Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        REKLAM

        Hala nasıl olup da uçamadığıma şaşarım! 8-10 yaşlarımda Süpermen gibi uçabileceğime emindim. Kimselerin bilmediği bu süper gücümün bir gün ortaya çıkacağını düşündüğümden olsa gerek ilk ve ortaokul yıllarım boyunca tenefüslerde üzerinden atlamadık (belki de uçmadık demeliyim) duvar bırakmadım. Ama işte o Allah’ın belası yerçekiminin gözü kör olsun!

        Benim bu ‘havalı’ süper gücüm küçük erkek kardeşimin de dikkatini çekmiş olmalı ki ‘uçma’ konusunda hiç de benden aşağı kalmadı bütün o çocukluk yılları boyunca. Süpermen’ın hiç kolu, kafası kırıldı mı ya da çenesi yarıldı mı bilmiyorum ama kardeşimle benim türlü türlü ‘süper’ yara izlerimiz var hala yüzümüzde, kolumuzda, bacağımızda o günlerden kalan.

        Geçen hafta Londra’da ‘Süper. Uyumsuz. Aile.’ The Umbrella Academy’nin fertleriyle buluşmaya giderken kendi süper ailemi düşünüyordum! Her biri kendi yolunu çizmiş üç kardeş, koca bebekler olarak ona belki de en ihtiyacımız olduğu zaman da aramızdan ayrılıp melek olan bir anne, onun ardından içine düştüğü yalnızlık denizinde boğulmaktan kurtulmak için hastanelerin bekleme salonlarından sosyalleşen bir baba... The Umbrella Academy’ye girme şansımız olsa ‘yıldızlı pekiyi’yle mezun olurduk eminim...

        ÖDÜLLÜ ÇİZGİ ROMAN

        My Chemical Romance grubunun solisti Gerard Way’in yazdığı, Gabriel Ba’nın çizdiği The Umbrella Academy çizgi romanından birkaç ay evveline kadar haberim yoktu doğrusu. Teksas, Tommiks, Kızılmaske, Tom Braks, Mister No, Zagor, Tex’le geçen çocukluk ve Ken Parker ile Martin Mystere’nin elimden düşmediği ergenlik yıllarım birkaç ışık yılı uzakta kaldı benim için. Çizgi roman okumuyorum; sinemada ve TV dizilerinde izliyorum artık! Bu yüzden de Way’in yazdığı The Umbrella Academy’den de, 2008 yılında çizgi romanların Oscar’ı olarak görülen ‘Eisner Ödülü’nü aldığında da haberim yoktu...

        Academy yayınlandığı dönemede o kadar büyük sükse yapmış ki Hollywood bu nefis çizgi romana ilgisiz kalamamış. Yayınlandıktan 1 yıl sonra filminin yapılması konuşulmaya başlanmış. 1989’da bir gün öncesinde hiçbir gebelik belirtisi göstermeyen ve birbiriyle hiçbir alakası olmayan kadınlar tarafından dünyaya getirilen, kendilerine has süper güçlere sahip 7 kardeşin öyküsünde sinemanın aradığı her şey var doğrusu. Gizem, aile bağları, aşk, kıskançlık, macera... Yaklaşık 5-6 yıl süren bir çalışmanın ardından bol ödüllü çizgi romanın film değil dizi olmasına karar verilmiş. 2017 yılında projeye Netfilx dahil olmuş. Ve geçen 10 yılın ardından bu ‘acayip’ ailenin öyküsünü anlatan The Umbrella Academy dizisi bugün Netflix’te izleyiciyle buluşacak.

        Dizinin yürütücü yapımcısı Steve Blackman, hem The Umbrella Academy çizgi romanının fanlarını hem de diziseverleri tatmin edecek bir iş ortaya çıkarmak için çok çalıştıklarını söylüyor. 18 ay süren hazırlığın ardından ortaya çıkan işten çok memnun...

