Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Türkiye’nin ve belki de bu coğrafyanın çok kritik dönüşüm günlerinde mesleğe başlamışsınız. Bugünden o günlere baktığınızda, Çinlilerin bedduasında olduğu gibi, “Bu kadar da ilginç zamanlarda yaşanır mıydı” diyor musunuz?

        Bu çok güzel bir benzetme oldu. Özellikle Ortadoğu coğrafyası hakkında tam yerini buldu bu benzetme. Belki de Saddam Hüseyin’in bedduası tutmuştur. Mesleki anlamda bana Ortadoğu kapısı Saddam’ın idamıyla açıldı. Bu konuda kitapta yer verdiğim bir bölüm bulunuyor; “Saddam’ın kehaneti” olarak bilinen bir sözü var; “ABD’nin ilk bombası Irak’a düştükten sonra hiçbir şey, Ortadoğu için de ABD için de aynı olmayacak” demişti ve olmadı da. Saddam’ın uyguladığı politikaların doğruluğu yanlışlığı ayrı tartışma ancak coğrafyada çok şey değişti ve bu değişimler Türkiye’yi de direkt ilgilendiriyor. Bir kere bölgede güç dengeleri ve saflar değişti. Sınırlar değişti. Özerk yönetimler kuruldu. Türkiye’nin sınırları için duyduğu kaygıdan ötürü düzenlediği “Barış Harekatı” da, Saddam sonrasında oluşan otorite boşluğundan doğan DAEŞ ve alan genişletmeye çalışan PKK’ya ve Hafız Esad’ın ölümünden sonraki yıllara denk gelen süreçte Suriye’de kurulan PYD’ye karşı sonuçta. İç politika ile dış politikanın birlikte anıldığı şu dönemde –ki aslında bu Bill Clinton’ın “genişleme ve angajman” doktrininin günümüze yansımasıdır– uluslararası siyasetteki uygulamalar da çok hızlı değişiyor ve Türkiye de haklı olarak kendi çıkarları doğrultusunda manevralar yapmak durumunda kalıyor. Bu dönemde, o atasözünün sahibi Çin de dahil olmak üzere, hepimiz o “beddua”nın etkisine maruz kalıp, ona karşı koruma mekanizmaları geliştirmeye çalışıyoruz.

        Saddam’ın idam edildiği günün ertesinde Filistin’deydiniz. Gazze’de protestolar vardı. Yıl 2006. O sokaklarda çok korktuğunuz belli. O dönem, bölgede geleceğin bugünkü gibi şekilleneceğini düşünür müydünüz ya da tarihi anlara tanıklık ettiğinizin farkında mıydınız?

        Evet farkındaydım ama dönüşümün bu kadar keskin ve çabuk olabileceğini öngörmek zordu benim için. Filistin sorunu zaten vardı, ancak Saddam’ın ölümüne saniyeler kala “Filistin Araptır” demesi başka bir şeye işaret ediyordu bölge açısından. Yani kendi ülkesi Irak’la ilgili değil, Filistin’e dair mesaj vermişti Saddam. Zıt kutuplar sokakta birleşmişti; Hamas, El-Fetih, İslami Cihad, Saddam’ın idamını “Amerika’nın zannettiği gibi Saddam’dan sonra hiçbir şey düzelmeyecek. Arap dünyasının saldırıları kat kat artacak” diye yorumluyordu ağız birliği yaparak. Filistinlilerin söyledikleri bir yana, coğrafyada dengelerin değişeceği kesindi. Zaten sonrasında bölge genelinde mezhepsel çatışmaların genişlediğini ve DAEŞ gibi yeni terör örgütlerinin oluştuğunu gördük. O güne kadar ABD’nin Ortadoğu politikası başlığında sadece İsrail ve petrol faktörünü tartışıyorduk. Sonra bu başlıklara yenileri eklendi. Bunların Şii korkusu, Amerikan karşıtlığı ile mücadele, uluslararası terörizme karşı mücadele ve İsrail’e alternatif olarak düşünülen Kürtlerle ilişkiler başlıkları olduğunu söylemek mümkün. Saddam’ın idamından sonra Arap Baharı süresince diğer liderlerin iktidarlarının “sonlandırılış” şeklini tahmin edemezdik ama. Bence ABD, uzun süre destek olup liderleştirdiği isimleri belli zaman sonra “semboller”le yok etmeye başladı ve bu da dönüşümün simgesi haline getirildi. Mesela Saddam’ın darağacındaki o görüntüsü bir semboldü, herkes şu anda onu böyle hatırlıyor. Kaddafi’nin göğsüne hançer geçirilmiş fotoğrafının servisi de bence bir sembol. Herkes onu da en son bu şekilde hatırlıyor. Hüsnü Mübarek’in kafes içindeki karesini hatırlayın. O da benzer bir dönüşüm işareti. Tunus lideri Zeynel Abidin’in Suudi Arabistan’da neredeyse hapis hayatı yaşayıp öldüğü o ev de bir semboldü bence ve tüm bu tarihi anlara aslında birlikte tanık olduk.

