Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Tatil dönüşü biriken postaları açarken Vatan Partisi’ne yakın yayın organı Aydınlık Dergisi’nin Temmuz sayısının geldiğini fark ettim. Neleri konu etmişler diye bakayım dedim, poşetten 3 farklı baskı çıktı.

        En üstte Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi Enformasyon Ofisi tarafından basılan “Covid-19 ile Mücadelede Çin Eylem’de” isimli resmi kitapçık duruyordu. Çin’in Ankara Büyükelçiliği tarafından basılmış bir propaganda yayını yani.

        Altında 3 ayda bir yayınlanan ve yalnızca Çin’in başarılarını anlatmak için çıkarılan İpek Yolu dergisinin Nisan sayısı yer alıyordu. Dergi “Çin Covid-19 salgınını kontrol altına almayı nasıl başardı” isimli kapak dosyasıyla açılıyor ve içindeki yazıların yüzde 99’u Çinli yazarların çevirilerinden oluşuyor.

        Aydınlık Dergisi’nin kendisi ise tüm sayfalarında Çin’in devlet tanıtımını yapan yine çeviri yazılarla dolu. Üstelik dergide herhangi bir ‘advertorial’ ibaresi yok.

        Tek bir sayfasında bile Türkiye’ye has farklı bir mesele konu edilmiyor.

        Vatan Partisi’nin ve Doğu Perinçek’in Çin’e olan sempatisini hepimiz biliyoruz.

        Bir siyasi partinin belli devletlerle işbirliğini savunmasında yadırganacak bir şey yok. Politik dergilerin kimi ideolojilere yakın durması da anlaşılabilir bir durum elbette.

        Fakat bir başka devletin resmi propaganda yayınlarını kendi derginiz olarak basıyor ve bundan zerre rahatsızlık duymuyorsanız, Vatan Partisi tabelasını indirip “Çin Komünist Partisi Türkiye Şubesi” mi yazsanız acaba Doğu Bey?

        Çin’de belli bir zaman geçirmiş ve Çin karşıtı söylemlere temkinli yaklaşan bir gazeteci olarak bu kadarı bana bile fazla geldi doğrusu!

        Televizyonculuğun kodları değişiyor mu?

        Çok tecrübeli bir televizyoncu sayılmam. Açık ve Net, Eylül ayında 4. yaşına girecek. Yine de üstümdeki mahcubiyeti tam olarak atamadım. Kameraya karşı konuşurken ciddi cümlelerle programı açıp bir an önce konuğa dönmeye çalışıyorum.

        Oysa izleyici ile sohbet eder gibi konuşmanın etkisinin farkındayım.

        Bunu çok iyi yapan meslektaşlarımız var.

        Bizim kanalda bu isimlerin başında Fatih Altaylı geliyor. Teke Tek'i sunarken hep rahat. Yorum gönderenlere direkt cevap veriyor. Bazen laf atıyor, hatta azarlıyor... Murat Bardakçı da çok yapardı bunu.

        İsmail Küçükkaya da bu konuda oldukça iyi. Sabah yayınlarında bazen sıradaki habere geçmeden bir iki saniye susuyor, sonra kameranın içine doğru yaklaşıp “Nasılsınız? İyi misiniz?” diye soruyor. Karşısında gerçekten oturan insanlar varmış gibi...

        Fatih Portakal’ın reytinginin arkasında da yalnızca muhalifliği değil rahatlığı yatıyor.

        Aslında bu yeni bir buluş falan değil, Birand ya da Reha Muhtar da neşeliydi kameralar karşısında.

        Fakat sosyal medya, özellikle de Youtube yayıncılığı bu samimiyet meselesini çok daha ileri bir boyuta taşıdı.

        Yayınlarını “Naber la ergenler?” diye açacak kadar sivilleştiren Cüneyt Özdemir ile geçen akşam Habertürk TV’de bu meseleyi konuştuk.

        Türkiye’de televizyonların eğlencesini yitirdiğinden, talk show’ların bittiğinden, yalnızca tartışma programlarındaki kavgaların konuşulduğundan bahsetti ve bu sıkıcılaşma karşısında genç izleyicin Youtube’a kaçmasının normal olduğunu anlattı.

        REKLAM

        Büyük oranda haklı.

        Eski kuşak izleyiciler arasında haber kanallarından belli bir ciddiyet ve mesafe bekleyenler yok değil.

