Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        “Bizans devleti üzerinde yıkıcı etkileri olan Kara Veba veya diğer adıyla Kara Ölüm, 1346’nın sonunda Anadolu’ya, ertesi yıl da Konstantinopolis’e (1347) ulaştı. Avrupa’da olduğu gibi Bizans başkenti ve diğer kentlerde büyük can kayıplarına yol açtı ve hem kentlerde hem de kırsalda zaten iyi durumda olmayan ekonomik ve tarımsal koşulları daha da ağırlaştırdı. Kara Ölüm’ün Bizans üzerinde bu denli yıkıcı etki yaratmasının bir nedeni de 1320’lerde ve 1340’larda iki kez veraset nedeniyle yaşanan iç savaşların ardından, devletin hazinesinin boşaldığı ve Venedik, Ceneviz, Osmanlı saldırılarına ve istilalarına karşı savunmasız kaldığı bir dönemde patlak vermesiydi. Salgın 1346’dan 1352’ye kadar Bizans kentlerini kasıp kavurdu, ağır nüfus kaybına neden oldu ve geriye halkı koruyacak pek az asker bıraktı. 1352’de Sırbistan ve Bulgaristan’dan gelen tehditler ve iç savaş nedeniyle İmparator VI. İoannes Kantakouzenos, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman’la bir anlaşma imzalayarak Osmanlıların Çanakkale’yi geçmesine, böylece Rumeli’de varlık göstermelerine imkân tanımıştı. İki yıl sonra Osmanlılar, çok sayıda Bizans kalesinin yıkılmasına yol açan bir depremin ardından bu fırsatı değerlendirdi ve yıkılan Gelibolu Kalesi’ni ele geçirerek, Bizans toprakları içinde ilerlemeye devam etti. Osmanlılar bu tarihten sonra, doğal afetlerin eksik olmadığı Bizans’ın başlıca rakibi oldu. II. Mehmed’in İstanbul’u fethettiği 1453’e gelindiğinde, Bizans başkentinin nüfusu ancak 30 bin, kenti savunacak asker sayısı da yalnızca birkaç bindi…

        Kuşkusuz Kara Ölüm Osmanlıları da vurdu ama etkileri Bizans’ta olduğu kadar ağır değildi. Osmanlı Devleti Bizans’tan farklı olarak göçebe gruplardan oluşuyordu ve ganimet peşinde koştuklarından sürekli hareket halindeydiler. Veba fareler aracılığıyla taşındığı için en çok kentleri ve yerleşik toplumları etkiliyordu, dolayısıyla da salgının patlak vermesi ve süresini tamamlayabilmesi için kalabalık ve insan-fare ilişkisinin yoğun olduğu ortamlar gerekiyordu. Osmanlılarsa sürekli hareket halindeydiler ve vebaya yakalanma olasılıkları daha azdı, can kaybının Bizanslılardan daha az olmasının nedeni de buydu. Ayrıca veba fareli gemilerin yeni bir limana yanaşmasından itibaren kıyıdan içerilere doğru yayılıyordu. Dolayısıyla da kıyısı olan ve denizcilikle uğraşan devletler daha çok etkileniyorlardı, Kara Ölüm de bu yolla yayılmıştı. Anadolu’da öncelikli olarak Karaman, Menteşe, Aydın, Saruhan ve karesi gibi Ege ile Akdeniz kıyılarındaki beylikleri vurmuştu. Karaman ve Aydın gibi bazı beyliklerdeyse salgın 15. yüzyıla kadar sürmüştü. Diğer beyliklerin Osmanlı devletiyle birleşmesine kuşkusuz Kara Ölüm’ün yıkıcı etkileri de katkıda bulunmuştu…”

        DOĞAL AFETLER (Yarol Ayalon / Çev: Zeynep Rona / İş Kültür)
        DOĞAL AFETLER (Yarol Ayalon / Çev: Zeynep Rona / İş Kültür)