        YUNAN İSTİHBARAT SUBAYININ ANLATTIKLARI…

        Anlattığınız görüşmelerin en ilginçlerinden biri de Öcalan’ın yakalanışına kadar ona refakat eden Yunan İstihbarat Subayı Savvas Kalenderidis ile tamamı yayımlanamayan röportaj. Öcalan’ı Yunanistan’a Türkiye’nin gönderdiğini, daha doğrusu bunun bir ABD-Rusya-Türkiye planı olduğunu söylüyor. Buna o gün veya bugün inandınız mı?

        Onun ağzından bu cümleleri duyduğumda çok şaşırdım ve sorumu tekrarladım. “Ben mi yanlış anladım” kaygısına kapıldım o an. Kalenderidis’in açıklamalarının detaylarını kitaptan okuyabilirler ancak şöyle toparlayayım. O röportajda Kalenderidis, 1619 Rum’un Kıbrıs’ta kaybolması sonrasında Denktaş’tan bu konuyla ilgili yanıt alamadıklarını söylüyordu. Rum halkının tepkisi üzerine, “düşmanımın düşmanı dostumdur” düşüncesiyle Kürtlerle temasa geçtiklerini, bunun üzerine Türkiye ile ilişkilerin daha da gerildiğini söyledi. Bahsedilen yıllarda ABD Başkanı Bill Clinton’dı. Bu anlamda dönemi biraz daha geniş perspektifte okumak gerektiğini düşünüyorum. Soğuk Savaş sonrasında Clinton’ın temel prensiplerinden biri ABD’nin ekonomi-politiğini dünyaya yaymak, yaydıktan sonra da genele angaje olarak üstünlüğü elde tutmaktı. Angajmanın kolay olabilmesi için de “sorunlu” dediği ülkeler arasına uzlaşmalar sağlamaya çalışıyordu. İsrail ile Filistin, Lübnan ile Suriye, İsrail ve Suriye arasındaki arabuluculuk çalışmaları da bundan kaynaklıydı. Bu arada Bill Clinton’ın dönemin Rusya Devlet Başkanı olan Yeltsin ile de arasının son derece iyi olduğu hatırlanmalı. Doksanlı yıllarda Türkiye ve Yunanistan arasında gelinen nokta, Türkiye ile olan sıkı ilişkilerinden ötürü ABD’yi rahatsız ediyordu. Türkiye’yi ekonomik anlamda kendi etkisi altında tutmak ABD için önemliydi. Bu anlamda Kalenderidis’in söylediği gibi Öcalan’ın aslında Rusya’da yakalanma ihtimali olduğu ancak bu durumun Türk-Yunan ilişkilerinde lehe çevirmek için bir koz olarak kullanılabildiği olasılığı düşünülebilir. Bu, Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rumlarının Kürtlerle arasının bozulmasına ve Türkiye’nin üstünlük sağlamasına yardımcı olmak için ABD tarafından hazırlanan ve Clinton-Yeltsin anlaşmasıyla uygulanan bir strateji olabilir.

        HABERCİLİKTE “ERGENEKON” ETKİSİ

        2006 yılında dış haberlere bulaşmanız, “içerdeki” Ergenekon davası korkusuyla olmuş. O dönem pek çok gazetecide olduğunu söylediğiniz, “Bu işlere bulaşmayım” korkusuyla. Bugün olsa yine “dışarı” yönelir miydiniz, yoksa “Şimdi dış da iç de riskli, ben bu işi hiç yapmayım mı” derdiniz?

