Birden içinize neden doğar?
13. yüzyılın sonunda, Floransa’nın küçük bir kasabasında, fakir bir köylü ailenin çocuğu olarak doğan Giotto (Bondone) belki de o dönem insanlığın tüm fikri algılayışını değiştirecek bir yeteneğe sahipti. Köylü babasının kendisi gibi yetiştirmek ve koyun gütmesini istediği bu parlak çocuk bulduğu her taşa veya düz zemine sopayla resimler çiziyordu. Bir süre sonra yeteneği keşfedildi, elinden tutuldu.
Giotto, o zamana kadar yapılan “iki boyutlu” Ortaçağ minyatürlerine bir anlamda yaşam kattı. Resimlerine “üç boyut” verdi; gökyüzünü altın yaldıza değil, gerçek rengi maviye boyadı. Resimde derinlik diye bir şeyin olduğunu gösterdi, doğaya ait gerçekçi ayrıntıları tuvale soktu, sineği sinek gibi çizdi ki, ustası Cimabue bir gün tuvalin üzerinden eliyle kovalamaya çalışmıştı.
Rönesans’ın kendisinden yüz yıl önce Giotto, sadece yaşamı ve doğayı görmenin yeni bir yolunu sergilemekle kalmadı aslında. Onunla artık insanların veya hayvanların ifadelerinde ve bizde uyandırdıklarında, ilgi, merhamet ya da keder, coşku gibi belirli insan duygulanımları görünüyordu. Bu şunun için önemli: Ortaçağ kiliselerinin daha önceki iki boyutlu mozaiklerinde, bunları görmek için bir insan gerekmediği hissi vardı hep; yani mozaikler kendi ilişkilerini bizzat Tanrı ile kuruyorlardı. Kritik nokta bu işte: Giotto’da, resme bakmakta olan bir insan gerekiyordu; insan resme ilişkin duruşunu bir birey olarak sergilemeliydi. Böylece Rönesans’ta merkezileşecek ve sonraları insanın dünyayla ilişkisini değiştirecek yeni hümanizm ve doğayla yepyeni ilişki doğmuş oldu.
YARATMA CESARETİ (Rollo May - Çev: Alper Oysal / Metis Yayınları)KONUSUNUN NADİR ÖRNEKLERİNDEN
Giotto bu noktaya nasıl ulaştı? Ona belki de dünya tarihini değiştiren bu yaratıcı şuur nereden geldi? Yaratıcı insanlarda/sanatçılarda zuhur eden yaratım silsilesi nasıl şekilleniyor?Hangi bilinç ve bilinçdışı faktörler bu süreçte devreye giriyor?
Amerikan psikolojisinin ve varoluşçu psikoterapinin önde gelen isimlerinden, 1994’te aramızdan ayrılan Rollo May, “Yaratma Cesareti” adlı alanının nadir örneklerinden olan eserinde işte bunları anlatıyor. Kitabı aslında 90’ların başında, May yaşarken, ilk Türkçe baskısından okumuştum. Şimdi yeni baskısını 25 yıl sonra tekrar raflarda görünce alıp bir daha bakmak istedim. Eğitimin güdükleştiği; yeteneğe, cesarete, keşfetmeye ve yaratmaya giderek daha az değer verilen bir çağ ve coğrafyada belki daha üstten ipuçları bulunur diye düşündüm. Evet, kitap daha çok psikolojiye ilgi duyanların ve o terimlere hâkim olanların anlayacağı türden ama “kendimde yeni bir şeyler yaratayım” diyorsanız siz de biraz zorlamalısınız kendinizi, değil mi?
