Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Üç yolcu…

        İlki, 30 yaşlarında, iki çocuk annesi bir Bulgar kadın. Sofya yakınlarındaki Samokov Kasabası’nda, tüccar bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Piyano çalmayı öğrenmiş, liseden mezun olunca öğrenimine yurtdışında devam edecekken ani bir kararla evlenmiş. İki erkek çocuğu olunca edebiyat aşkı depreşmiş, 1903’ten itibaren hikâyeler, oyunlar yazmaya başlamış. Edebiyat uğraşının dönüm noktası, 1905’te bir tesadüf sonucu, ülkenin en ünlü yazar-şairiyle tanışması olmuş. Bu vesileyle dedikodulara da mazhar olan kadın yolcumuzun adı, Evgenia Bonçeva-Elmazova; nam-ı diğer Evgenia Mars.

        İkinci yolcu, Mars’ın kocası Dr. Mihail Elmazov. 1859 doğumlu, tüccar bir aile çocuğu. İki Slav halkını karşı karşıya getiren Sırp-Bulgar Savaşı’nda (1885) çarpışmış. Rus yanlılığıyla tanınıyor. Ülkenin başbakanı Stambolov’un izlediği dış siyaseti eleştirmekle yetinmeyip bazı eylemlerde bulununca, İstanbul üzerinden Odesa’ya sığınmak zorunda kalmış. Burada başladığı diş hekimliği eğitimini 1893’te Kiev İmparatorluk Üniversitesi’nde tamamlamış ve kayıtlara ülkesinin ilk diplomalı diş hekimi olarak geçmiş.

        Üçüncü yolcumuz da erkek. Yukarıda Evgenia Mars ile bahsi geçen, Bulgar edebiyatının “ulu çınarı” İvan Vazov. 1850 doğumlu. Babasının onu tüccar yapmak istemesine rağmen o Rusça ve Fransızca üzerine yoğunlaşıp edebiyatçı olmaya karar vermiş. Rus yanlısı siyasi faaliyetleri yüzünden o da İstanbul üzerinden Odesa’ya kaçmış. Üç yıllık sürgünün ardından 1889’da Sofya’ya dönüp kara mizah eserleriyle bağımsızlık sonrası Bulgaristan’ın toplumsal düzenini eleştirmiş. Bir dönem milli eğitim bakanlığı da yapmış. Eserleri 22 ciltte derlenmiş, Bulgar edebiyatının Homeros’u sayılıyor.

        5 Eylül 1907’de Sofya Garı’nda buluşan bu üç yolcu Belgrad’a veya Berlin’e, Prag’a veya Paris’e değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun Boğaz ve Haliç kıyılarındaki payitahtına, İstanbul’a seyahat ediyorlardı.

        ABDÜLHAMİD İSTANBUL’UNDA BİR KADIN SEYYAH (Evgenia Mars / Çev: Hüseyin Mevsim / Kitap Yayınevi)
        ABDÜLHAMİD İSTANBUL’UNDA BİR KADIN SEYYAH (Evgenia Mars / Çev: Hüseyin Mevsim / Kitap Yayınevi)

        BEYİNLERDEKİ SINIR GEÇİLMİYOR

        “Her ne kadar tren garında İvan Vazov’a tesadüfen rastlandığı iddia edilse de, bu senaryonun kaçınılmaz söylentilerin önüne geçmek için uydurulduğu aşikârdı; hiç kuşku yok ki burada bütün ayrıntıları önceden planlanmış bir yolculuk söz konusuydu. Şair-i azam bu seyahate katılarak Elmazov çiftine sadece yoldaşlık değil, bir anlamda yetkin bir rehberlik de ediyordu. Çünkü daha önce birkaç kere yolu şehirle kesiştiğinden, onun tarih ve topografyasını çok iyi biliyordu. Ayrıca, Sofya’ya döndükten sonra da, kitabımızın konusunu oluşturan seyahat metninin yazılmasını takip edecek, bir anlamda bu eser onun ısrarı ve teşvikiyle ortaya çıkacaktı” diyor kitabı yayına hazırlayan çevirmen Hüseyin Mevsim.

        Seyahatin sona ermesinden bir ay sonra, Vazov’un ısrarıyla yazılan notlar, iki yıl sonra “Razhodka iz Tsarigrad. Pıtni belejki I vpeçatleniya” (İstanbul’a Seyahat. Yolculuk Notları ve İzlenimleri) başlığı altında Lunna Noşt (Ay Gecesi, 1909) adlı hikâye kitabının ikinci bölümü olarak okurla buluştu.