        Aslında bunun adına korku değil de, içinde bulunulan belirsizlikten ötürü duyduğum kaygı diyelim. Çünkü Ergenekon davasıyla birlikte gelişen süreçte haber merkezlerine ya da bireysel olarak gazetecilere gelen bilgilerin hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu kestirmek zordu. Bilgi kirliliği hat safhadaydı. Üzerlerinde sayfa numaraları bile olmayan word çıktısı belgeler, resmi belge, ifade… vs adıyla havada uçuşuyordu. O dönem şahit olduğum olayların kendimle ilgili aldığım kararda etkisi büyüktür. Mesela, 2008’de Aktütün Karakolu’na düzenlenen saldırıdan TSK’nın çok önceden bilgisi olduğu iddia edilmişti ve PKK’nın sınırdan geçtiği anlar olarak iddia edilen uydu görüntüleri ilk defa çalıştığım kuruma gelmişti. Doğruysa müthiş bir haber değeri vardı ancak görüntülerin koordinatları araştırıldı ve hatalı çıktı, bizim kanalda yayınlanmadı. Oysa iki gün sonra bir başka gazetenin manşetine taşındı. Bu gibi telafisi imkânsız hatalar yaparak birilerine haksız yere zarar vermekten çekindim evet, çünkü bazı şeyler bir muhabir olarak benim inisiyatifimde değildi. Siz de biliyorsunuz, bazı şeyleri “yap” denince yapmak durumunda kalabiliyor bir muhabir. Bir diğer konu da suçluluğu henüz ispatlanmamış isimlere “suçlu” damgası vurulmasıydı. Bugün, o döneme ait uygulamalarda hataların yapıldığı zaten kabul edilmekte. Bununla ilgili benim için bir diğer kırılma noktası Kuddusi Okkır’ı haber için gittiğim hastanedeki odasında ölüm döşeğinde gördüğüm andır. Bir yıl boyunca neyle suçlandığını bilmeden hapishanede kalmıştı, Ergenekon’un kasası denmişti onun için. Kanserle mücadelesinin ilk döneminde hastaneye kaldırılmasına izin verilmemişti ve ben onun son günlerini haber yapıyordum. Sonradan suçsuz olduğu anlaşıldı. O odadan çıktığımda vicdanımın altında ezildiğimi söyleyebilirim. Bu olaydan kısa süre sonra da TRT Türk’ün Erbil temsilciliği teklif edilince hiç düşünmeden kabul ettim zaten. Yani dış habere ağırlık vermem, siyasi otoriteye karşı duyduğum “korku” nedeniyle değil, hata yapma riskiyle aynaya baktığımda vicdanımla olan muhakememdendir. Dolayısıyla konu haber olduğunda, sonucu ne olursa olsun, bireysel olarak içeriye ya da dışarıya karşı bir risk kabul etmiyorum ve etmeyeceğim. Buna dair de bir korkum yok açıkçası. Ancak o faktör çalıştığınız kurumun duruşuna göre şekillenebiliyor, zaten ona göre kendi duruşunuza yakın olan yerlerde çalışmayı tercih ediyorsunuz.

        “İLERİDE DİĞERLERİNİ DE YAZARIM”

        Habercilikte biriktirdiğiniz gizli kalan anıları, yaşanmışlıkları neden bugün paylaşma ihtiyacı duydunuz?

        Süreç olarak bu döneme denk geldi. Bir gün yazacağımı biliyordum. Zaten o nedenle kendi arşivime en başından beri gözüm gibi baktım diyebilirim. Her şeyi biriktirdim, hep sağa sola notlar alıp sakladım. Ama zamanlama yayınevim sayesinde oldu. Kendimi yazmak için hazır hissettiğim bir süreç değildi ancak yayınevi sahipleri teşvik edince “peki” dedim.

        Hâlâ kendinize sakladıklarınız var mı?

        O kadar çok ki… Irak, Suriye, Gürcistan, İsrail, Filistin, Afganistan ve Türkiye’de yaşadıklarıma dair çok şey birikti. Kitapta hangi olaylara yer vereceğim konusunda zorlandım diyebilirim. Hepsini aynı kitapta yazmaya kalksam, o kadar kalın bir kitabın hem basımı hem de okuması zor olacaktı. Arşivimin bu konularla ilgili altı yüz kırk saatlik bölümünü izledim. Belki ileride diğerlerini de yazarım. Zaten bu kitapta bazı olayların sonu, devamını getirebileceğim şekilde bitiyor.

        “O dönemde yayımlayamadıklarım” diyorsunuz. Ama bu aynı zamanda gazetecinin kendi sorumluluğu değil mi? “O zaman yayınlanmadıysan şimdi neden yayınlıyorsun” denmesinden korkmuyor musunuz?