FİZİKSEL, AHLÂKİ, TOPLUMSAL
May, ilk olarak cesaretten bahsediyor, “yaratma cesareti”nden. Ona göre kendi evrimimizi, kendi farkındalığımızla (o saçma kelimeden değil, anlama, algı ve bilginin varlığından bahsediyor) etkilemeyi başarmalıyız yoksa gelecekte daha insanca ve adil bir toplum oluşturma şansını yitireceğiz. Bunun için de umutsuzluğun karşıtı olmayan ama “umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme” yetisi anlamına gelen “cesaret”e sahip olmalıyız. Şöyle diyor May: “Cesaret, sevgi ve sadakat gibi diğer kişi değerleri arasında yer alan bir erdem ya da değer değildir. Cesaret tüm diğer erdemlerin ve kişi değerlerinin altında yatan ve onlara gerçeklik kazandıran temeldir. Cesaret olmaksızın sevginiz salt bağımlılık olarak solar. Cesaret olmaksızın sadakatimiz uyumculuk halini alır.” Bu bağlamda fiziksel, moral (ahlâki), toplumsal olmak üzere üç cesaret türünden bahsediyor May. Bütün buralardan geçip, Giotto da kendi anlamını bulan “yaratıcı cesaret”e ulaşıyoruz. Burada bazı tezatlar söz konusu. Mesela “moral cesaret” yanlışların düzeltilmesiyken, onun zıttı olan yaratıcı cesaret yeni bir toplumun inşasında yeni biçimlerin, yeni sembollerin, yeni modellerin bulunmasıdır.
May’e göre her uğraş yaratıcı cesaret gerektirebilir ve gerektirir. Günümüzde teknoloji ve mühendislik, siyaset, iş dünyası, eğitim, tüm bu uğraşlar köklü bir değişimin ortasındalar ve bu değişimi değerlendirip yönlendirecek cesur insanlar gerekmekte. Ama May’in bu kitapta asıl üzerinde durduğu, “yeni biçimleri ve sembolleri hemen dolaysızca ortaya çıkaran” sanatçılar: Oyun yazarları, müzisyenler, ressamlar, dansçılar, şairler ve de dinsel alanın şairleri olan ermişler.
YOKSA RUH HASTALARI MI?
Sonra yaratıcılığın doğasına geçiyoruz. Bir soruyla başlayalım. Gerçekten yaratıcı insanlar aslında birer ruh hastaları mı? “Yaratıcılık ve özgünlüğün, kültürlerine uymayan kişilerde bütünleştiği apaçık. Yaratıcılığın kendi özel kültürümüzde ciddi psikolojik sorunlarla bütünleştiği muhakkak” diyor May. Çıldıran Van Gogh, şizoid Gaugin, alkolik Poe ve çöküntü içindeki Virginia Woolf ne güzel örnekler işte. Ama bu, zorunlu olarak, yaratıcılığın nevrozun ürünü olduğu anlamına gelmez May’e göre: “Yani, sanatçıların nevrozunu psikanalizle tedavi edersek artık yaratamayacaklar mı? Yeteneğin hastalık, yaratıcılığın da nevroz olduğunu sokuşturmaya çalışan bu savlara karşı gerçekten güçlü bir tavır almalıyız.” Öyleyse yaratıcı nasıl biridir? “Yeni bir gerçekliğe yaşam verenlerdir bunlar. Kendi ifademle, insan bilincini genişletenler bu kişilerdir.”
Peki yaratıcı süreç nasıl işliyor? (Ki asıl çarpıcı olanlar da bu bölümler ama ben bir özet geçeceğim sadece).