        Dokuz kısımdan oluşan eserin birincisinde Sofya’dan İstanbul’a trenle yapılan seyahat anlatılıyor. Öğle saatlerinde hareket eden tren Bulgar topraklarını batıdan doğuya kat ediyor; bir ara kompartımanda bohçalar açılıyor ve bir şişe şarap eşliğinde, İsviçre çikolatasıyla tatlandırılan yemek yeniyor, ancak üç yolcunun gözü ve gönlü daha çok pencereden akıp giden tablolara kayıyor. Adeta cennetten bir köşe olarak görülen memleketin güzelliği, bâkir doğası ve bunun kıymetinin bilinmemesiyle ilgili sohbet yürütülüyor, geçilen köy ve kasabalar hakkında kısa not ve bilgiler aktarılıyor.

        Fakat akşam saatlerinde, Bulgar-Türk sınırına gelindiğinde birden algı değişiyor. Yolcuların, özellikle de kadın yazarın zihnindeki önyargı ortaya çıkıyor. Hatta Türk toprağına girildiğinde birden sanki her şey keskin şekilde başkalaşıyor, zifiri karanlık çöküyor, tehlikelerle dolu bir dünyaya ayak basıldığı duygusu veriliyor. Daha Sofya’da eş ve dostların yaptığı uyarılardan dolayı üç yolcu her adımda tehlikeyle burun buruna gelmeyi bekliyor, herkese hafiye ve düşman gözüyle bakılıyor. Trakya Ovası’nın verimli kara toprağının işlenmemişliği, kaderine terk edilmişliği, başıboşluğu ve saatlerce herhangi bir yerleşime rastlanmaması, ayrıca pasaport ve gümrük görevlilerinin tavırları, Türk askerinin hali içlerini iyice karartıyor. Marmara’nın mavi dalgaları ve ebedi şehre yaklaşmanın verdiği heyecan ortak haletiruhiyeyi biraz canlandırsa da, Sirkeci Garı’ndaki formaliteler Bulgar yolcuları gene tedirginliğe sevk ediyor. Nihayet İstanbul’a ulaşılıyor ve Beyoğlu’nda bulunan, bir Rum’un işlettiği d’Athens Palace Oteli’nin birinci katında iki odaya yerleşiliyor.

        REKLAM

        PADİŞAHLA GÖZ GÖZE

        “İstanbul’a geldikten sonra ilk dileğimiz, dillere destan Boğaziçi’nde dolaşmaktı. O yüzden öğle yemeğinden sonra hemen çıktık, Pera’yı Galata’ya bağlayan tünelden geçerek Altın Boynuz (Haliç) üzerindeki köprüye indik; burada biraz da zorlanarak Boğaziçi’ni dolaşan vapurların iskelesini bulduk.” Böyle başlıyor Evgenia Mars İstanbul’u anlatmaya.

        Seyahat notlarının geri kalanında, burada geçirilen on gün boyunca sabahtan akşama kadar, yoğun bir koşuşturma içinde ziyaret edilen (veya edilmeyen) yer ve mekânların tasviri sunuluyor. Şehrin görülmeye değer bütün tarihi veya doğal noktaları dolaşılıyor. Boğaziçi’nden Sultanahmet Meydanı’na, Büyükada’dan Taksim’e, Kapalıçarşı’dan Ortaköy’e ve Galata’ya kadar ortalama bir yabancı ziyaretçinin dolaştığı ve gördüğü yerler görülüyor ve böylelikle çok yönlü ve zengin izlenimler ediniliyor.

        Üç Bulgar yolcu, kozmopolit şehirde Bulgarlara ait manevi ve fiziki izleri de mutlaka görmeyi arzu ediyorlar; dolayısıyla seyahat notlarına Şişli’deki Evlogi Georgiev Bulgar Hastanesi ve Bulgar Ruhban Mektebi, Ortaköy’deki Bulgar Ekzarhlığı ve Fener’deki Demir Kilise gibi Bulgarlara has kurum ve kuruluşlar da yansıyor. Özellikle adı geçen ilk iki kurumla ilgili izlenimler ve verilen bilgiler, bu husustaki boşluğun giderilmesine katkı sağlıyor.