        Hayır korkmuyorum. Her şeyden önce, eğer muhabirseniz, tek başınıza buna karar verme şansınız olmuyor. Ben bu haberleri yaptığım dönemde zaten yayınlansın diye hazırlamıştım. Hatta yayınlanmadığında da çok üzülmüştüm. Çalıştığınız kurumun hassasiyetlerini göz önünde bulundurmanız gereken durumlar oluyor. Ayrıca dönemsel hassasiyetler düşünülüyor ve bazı şeylerin doğru zamana bırakılması gerekiyor. Bir de bülten içindeki süre sıkıntısı vardı tabii. Ben bu olayları 45 dakikalık ana haber içinde iki–üç dakikalık haberler olarak hazırlamak zorundaydım. Olayların hikâyelerini ve tamamını yayınlamak için de bülten içinde yeterince yer yoktu. Bir nedeni de, bazı kişilerin “itiraflarını” haberleri yayınladıktan sonra dinlemiş ve öğrenmiş olmam. “Kerkük’ten gelen o ses: Azizim” ve “Bir kız vakası daha” hikâyeleri, öyle olanlardan ikisi. Bu arada Kuzey Irak’ta gerçekleşen “Mihr-ü Mah’a Büründü Gündüz Gece” hikâyesini yazabilmem için, hikâyelerin baş aktörlerinden onayı yeni aldığımı söylemeliyim. Çünkü bu hikâyeler başkalarının özel hayatlarını da içeriyor.

        “O BÖLGENİN KÜLTÜRÜNÜ BİLMELİSİNİZ”

        Bu “itiraf” dolu hikâyeler Irak’ta, Filistin’de, Suriye’de, İtalya’da, Yunanistan’da, Kırgızistan’da ve Türkiye’nin doğu bölgesinde yaşandı. Hangisi en zorlusuydu ve neden?

        Sıcak bölgelerde haber toplamak tabii ki her zaman daha zordur ancak belirttiğiniz gibi tarihi anlara tanık olurken oluşan hareketlilik, operasyonlar ve fiziki koşullar açısından Irak ve Filistin daha zordu. Psikolojik olarak en çok zorluk çektiğim olay ise “Söz” isimli hikâye. Çünkü orada teslim olup muhbirlik yapan bir PKK’lıya röportaj yapmak için ısrar ettiğimi ve onun istemediğini göreceksiniz. Tanınmayacağına dair söz vermiştim ve elimizden gelen her türlü gizlemeyi yapmıştık ancak tanındı ve açıkladıklarının önemi nedeniyle röportaj sonrasında öldürüldü.

        Tehlikeli coğrafyalarda, tehlikeli isimlerle haber yaparken kadın olmak risk mi, avantaj mı? Yoksa bir fark yok mu sizce?

        Fark yok dersek kendimizi kandırmış oluruz. Avantajları ve dezavantajları var tabii. Bir kere ilk avantajı, eğer Ortadoğu coğrafyasında çalışıp, kontrol noktalarından geçerek yasak olan bir yere arabayla ulaşmanız gerekiyorsa, kendinizi ve kameranızı siyah çarşafla kamufle edip bunu başarabiliyorsunuz. Bu şekliyle erkek olan çok meslektaşıma haber atlattığım doğrudur. Aynı yöntem batıda tam tersi işler. Bölgelere göre yöresel kıyafetleri hâlâ dolabımda saklarım. Bu arada gittiğiniz coğrafyanın kültürünü, kadınlara bakışını ve geleneklerini de önceden araştırmanız gerekiyor. Irak’ta Mukteda El-Sadr’ın tarafından biriyle röportaj yapacaksanız, tokalaşmak için elinizi uzattığınızda ters teper mesela. Onun yerine göğsünüze götürüp “Selamün Aleyküm” derseniz, baştan güven verirsiniz. Aynı şey gittiğiniz yerin kültürel durumuna göre erkeklerin gözlerine bakarak konuşmak için de geçerli. Nerede bakıp nerede bakmamanız gerektiğini bilmelisiniz. Eğer onların kültürüne saygılı davranırsanız işiniz kolaylaşır. Bunun bir kadın tarafından yapılması daha önemli. Dolayısıyla olayın gidişatını avantaja çevirebilirsiniz. Bazı çevreler kadın olduğunuz için sizi daha “zararsız” görebilirler. Dezavantaj olarak, kadın olduğunuz için sizi kabul etmek istemeyen kültürler ya da taraflar olabilir. O zaman röportaj için izin almak ya da bir yere yürüyerek girmek zor hatta imkânsız olabiliyor. Bir itiraf da benden gelsin burada; tuvalet, kadınlar için büyük sıkıntı bölgede. Oralarda hijyeni beklemeniz saçma oluyor. Bir de tabii dönemsel olarak yaptırmanız gereken aşılar var. Yemek konusunu da asla dert etmemeniz lazım. Eğer gerçekten sıcak ve sıkıntılı bir bölgedeyseniz, ne bulursanız onu yiyorsunuz. Diğer konu, kadınların kas yapısı erkeklerle aynı olmadığından, herhangi bir durumda harekete geçebilmeniz ya da kaçabilmeniz için kondisyonlu olmanız gerekebiliyor.