Öncelikle yaratıcı faaliyet için mutlaka bir “karşılaşma” olmalı. Mesela bir ressam, resmetmeyi amaçladığı kır manzarasıyla karşılaşır, ona bakar, onu şu ya da bu açıdan gözler. “Karşılaşma kavramı, yetenek ve yaratıcılık arasındaki önemli ayrımı da daha net kılmamıza yarayacak” diyor May. Şöyle: Yetenek nörolojik karşılıklara sahip olabilir ve bireye verili bir şey olarak ele alınabilir. Bireyin, kullansa da kullanmasa da yeteneği olabilir; yetenek bireyde şu ya da bu olarak ölçülebilir. Ancak yaratıcılık öyle değil. Yaratıcılık sadece yaratıcı faaliyette görünebilir. İsimler üzerinden gidelim: “Bazen, Picasso örneğinde olduğu gibi, büyük yetenekle birlikte büyük karşılaşmaya, bunun sonucunda da büyük yaratıcılığa sahip olabiliriz. Bazen sahip olduğumuz, -birçoklarının Scott Fitzgerald örneğinde hissettiği gibi- büyük bir yetenek ve güdük bir yaratıcılıktır. Bazense pek fazla yeteneği olmayan yüksek bir yaratıcılık olabilir. Amerikan sahnesindeki yüksek düzeyde yaratıcı simalardan biri olan romancı Thomas Wolfe’un ‘yeteneksiz dahi’ olduğu söylenmiştir. Onu böylesine yaratıcı kılan, kendini malzemesinin içine tümüyle fırlatması ve bunu söylemek için gösterdiği mücadeleydi –büyüklüğü karşılaşmasının yoğunluğundan geliyordu.”
Evet, yaratıcı faaliyetteki ikinci önemli unsur, “karşılaşmanın yoğunluğu.” Gömülmek, emilmek, kapılıp gitmek, bütünüyle dalıp gitmek vs... May’e göre hangi isimlerle adlandırılırsa adlandırılsın has yaratıcılık, yoğun bir farkındalık, bir bilinç artışı ile nitelenir. Yanlış anlaşılmasın. Farkındalığın bu yoğunlaşması, bilinçli veya istençli bir amaçla bağlantılı olmak zorunda değildir. Dalgınken, rüyalarda ya da bu gibi bilinçdışı düzeylerde de meydana çıkabilir.
RÜYADA GELEN FORMÜL
May, sonraki bölümlerde bilinçdışının yaratıcılığa etkisi üzerinde daha yoğun duruyor. Yaratıcılığın sınırlarından bahsediyor –ki ona göre ‘insanın olanakları sınırsızdır’ savı şevk kırıcı. Bu bölümlerde verdiği örnekler ve anlattığı yaşanmış hikâyeler yaratıcı sürecin nasıl gerçekleştiği konusunda daha açıklayıcı. Mesela seçkin profesörün hikâyesi. Bu profesörümüz, özel bir kimya formülünü bir zamandır başarısız bir biçimde araştırmaktadır. Bir gece rüyasında formülün neticelenmiş bir şekilde karşısına çıktığını görmüş. Uyanmış, karanlıkta eline geçen tek şey olan bir bez parçasına formülü heyecanla yazmış. Fakat ertesi sabah kendi çiziktirdiklerini okuyamamış. Ondan sonraki her akşam, düşünü tekrar düşleme umuduyla yatmaya başlamış. Şansa bakın ki, birkaç akşam sonra bunu becermiş ve formülü kaydedebilmiş. Bulduğu formül araştırdığı formülmüş ve sayesinde Nobel ödülü kazanmış.
Profesörümüz formülü rüyasında yaratmadı tabii. Üzerinde yıllarca düşündü, çalıştı ama o yoğunlaşmalarda bulamadığı formül bir rahatlama anında zuhur etti.
Bu bize bir şey anlatıyor: Kafanızda şimşek bir anda çakmıyor, birden içinize doğmuyor. Her ne olursa olsun, boş boş oturup “gelsin beni bulsun” diye beklerseniz, daha çok beklersiniz.
**
İKİ TAVSİYE
Modern Klasikler Dizisi’nin bu kitabında İngiliz romancı Greene, Ostende’den İstanbul’a uzanan bir tren yolculuğuna çıkan bir grup insanın başından geçenleri anlatıyor. Etnomüzikolog Reinhard ise 33 yıl boyunca alanda çalışmış ve âşıklarla ilgili en kapsamlı eseri hazırlamış. Yakından tanımak lazım.
İstanbul Treni (Graham Greene -İş Kültür)
Türk Aşık ve Ozanları (Ursula Reinhard -YKY)