        “SINIRLAR GEÇİRGENDİ”

        Bunlar Yaron Ayalon’un tespitleri. Kendisi Güney Carolina’da College of Charleston’da çalışıyor. Yahudi ve Ortadoğu Araştırmaları dalında yardımcı doçent. Ortadoğu, Osmanlılar ve Sefardi tarihi üzerine makaleleri var ve Encyclopedia of Jews in the Islamic World’ün editörlüğünü yapıyor. Bizim onu burada konuk etmemizin sebebi ise 2015’te yayımlanan, şimdi Türkçe’ye çevrilen “Osmanlı İmparatorluğu’nda Doğal Afetler” adlı kitabı…

        Girişte aktardığım tespitine katılırsınız, katılmazsınız; kızarsınız, kızmazsınız. Ama nereden bakarsanız bakın Ayalon kitabında tarihi farklı bir bakış açısıyla anlatıyor ki bu da önemli. Zaten eleştirilere karşı şunu da ekliyor: “Tabii ki Osmanlıların başarısının tek nedeni Kara Ölüm değildi. Ama Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişini ele alan kaynakların çoğunun salgını gerektiği kadar dikkate almadıkları söylenebilir. Tarihçiler genellikle Osmanlı-Bizans mücadelesinde ve Osmanlıların zaferinde dini etmenlerin başrolde olduğuna işaret ederler…”

        Kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğuşundan çöküşüne kadarki zaman diliminde meydana gelen doğal afetlere verdiği tepkileri ele alıyor, özellikle de 17. ve 18. yüzyıllara odaklanıyor. Doğal afetler hem imparatorluğun doğuşunda ve çöküşünde hem de Osmanlı yönetiminde yaşayan kişilerin ve cemaatlerin günlük yaşamlarını biçimlendirmede önemli rol oynadı. Ayalon bunu ayrıntılarıyla değerlendiriyor. Ona göre Osmanlı toplumunda devlet-imparatorluk, toplum ve birey düzeylerinde felâketlere verilen tepkilerde dinsel sınırların düşündüğümüz kadar önemi yoktu. Hatta imparatorluğun İslami kimliği iç ve dış tehditlere karşı durmak ve ele geçirilen yeni toprakları rasyonalize etmek gerektiğinde öne çıkıyordu, ama dinin kendisi Osmanlı toplumunun temel düzenleyici ilkesi değildi: “Tarihçiler bu konuda uzunca bir süredir çelişkili görüşler öne sürmüşlerdir; bir yandan şeriyye mahkemelerinde Müslüman olmayanların (zimmi) temsil ve tescil edildiklerini, hamamlarda Müslümanlar ile gayrimüslümlerin birbirinden ayrıldıklarını, hatta yazarlar ile okurlarının bile aynı dinden olduklarını ileri sürerek imparatorluktaki inanç sınırlarının önemini vurgularken; diğer yandan bu iki kesimin belli alanlarda nasıl benzer olanaklardan yararlandıklarını belirtiyorlardı. Örneğin iş ortaklıkları kurup sürdürebilirler, loncalara üye olabilirler, hemen hemen istedikleri her mesleği yapabilirler, nerede yaşayacaklarını seçebilirler, hatta İslam inançlarına görünüşte aykırı olmakla birlikte kamusal alanda şarap bile içebilirlerdi. Doğal afetlere verilen tepkilerle ilgili burada ele aldığımız bulgular, oldukça girift bir durumu daha net görmemize yardımcı olacaktır. Genelde bütün bunlar Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki sınırların ne kadar geçirgen olduğunu vurguluyor gibidir.”

        DEVLETİN DAVRANIŞI DEĞİŞTİ Mİ?