        DÜNDEN BUGÜNE NE DEĞİŞTİ?

        Sizin başladığınız süreçten, yani 2005 sonrasından itibaren gazetecilik nereden nereye savruldu?

        Ben meslek hayatıma 2001’de Ankara TRT Haber Merkezi’nde stajyer olarak başladım. Her şeyden önce TRT’nin yapısı ve işe alım prosedürleri değişti. Eskiden TRT’nin kadrosuna almak için ender zamanlarda açtığı zorlu sınavlar vardı. Şimdi yine sınavlar yapılıyor ancak sözleşmeli personel sayısı çok daha fazla. Bu da “TRT okulu”ndan mezun gazeteci sayısının azalmasına ve uygulamada değişikliklere neden oldu. Sonra, TV8 haber kanalı olduğu dönemde orada devam ettim ancak sanırım o süreçte tematik kanala hazır değildi Türkiye. Sonra Mehmet Ali Birand’la kesişti yolum. Onun ve aynı dönemin gazetecilerinin gözü karalığı bizlere de bulaştı. Daha “saldırgan” haberler hazırlayabiliyorduk. Saldırganlıktan kastım, inandığımız şeylerin izini ısrarla sürüyorduk. Ergenekon iddianamesinin gündeme gelmesiyle ise bence işler değişti gazetecilikte. Arada sıkışıp kalmışlık, bazı usta kalemlerin usanarak tamamen meslekten kopmasına neden oldu. Pek çok değerli meslektaşım da zamanla kendilerine yeni iş alanları buldular. Bazılarıysa zamanın koşulları tarafından yıldırıldılar. Aralarındaki savaşçı ruhlu üstatlar ise iyi kötü bir yerlerden seslerini duyurmaya devam etti. Bazı kıymetli meslektaşlarım da faturalarını ödeyebilmek uğruna uçlara oynayarak ayakta kalmaya çalıştı, tarafsızlık ilkesinin “esas” olması gerekliliğini bir yana bırakarak... Mesleğin koşulları da değişmeye başladı. Habere ayrılan bütçeler kısıldı, haberciliğin temeli olan muhabirliğe bakış değişti... Genç muhabir arkadaşlarım parti liderlerinin programlarını takiben saat başı canlı yayınlara sürüklenirken, çoğunlukla kendi haberlerini yazmaya vakit bulamadılar. Bir konu üzerinde yeterince araştırma yapmaya vakit bulamadıklarından, “araştırmacı-gazeteci” kavramı da erimeye başladı. Bütçelerin kısıtlılığı ile haberi kovalama şartlarının daralması, editörleri saat başı yayınlarla bülten doldurmaya zorladı. Böylelikle “özel haber” kavramı da içini tam olarak dolduramaz oldu. Yine o yıllardan günümüze, “tartışabilen” Türkiye’ye duyulan özlemden olsa gerek, bütçeleri de daha düşük olan tartışma programlarının sayısı arttı. Sahada hazırlanan programlar unutuldu sanki.

        *

        İKİ TAVSİYE

        Zamana yapılan bu edebi seyahatte müteveffa yazarlarla söyleşiler var. İçinden Konfüçyüs, Yunus Emre, Balzac, Umberto Eco’nun birlikte geçtiği eğlenceli ve bilgi dolu bir zaman makinesi… Adli bilim kraliçesi ise iyi ile kötüyü, doğru ile yalanı birbirinden ayırmaya çalışanların zorlu dünyasından son gelişmeler ve ilginç vakaları anlatıyor.

           Derde Deva Randevu (Murat Menteş / Alfa)
        Derde Deva Randevu (Murat Menteş / Alfa)
        Çürük Elmalar Masum Mahkûmlar (Sevil Atasoy / Doğan)
        Çürük Elmalar Masum Mahkûmlar (Sevil Atasoy / Doğan)

        Diğer Yazılar