Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1950’lerin sonunda, Demokrat Parti rejimi altındayız. “Muasırlaşma” çabaları çerçevesinde İstanbul’da ulaşımı sağlayan faytonların kaldırılıp yerine otomobillerin getirilmesi için hummalı, bir o kadar da “bel altı” çalışmalar yürütülmektedir. Bu süreçte işgüzar, kraldan kralcı bürokrat Barış bir tarafta; Aşkar ve Atbey’in sahibi kalender faytoncu Süleyman diğer taraftadır. Gerçi romanda çok sonraları karşı karşıya gelirler ama bu ikisinin arasındaki çatışma aslında eski ile yeninin, Doğu ile Batı’nın, maddi ve manevinin çatışmasıdır.

        Süleyman’ın oğlu Feyyaz ve evlenmek istediği Vesile; Barış’ın eşi Birce ve bürokrat arkadaşları; fayton durağının kahvecisi Turşu Baba ve tayfasının aralarında geçen her konuşma semboller üzerinden aslında eski ile yeninin mücadelesi gibidir. Ortada bir “muasırlaşma” sancısı vardır ve yağmurun yağmamasıyla bize anlatılan bu sancı, dramatik bir şekilde sona erer.

        Elvan Kaya Aksarı, dilin de öne çıktığı başarılı bir ilk roman kaleme almış. Zaten yayınevi ona ilk roman ödülünü de vermiş. Son dönemin okunması gereken romanı ve tabiri caizse gelecek vadeden yazarı deyip sözü Aksarı’ya bırakayım.

        AT SANCISI (Elvan Kaya Aksarı - Everest Yayınları)
        AT SANCISI (Elvan Kaya Aksarı - Everest Yayınları)

        “ADRESİ TESPİT ETSEK, KOLAY”

        Kurgusu, dili, heyecanı itibarıyla bir ilk roman olarak çok başarılı “At Sancısı.” Normalde sorulacak bir soru değil ve öyle hissedilmiyor ama atlara özel bir merakla mı başladı bu kitabı yazma serüveni?

        Aslında at ve atçılık bu topraklardaki herkes için muteber kavramlardır. Hiç ata binmeyen bir insan dahi muhtemelen herhangi bir zaman böyle bir hevese kapılmıştır. At üzerine müstakil bir edebiyatımız var desek yeridir. Ama esasen benim daha ziyade ilgimi çeken şey henüz 30-35 sene evvel ülkenin kurtarıcısı olarak görülen atların bir şekilde ıskartaya çıkartılması oldu. Keza 50’li yıllar sosyolojik saptamalara elverişli, hayatın hızlı aktığı ve bizim sütün muadili olarak süt tozunu keşfettiğimiz yıllardır.

        Asıl izleğe dönersek; Tanpınar’dan Orhan Pamuk’a, Türk romanında Doğu-Batı / eski-yeni kavgasının ya da arada kalmışlığının önemli bir yeri var. Attan arabaya geçiş istikametinde, sizin roman da bu yolun bir parçası sanki...

        Evet, bilhassa yerli romanın temelde kullandığı açmazların başında Doğu-Batı çatışması gelmektedir. Metin Eloğlu’nun “Türkiye’nin Adresi” adında bir şiir kitabı vardır ya hani, bu isimlendirme bana kalırsa mevzuyu düğümlüyor. Türkiye Doğu’nun Batı’sı mıdır, Batı’nın Doğu’su mudur; kısacası Türkiye’nin adresini bir tespit edebilsek gerisi çorap söküğü gibi gelecek.

        Bitmeyen meseledir; Batılılaşarak/modernleşerek kazandık mı, yoksa kaybettik mi? Türkiye’de siyaset de bu iki başlık etrafında yol ayrımı yaşıyor zaten. Ama sizin romandan sanki “kaybettik” sonucu çıkıyor… Özellikle son sayfada…

        Bunun sağlamasını yapmak için modernliğin karşısında mevzilenen kişilere bugün o modernitenin sunduğu nimetlerden yoksun kalmayı göze alıp alamayacaklarını sormak gerekir. Zannederim ki, çoğunluk istifade ettiği imkânlardan fedakârlık göstermeyecektir. Bugün artık uç fikirleriyle gündeme gelen kişiler bile kravatlıdır ve kravatın diğer bir adı da “medeniyet yuları”dır. Ben yine de kazançlı olduğumuzu düşünenlerdenim lâkin bu kazanım yüzünden, binlerce yıllık bilgi ve görgü birikimini de telef etme heveslisi değilim.

        “PARANIN İDEOLOJİLEŞTİRİLDİĞİ DÖNEM”

        Romanın iki ana karakteri Süleyman ve Barış. Biri kalenderliğin, karakter sahibi olmanın, kıt kanaat “düzgün yaşamın” sembolü. Diğeri karaktersizliğin, düzenbazlığın, kraldan çok kralcılığın. Bu iki zıt karakter de bu ayrışmanın sembolü herhâlde.