        Osmanlı toplumunu etkileyen doğal felâketler içinde en çok salgınlar belgelenmiş. Çiçek hastalığı, tifüs, frengi gibi Doğu Akdeniz bölgesine özgü enfeksiyon hastalıkları da var, ama 1830’lardan önce en yaygın olanı ‘taun’ diye bilinen vebaydı. Osmanlı’yı sık sık vuran bir başka felâket de kıtlıktı. Ancak fiyatların birden artması ya da gıda azlığı her zaman kıtlığa yol açmayabiliyordu; Osmanlı tebaasının ya da yabancı gözlemcilerin kıtlık olarak tanımladıkları bazı olaylar, büyük olasılıkla yalnızca kısa süreli gıda krizleriydi; yaygın bir açlığa, ölümlere ve psikologların sık sık kıtlıkla ilişkilendirdiği davranışlara yol açmıyorlardı. Gene de kısmi ve kısa ya da yaygın ve uzun olduğuna bakmaksızın kıtlığın, kentlerde yaşayan Osmanlıların defalarca yaşadıkları bir durum olduğunu varsaymak yanlış olmaz. Kıtlığın oluşmasına neden olan birkaç etmen vardı. En başta sert hava koşulları (sıcak ya da soğuk), kuraklık, seller, bitkilere dadanan hastalıklar, askeri harekâtlar ve tahıl ya da benzeri ihtiyaçları taşıyan kervanlara yapılan baskınlar gibi doğal ya da insan kaynaklı felâketler nedeniyle ürünlerin zarar görmesi, büyüyememesi ya da kentlere düzenli nakledilememesi geliyordu. Zenginlerin ya da devlet görevlilerinin kötü niyetle fiyatları yapay olarak yükseltmeleri ve böylece insanların yiyecek alma imkânlarını azaltmaları da kıtlığa neden olabiliyordu. Bu tür felâketlerin yarattığı sorunlar, Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişmiş bir sulama teknolojisi olmamasından ötürü daha da ağırlaşabiliyordu.

        Şimdi yine imparatorluğun dini kimliğine geri dönelim ve söz konusu doğal felâketlerin akabinde nasıl bir tavır alındığına bakalım. Ayalon’a göre imparatorlukla ilgili bugün elimizde olan malzemenin büyük bölümünü kaleme alan devlet görevlileri, kararlarda ve terminolojide Müslümanlar ile gayrimüslimler ararsında farklar olduğunu varsayıyor ve İslam’ı, halkın devlete bağlılığını artırabilmek için bir araç olarak kullanıyorlardı. Ancak bunu İslam’ın diğer inançlardan daha üstün olduğunu gösterme gereğini duydukları zaman vurguluyorlardı. Örneğin bir depremden sonra kent yeniden inşa edilirken devlet her zaman öncelikle, cami, külliyeler gibi İslam’ın simgelerini onarıyor, ama felâketzedelere yardım dağıtmaya gelince, devletin başka çıkarları devreye giriyor ve sultanın yüce himayesinin göstergesi olarak Müslüman olsun olmasın bütün tebaaya aynı davranılıyordu.

        Peki, Osmanlı İmparatorluğu tarihi boyunca doğal afetler sonrası devletin davranış kalıpları hiç değişmedi mi? “İnsan doğal olarak, üzerine yoğunlaştığımız dönem içinde imparatorluğun doğal afetlerle ilgili tavrının da değişmiş olmasını bekler” diye başlıyor Ayalon ve devam ediyor: “Aslında birkaç yerde belirteceğim gibi tabii ki bazı değişiklikler olmuştu. Örneğin felâkete uğrayan bölgelere tahıl ve benzeri yardımlar göndermek yerine, vergi muafiyeti gibi daha pasif yaklaşımların benimsendiği görülür. 17. yüzyılda göze çarpan bir başka değişiklik de, imparatorluğun doğal afetlerden sonra insanların yöreyi terk etmesini engellemekten vazgeçip bunun normal bir sonuç olduğunu kabul etmesidir. Ancak ben genel olarak devletin yaklaşımında 19. yüzyılın ikinci yarısından önce doğal afetleri hafifletecek ve süresini kısaltacak anlamlı bir dönüşüm olduğuna dair bir kanıt bulamadım. Eğer bu tür değişiklikler olduysa da, incelediğim Osmanlı resmi belgelerinde, Arapça ya da Türkçe vakayinamelerde veya Avrupa kaynaklarında bunların izine rastlamadım.”