        Haliç boyunu içeren gezide, yapımı 1898’de tamamlanarak ibadete açılan Demir Kilise’nin (Sveti Stefan Bulgar Ortodoks Kilisesi) ziyaretinden sonra, İstanbul’un Bizans döneminden kalma kara surlarına kadar gidilerek, belleklerde eski Bulgar tarihinden bazı sayfa ve olaylar canlandırılıyor. 9. ve 10. yüzyıl başlarında Krum ve Simeon adındaki Bulgar hükümdarların Bizans başkentini ele geçirme amacıyla düzenledikleri kuşatmalar coşkuyla yeniden yaşanıyor.

        Evgenia Mars’ın yerele ve yerliye, yani Türklüğe ve Müslümanlığa ait mekân, merasim ve gelenekleri de es geçmediği görülüyor. Divanyolu’ndaki padişah türbeleri ziyaret ediliyor, Bulgar diplomatik temsilcisinin arabuluculuğuyla alınan özel izin sayesinde II. Abdülhamid’in Yıldız Hamidiye Camisi’ndeki Cuma selamlığı merasimi pürdikkat izleniyor, hatta göz göze gelinen padişahın portresi canlandırılıyor. Son olarak da Galata Mevlevihanesi’nde semazenlerin gösterisindeki felsefe anlaşılmaya çalışılıyor.

        VAZOV DERDİNE DERMAN BULDU MU?

        “Ziyaretlerden edindiği izlenimleri kağıda dökerken Bulgar kadın yazarın sergilediği özgüven dikkat çekiyor. Seyahat notlarının birçok yerinde, gerek Osmanlı payitahtının tasvirinde, gerekse Türk hemcinslerin toplumdaki rolü ve vazifesinin değerlendirilmesinde bilmem kaçıncı kuşak Avrupa soylusuna has yüksekten kibirle bakma ve küçümseme tavrı göze çarpıyor; sürekli yapılan İstanbul-Sofya, burası ve orası karşılaştırmalarının da daima Bulgarların lehine olduğu görülüyor. Oysa 10 günlük seyahatin gerçekleştirildiği 1907 sonbaharında kadın yazarın ülkesi henüz tamamen bağımsız bir devlet statüsü kazanmış da değildi” diyor Mevsim.

        Ona göre Evgenia Mars, iki yüzyıl önce İstanbul’u dolaşan İngiliz Lady Mary Mantagu gibi kadın olma bilincini, kibrini ve özgüvenini taşıyordu. Tabii bu “millilik” ve “özgüvende” ustası ve hamisi İvan Vazov’un etkisi de büyüktü. Demiştik ya, Vazov bu seyahatin sadece katılımcısı değildi. Yolculuğun her adımında onun yönlendirme ve değerlendirmesi, olaylara milli bir pencereden bakışı hissediliyordu. Hatta bazı araştırmacılara göre Bulgar edebiyatında bir kadın yazarın kaleme aldığı ilk seyahathame olduğu öne sürülen bu metin, Vazov’dan dolayı ve ona beğendirme güdüsüyle kaleme alınmıştı.

        Aslında Vazov, İstanbul’da bir derdine de deva arıyordu. Yıllardır mustarip olduğu ve Avrupalı hekimlerin bir türlü çare bulamadığı gözkapağı titremesine çare arayışı içindeydi ve müdürlüğünü kardeşi Dr. Kiril Vazov’un yaptığı Bulgar Hastanesi’ndeki göz hekimlerine görünmeyi de ihmal etmedi.

        Gözü açıldı mı, düzeldi mi bilmiyoruz. Bize düşen şimdilik, 110 yıl öncesi İstanbul’unu bu üç seyyahın gözünden görmek…

        *

        İKİ TAVSİYE

        Burada da bir üçlü var. Rus yazar Turgenyev, aşkı Pauline Viardot, onun kocası Louis. Yazarımız bu hikâyeden yola çıkıp Avrupa’da para ve sanatın etkileşimini yazmış. Sevgili Filiz Aygündüz ise psikiyatr Dr. Hasanoğlu ile hayatın tüm meselelerini konuşmuş: Aşk, kimlik, varoluş, ölüm, yas, anlam, kaygı… Neticede hepsi sizde de var veya olacak…

         Avrupalılar (Orlando Figes / YKY)
        Avrupalılar (Orlando Figes / YKY)
         Gel Hayattan Konuşalım (Filiz Aygündüz - Dr. Alper Hasanoğlu / Doğan)
        Gel Hayattan Konuşalım (Filiz Aygündüz - Dr. Alper Hasanoğlu / Doğan)

        Diğer Yazılar