        Fakat prompterda yazılana bağımlı, aşırı ciddi, TRT spikeri esintili yayıncılık döneminin sonuna yaklaşıyoruz.

        İnternet çağında her haber insanların cep telefonlarına düşüyor, tüm gelişmeleri an be an öğreniyorlar.

        Akşam, haber izlemelerinin temel motivasyonu, neler olduğunu öğrenmekten ziyade olup biteni nasıl yorumlamaları gerektiğini kavramak.

        Tam da bu yüzden yorum yaparak haber sunan ekran yüzleri ve tartışma programları daha çok izleniyor.

        Ayrıca insanlar artık direkt muhatap alınmak istiyor. Ekranda gördükleri yüzlerle hiyerarşik bir ilişki kurmuyorlar.

        Vizontele’nin meşhur repliğindeki “Zeki Müren de bizi görecek mi?” sözü gerçek oldu. Evet, Zeki Müren de artık seyirciyi görüyor.

        Nasıl mı? Gelen anlık yorumlarla.

        Sosyal medyanın yarattığı erişim kolaylığı ve anonim kimlikler insanlara büyük bir özgüven aşıladı. Hiç olmadığı kadar yüksek bir yorum bombardımanı altındayız.

        İster televizyonda ister sosyal medyada, ağzınızdan çıkan her söz, attığınız her adım takip altında.

        Kanaatini anında paylaşan üstelik de lafını hiç esirgemeyen, acımasız bir kitle var karşınızda.

        Hatta yorum yazanların büyük çoğunluğunda öylesine yüksek bir cesaret var ki, “Sen” diye hitap ediyor, sevince göklere çıkarıyor, kızınca “Takibi bırakıyorum” diye atarlanıyor, hesap soruyor, hakaret etmekten bile çekinmiyor.

        Ve hepsinden önemlisi muhatap alınmak istiyor. Yorum yaptığı kişi de dönüp ona yanıt versin diye bekliyor. Samimiyet arıyor.

        Nitelikten ödün vermeden haberciliğin dilini yeni neslin beklentilerine nasıl adapte edeceğimiz üzerine kafa yormanın zamanı geldi galiba.

        Meğer koronaya hiç yakalanmamışım

        Hafta başında 10 günlük bir aile tatilinden döndük. Ayvacık’taki Kayalar Köyü’nde kaldığımız minik otelin sahibesi Beyhan Hanım bize taze köy peyniri ve daha önce hiç görmediğim, yöreye özgü çam kozalağı reçeli hediye etmişti.

        Dönüşte sabah ilk kahvaltıda onlardan bir güzel yedik. Öğlene doğru fenalaştım. Ama ne fenalaşma... Benim kadar olmasa da kayınvalidem de kötü hissedince hastaneye kendimizi zor attık.

        Serumlar, tahliller derken, tatilden döndüğümüzü duyan Acil doktoru içimize bir kurt düşürdü.

        “Yüzde 49 ihtimalle zehirlendiniz ama yüzde 51 ihtimalle Covid-19 olabilirsiniz” deyince şok olduk.

        Korona’nın artık akciğerlere değil sindirim sistemine saldırdığını iddia etti.

        PCR, akciğer tomografisi, antikor testleri, tekrar tekrar kan sayımları derken anlaşıldı ki durumun Korona ile bir ilgisi yok. Düpedüz gıda zehirlenmesi yaşamışız. Çok şükür!

        Prof. Dr. Osman Müftüoğlu ve Prof. Dr. Aytuğ Altundağ'ın tavsiyeleri, ayrıca Prof. Dr. Melih Us’un uyguladığı tedavi sayesinde epeyce kendime geldim. Fakat bu arada ilginç bir şey öğrendim. Antikor testleri gösterdi ki bugüne kadar hiç Korona’ya yakalanmamışım.

        Yani Prof. Ateş Kara’nın sürekli bahsettiği o asemptomatik hayalet taşıyıcılardan biri ben değilmişim.

        Oysa salgının en yoğun olduğu dönemlerde bile çalışmaya ara vermediğim için “Kesin bir ara kaptım ama fark etmeden atlattım” diye düşünüyordum.

        Prof. Melih Us bu konuda yalnız olmadığımı, yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de insanların yüzde 30’unun Korona’ya yakalandığına inandığını söyledi. Oysa salgına gerçekten yakalananların oranı sadece yüzde 1’miş.

        Ülkece iyimser bir paranoyaklık içindeymişiz meğer yani!

        Diğer Yazılar