        Çizgi romanın yaratıcısı Gerard Way de dizide yaratılan dünyanın kendisini mutlu ettiğini belirtiyor: “Yapımcıların çizgi romandaki acayiplikleri diziye taşımaktan çekinmemeleri beni mutlu etti. Tamamiyle benim ve Gabriel Ba’nın dünyası değil ama bence bu diziyi eşsiz yapan da bu...”

        3-5 kişilik bir ekiple yarattıkları çizgi romanın, yüzlerce kişinini çalıştığı dev bir kadro tarafından ete kemiğe bürünmesini görmek Way’ı şaşırtmış bir parka...

        SONUDRTACK’TA ‘ISTANBUL’ VAR

        The Umbrella Academy, kendilerini ‘dünyayı kurtarmak için evlat edinen’ Sir Reginald Hargreeves’in ölümü üzerine yıllardır görüşmeyen beş kardeş Luther, Diego, Allison, Klaus, Vanya’nın çocukluklarının geçtiği malikanede buluşması ve neredeyse 20 yıldır kayıp olan kardeşleri Beş Numara’nın gökten düşmesiyle başlıyor. Zamanda yolculuk yapan katiller, kritik olaylara müdahale ederek ‘dünya tarihi’ne yön veren bir organizasyon, konuşan bir şempanze, robot bir anne ve yaklaşan kıyamet!.. Kardeşler bir yandan babalarının katilini bulmak, bir yandan da kıyameti engellemek için ‘gizemli organizasyonla mücadele ederken kendilerini birbirlerinden ayrı düşüren ‘kişilikleriyle’ de yüzleşiyorlar.

        Bol bol zamanda yolculuk yapılan diziyle ilgili en sevdiğim ilk şey ne yalan söyleyeyim soundtrack’i oldu. İlk bölümdeki donat dükkanındaki kavgada fonda çalan They Might Be Giants’tan ‘Istanbul (Not Constantinople)' sahneyi daha da güzelleştiriyordu. Londra’daki buluşmada Steve Blackman’a bu şarkıyı seçmesinin özel bir nedeni olup olmadığını sordum büyük bir heyecanla... Özel bir anlamı yokmuş:( “Sahneyle şarkının sözleri arasında anlamlı bir bağlantı yok. Sadece şarkıyı ve ritmini çok seviyorum. Sahneyle de çok uyumluydu...”

        Beş kardeşin malikanede Hazel ve Cha Cha ile karşılaştıkları sahnede fonda Queen’den Don’t Stop Me Now’ın çalmasının da çok keyifli olduğunu belirteyim... Dediğim gibi Sex Pistols’tan Radiohead’e, Doors’tan Ramones’e, The Stooges’tan Hooverphonic’e süper gruplardan nefis şarkılar var dizide...

        David Castaneda ve Robert Sheehan 'samimi' bir sohbet yaptık....
        David Castaneda ve Robert Sheehan 'samimi' bir sohbet yaptık....

        GENÇ VE BAŞARILI OYUNCULAR

        Ellen Page, Mary J Blige gibi tecrübeli isimlerin yanında genç oyuncuların başarılı performansları da dizinin artılarından.

        Londra’da buluştuğumuz dizi ekibinde özellikle ölülerle konuşabilen Klaus’ta Robert Sheehan dikkat çekiyor. Diziseverlerin BBC’nin nefis dizisi Misfit’ten hatırlayacağın Sheehan, göründüğü her sahnede ışıldıyor. 15 yaşında Alanya’da bir Türk hamamındaki keselenme macerasını hala en ince detayına kadar hatırlaması ve İstanbul’a gelmeyi çok istediğini belirtmesinin ona sempatimi bir parça arttırdığını da belirtmeliyim;)

        Genç oyuncu Aidan Gallagher, zamanda yolculuk edebilen 15 yaşında bir çocuğun bedenine sahip 60'ına merdiven dayamış Beş Numara’da boyundan büyük bir iş çıkarıyor.

        Game of Thrones’un 7. Sezonunda Dickon Tarly olarak ekrana gelen Tom Hooper, 4 yıl Ay’da tek başına yaşamış, bir gorilin vücuduna sahip yakışıklı Luther’da cüssesinin hakkını veriyor. İkimizin de Back to the Future hayranlığı hoş bir sürprizdi benim için...