        Tezatlık nazımda da, nesirde de güçlü ve eski bir edebî sanattır. Kalemle altını çizemediğiniz yerin tezat sayesinde anlamını kuvvetlendirmiş olursunuz. Buna rağmen en başta Süleyman ve Barış’ın da aynı kültürel genetiğin sonucu olarak birçok müşterek tarafını bulmak mümkün. En başta ikisi de kendini ve hayatı sorguluyor, ikisinin hayatında da devingen bir muhasebe anlayışı hakim. Hiçbir şey sabit değil.

        Barış’ın eşi Birce, “Şimdi şehirdeki sokaklardan atları çekmek isteyen Adnan Bey, zamanında ezanı eskiye döndürüp Halk Evleri’ni kapatan ve malına mülküne el koyan beyefendi değil nadir? Neden sürekli bir şeyler ilerleme adına dayatılıyor” diyor. “Eskinin” ve “düzgünün” kaybediliş sürecinde Menderes döneminin ayrı bir payı var gibi hissediliyor romanda. Bir baskı rejimi… Yoksa sadece kitabın geçtiği dönemle ilgili bir tesadüf mü bu?

        Missouri zırhlısı İnönü döneminde gelmişse de Menderes iktidarında kalıcı olarak demir attı diyebiliriz. Geniş yolların inşası o yolları dolduracak otomobillerin de ithal edilmesini gerektirdi. İnönü zamanında ABD’yi keşfetsek de Kolomb misali onun ne olduğunun farkına varamamıştık, Menderes döneminde ise Kore Harbi ile birlikte kalıcı bir ittifakın tüfekleri çatılmış oldu. Menderes dönemi feodalitenin küresel sermayenin emrine girdiği ve İttihat Terakki’den beri sürdürülen manevi/mistik ülkülerin yerini paranın ideolojileştirildiği bir düzene terk ettiği bir zaman dilimidir.

        Turşu Baba taifesinden, sanırım Salih Murat Bey’in şu sözleri bizi güzel özetliyor aslında: “Anadolu ne kilit ne anahtar olmayı becerebilen bir ahali yarattı.”

        Anadolu tabir-i caizse torpilli bir coğrafya. Kültürel birikim, coğrafî konum hatta değişken iklim özellikleri bile onu besleyecek nitelikte. Anadolu’da inşa edilen onca medeniyet bir yerde dursun, geçiş güzergâhı olmasından ötürü Gılgamış’ın varyantlarından Helenizm’in sanatkâr dokunuşlarına değin birçok unsura bu topraklarda rast geliriz. Ama en başta süreklilik yoktur bizde. Devasa kayaları oyan ve yoran dalgaların kudreti değil istikrarıdır. Biz “Lale Devri” gibi çoban ateşlerinden medet umuyoruz, halbuki ihtiyacımız olan şey okul/ekol yaratmaktır.

        “DERDİMİZİ ÜST MERTEBEYE HAVALEDE USTAYIZ”

        1958 Eylülü’ndeyiz. Romanın başından beri beklenen ve gelmeyen bir yağmur var. Yağmursuzluk sancısı; sonunda sancı diniyor ama…

        Yıllar önce bir kasım akşamında Erzurum’a gittiğimde ev sahibi dostum, “Henüz kar yağmadığı için şehir gergin” demişti. Neyse ki o akşam kar başladı. Kadim çağlar kadar olmasa da tabiata borçlu ve bağlıyız. Bugün de kendi adımıza küresel ısınmanın sancılarını çekiyoruz. İnsan derdini gamını kendinden bir üst mertebeye havale etmekte ustadır. Yağmur sıkıntısını biraz da buna yormak gerekir.

        İstanbul’da o yıllarda faytonlar ve durakları kalkıyor ama “şimdilik Adalar’a dokunulmuyor.” Dönüp bugüne geliyoruz. Şimdi neredeyse o Adalar’daki faytonların kalkmasını istemeyen yok. Görüntüler ortada zaten ama o günden bu yana atlar mı değişti, arabacılar mı ki, rüzgâr ters yöne; faytonlara doğru döndü?

        Bu konu epey çetrefilli. Sözlerime dikkat etmem gerekiyor. Bugün öykündüğümüz birçok Evropa memleketinde atlı taşımacılık ve hatta atlı kolluk güçleri mevcut. Bizde teftiş müessesinin hakkı veriliyor kanısında değilim. Liyakat esas tutulduğu takdirde atlardan kurtulmak istemek bana pek gerçekçi gelmiyor. Atlara uygun bir doğa mı bıraktık ki atları salalım? Hipodromlarda, sirklerde, hayvanat bahçelerinde tutulanlar pamuk şekerinden mi imal ediliyor? Benim eşrafımda faytoncu yok hatta ben faytona binmiş de değilim. Ama bu işin oluru sertifikalı bir tedrisattan, yasal yükümlülükleri olan bir denetim mekanizmasından geçiyor. Yaşar Kemal’in “o iyi insanlar”ı artık “o güzel atlar”dan mahrumlar ve biz bir şeye iyilik yapmak istediğimizde onun azalarak yok olmasını temenni eder gibiyiz. Umarım meramımı doğru arz edebilmişimdir.

