıllık kalıntılar bulunuyor. Acayip bir tarihi altyapısı var. Yeryüzünde herkes atasını dedesini burada buluyor.Apartman temeli kazılıyor altından tarihi eser çıkıyor, parçalayıp atıyorlar. Her taraftan çıkıyor yani fışkırıyor ama değeri kıymeti bilmiyor. 2010'da kültür başkentiyiz. Bir anlamada görücüye çıkacağız ama tarihi eserlerimiz 2010'a hiç de hazır değil, hazır olacağını da sanmıyorum. Çok insana dokunuyor. Mesela 118 tane İstanbul'daki türbeler işte padişahlara, valide sultanlara ve şehzadelere ait türbeler. Ama 99'u
kapalı. Bekçi parası bulunamadığı için! Çöplüğe dönmüş. Yani 1700 yıllık
Çemberlitaş'ın restorasyonu bitmiyor. Mesela adam Avusturalya'dan, Çin'den
Çemberlitaş'ı görmeye gelecek, kapalı. Olacak şey değil ama oluyor. Eğer zamanında, mesela 50-70 yıl önce bu dönüşümü gerçekleştirebilseydik, İstanbul'u bir açık hava müzesi haline getirebilseydik bugün İstanbul'un turizm geliri Türkiye'yi beslerdi. Bence çok acil yapılması gereken İstanbul Bakanlığı kurulması ve tarihe yatırım yapılması. Hep ödenek yok, kaynak yok
deniyor. Netice de İstanbul'a da para harcanabilir, Bunun bir yatırım olarak görülmesi lazım.
İstanbul'un sorunları deyince yüzeysel olarak akla trafik gelecek.
Sokakların durumu çarpık kentleşme, göç. Bunlar güncel sorunlar ama bence
İstanbul'un temel sonu bu. İstanbul'un tarihini az çok ki biliyordum ama bu
kadar zengin olduğunu bu kadar potansiyel olduğunu ve bu kadar kötü
bakıldığını bilmiyordum. İstanbul'un temel sorunu kendisini satamamak.