        Gerçeği manipüle etme yeteneğine sahip Alisson’da Emmy Raver-Lampman, bıçak ustası Diego’da David Castaneda kariyerlerinin en önemli rollerinde gelecek için umut veriyor...

        Inception ve X-Men filmlerinden hatırlayacağımız Ellen Page, ‘süper kardeşlerin’ tek süper yeteneği olmayanı kemancı Vanya’nın o ürkek, kararsız, ezik hallerini başarıyla canlandırıyor.

        Dizinin en eğlenceli ikilisi ise zamanda yolculuk edip ‘organizasyon’un emirleri doğrultusunda cinayetler işleyen, kirallık katiller Hazel ve Cha Cha’da ünlü şarkıcı Mary J Blige’la Cameron Britton nefis bir iş çıkarıyorlar. Birlikte çalışmaktan büyük keyif aldıklarını bunun da aralarındaki kimyaya olumlu yansıdığını söylüyorlar.

        Mindhunter’da canlandırdığı psikopat katil Edmund Kemper’dan sonra Britton’u tanımakta zoralndığımı da belirteyim bu arada.

        MERAKLA BEKLİYORUM

        Öyküsünde zamanda yolculuğun önemli bir rol oynadığı dizinin oyuncularına böyle bir süper güçleri olsa hangi tarihe gitmek isteyeceklerini sorduğumda Cameron Britton ve David Castaneda’nın ailelerinin çocukluklarını görmek istemeleri tuhaf geldi bana... Ben babamın ya da annemin çocukluğunu hiç merak etmediğimi düşündüm.

        Böyle bir gücüm olsa sanırım ben de Tom Hooper ve Emmy Raver-Lampman gibi geleceğe gitmeyi seçerdim!

        Neyse, bu konu hakkında düşüneceğim...

        The Umbrella Academy’nin ilk 10 bölümünü herkesten önce izleme şansına sahip olan küçük azınlıktan biri olarak ‘Süper. Uyumsuz. Aile’nin 'kötü'lerle mücadele ederken bir yandanda aile olma çabaları ve hemen her aile kadar 'tuhaf' öykülerini sevdim, yeni maceralarını merakla bekliyorum.

        Londra’da röportajları yaptığımız otelden çıkıp Covent Garden’ın ara sokaklarında dolaşırken yanımdan gelip geçen 72 milletten insanın arasında ortaokul 1’de okulun bahçe duvarınının üzerinden birkaç metre ilerideki ağacın dalına kadar uçmaya hazırlanan çocukta benimleydi. Elimden tutmuş İstanbul’a uçarak dönebileceğimi söylüyordu...

        ***

        THE UMBRELLA ACADEMY’NİN KONUSU

        1989 yılında, aynı günde 43 bebek doğar. Bu olayı açıklanamaz kılan ise söz konusu bebeklerin bir gün öncesinde hiçbir gebelik belirtisi göstermeyen ve birbiriyle hiçbir alakası olmayan kadınlardan dünyaya gelmesidir. Çok zengin bir sanayici olan Sir Reginald Hargreeves, bu bebeklerin yedisini evlat edinir ve The Umbrella Academy’i kurarak "çocuklarını" dünyayı kurtarmak üzere hazırlar. Fakat her şey planlandığı gibi gitmez. Çocuklar daha yirmi yaşına ulaşmadan aile parçalanır ve her biri bir yana savrulur. Bu çocuklardan hayatta kalan ve artık otuzlu yaşlarında olan altı kişi, Hargreeves'in vefat haberini alınca yeniden bir araya gelir. Luther, Diego, Allison, Klaus, Vanya ve Beş Numara; üvey babalarının ölümünün ardındaki gizemi çözmek için birlikte çalışır. Fakat farklı kişilikleri ve yetenekleri onları bir kez daha birbirlerinden uzaklaştırmaya başlar. Yaklaşmakta olan küresel bir kıyamet tehdidi ise işleri daha da zorlaştırmaktadır.

        Diğer Yazılar