        “MUTLAKA İSTANBULÎ TAVRA DÖNMELİYİZ”

        Romanın dili, zaten başlı başına çekici bir unsur. Dünün kelimeleri, deyimleri, terimleri, ağzıyla bugünü buluşturmuşsunuz ama ben tereddüt ettim; 50’lerin sonunda bu kadar ağdalı ve Osmanlı’mıydı dil. Ben ilk etapta kendimi 18-19. yüzyılda sandım.

        Eseri kaleme almadan önce dahi hedefim şuydu ki, okuru Türkçe’nin lezzetine vardırmak. İnsanın ham hayalleri ne kadar ustalık eseri olursa olsun onu işleyecek olan kelimelerdir. Ben biraz da bu yüzden Türkçeperestim diyebilirim. Türkçe’ye gösterilen tazim ve hürmet boşuna değildir, görünen o ki, Türkçe de kimseye borçlu kalmamıştır. Romanla ilgili olarak da dönemin mektuplarını, gazete kupürlerini ve romanlarını inceledim. Üzülerek söylüyorum ki, şu anda bu büyük deryanın kıyısında geziniyor ve mataramıza doldurduğumuz tuzlu suyu koca bir deniz sanıyoruz. Lisan hususunda ivedilikle İstanbulî tavra dönmemiz gerekiyor yoksa bir zihin erozyonu kaçınılmaz.

        Yeni roman veya romanlarda da benzer konular ve dille devam mı?

        Romanla ilgili birçok dönüş aldım ve bunlardan bir kısmı da romanın devamı ile alâkalıydı. Her işi kararında bırakmanın ve okurun ağzındaki o tadı hiç bozmamanın doğru olacağına inanıyorum. Kendimi tekrarlamaktan Allah’a sığınırım. Kafamın içinde birkaç farklı konu doğru anı bekliyor. Zihnimin bu arasta hengâmesini de seviyorum ve fakat şunu diyebilirim ki, her eser kendi biçemini yaratır. Benzer konular işlemek istemediğim gibi aynı dil anlayışını da sürdürmem. Yine de her telif, Türkçenin hakkını vermelidir diye düşünüyorum.

        Biraz da sizi dinleyelim. Ne yapıyorsunuz, sosyal hizmetlerde çalışmak ne demek, neden anneye ithaf olundu kitap?

        Munis bir hayatım var diyebilirim. Güzel bir kitaplığım var, bol bol kitap, ansiklopedi ve sözlük okumaya çalışıyorum. Zaman zaman tiyatro ve diğer sanat etkinliklerine katılıyorum. Yaşadığım muhitte kıymetli dostlar biriktirdim ve onlarla kaliteli entelektüel sohbetler yapıyoruz. Şu anda bir öykü tasarlıyorum ve yıllardır yazdığım şiirlerimi derlemeye çalışıyorum. Jack London’un “Yanan Gün”ü ve Behçet Çelik’in “Düğün Birahanesi” hâlihazırda okuduğum eserler. İşim, toplumun bütün kesimleriyle irtibatta olmamı sağlıyor ve kuşkusuz beni besliyor. Sanırım hiçbirimiz annemizin rahmindeki kadar güvende ve huzurlu olmadık hiçbir zaman. Babalar kızmasınlar fakat dünyada sizi karşılıksız sevecek yegâne kişi annenizdir. Ben onu tariften aciz olduğum için sadece üç nokta koyabildim. Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim. Sürçülisan ettiysek affola.

        *

        İKİ TAVSİYE

        1915’te Çanakkale geçilmezken, Türk ordusunun karşısında Avustralyalılar’dan Hintlilere, Afrikalılar’danKanadalılar'a 500 bin asker vardı. Bir bölümü de 85 İngiliz alayına bağlıydı. Bu kitap onların anıları ve iki binden fazla harp ceridesinden faydalanılarak hazırlandı. Polisiyenin sevilen isminden yeni bir macera daha. Rakel tarafından terk edilen Harry Hole şimdi ufak tefek davalar verilen bir polistir. Eski ve yeni düşmanlarla karşı karşıyadır ve hayatının en zor davasını çözmek zorundadır.

        Çanakkale’de Savaşan İngiliz Alayları (Ray Westlake - (İş Kültür)
        Çanakkale’de Savaşan İngiliz Alayları (Ray Westlake - (İş Kültür)
        Bıçak (Joe Nesbo - Doğan)
        Bıçak (Joe Nesbo - Doğan)

        Diğer Yazılar