        ALTERNATİF BİR TARİH ÇALIŞMASI

        “Osmanlı İmparatorluğu’nda Doğal Afetler” beş bölümden oluşuyor.

        1. bölümde Avrupa tarihinde bir dönüm noktası olarak geniş bir alana yayılan Kara Ölüm’ün (1346-1353), Doğu Akdeniz bölgesini de Batı Avrupa kadar etkilemesine karşın, Ortadoğu’da, en azından 16. yüzyıl öncesinde, neden önemli ayaklamalara yol açmadığı sorgulanıyor.

        2. bölümde Osmanlı devletinin doğal afetlere verdiği tepkiler ele alınıyor. İlk önce 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar uzanan süreç içinde felaketlere verilen tepkilerdeki bazı değişimler, sonra da 18. yüzyıl ortalarına ait bir örneklemeyle Şam’ın deprem sonrası yeniden inşa edilmesiyle ilgili bulgular değerlendiriliyor. Burada da devlet kaynaklarının dinsel ölçütler dikkate alınmaksızın paylaştırıldığını ve Müslümanların gayrimüslimlerden daha öncelikli sayılmadığını ortaya koyuyor Ayalon.

        3. bölümde Suriye’deki Yahudi ve Hıristiyan cemaatlerinden hareketle, felâketlere verilen toplumsal tepkiler ele alınıyor. “Dinsel cemaatlerin aslında neredeyse tamamen tekellerine aldıkları tek şey, sadaka toplamak ve dağıtmaktı. Bağışlar ender olarak inanç sınırlarını aşardı; çoğunlukla sadaka olarak verilen paralara dayanan bu bağışlar cemaatleri felâketler karşısında ferahlatırdı. Para bittiği zaman cemaatler yardım kuruluşları olarak hizmet vermeyi kesiyor ve insanlar kendi hallerine bırakılıyorlardı” diyor Ayalon.

        4. bölümde kişisel deneyimler ve bireylerin felâketlere verdikleri tepkileri inceleyerek, Osmanlı öncesine ve dönemine ait bir dizi bulgudan hareketle, insanların yaşam tehlikesi karşısında dinsel kimliklerine göre tepki verdikleri doğrultusunda süregelen varsayımların geçersiz olduğunu gösteriyor yazarımız.

        5. ve son bölümde ise 19. yüzyılın başlarından imparatorluğun çöküşüne kadarki zamanda, afetleri önleme ve yardım çalışmaları alanındaki gelişmelerle bunların genel Osmanlı reformları kapsamındaki yeri inceleniyor. Burada öncelikli olarak 1855 Bursa depremi ile 1890’larda İstanbul ve çevresinde meydana gelen kolera salgını gibi birkaç örneği ele alıyor Ayalon. Ve imparatorluğun felâketleri önleme ve denetlemede, bir zamanlar Avrupa’da etkili olduğu kanıtlanan yeni yöntemleri kullanmayı reddetmesinin; bakteriyoloji bilimini ve kent planlamasıyla ilgili modern düşünceleri geç benimsemesinin, imparatorluğun çökmesinde, bugüne kadar tarihçilerin önemsemeye yanaşmadığı kadar büyük etkileri olduğunu ortaya koyuyor.

        Kaçırılmaması gereken bir alternatif tarih çalışması daha…

        REKLAM

        **

        İKİ TAVSİYE

        MÖ 250’deki Arşimet’ten 21. yüzyıl matematikçisi William Thurston’a, Muhammed El-Harezmi’den fraktalların babası Benoit Mandelbrot’ya matematik tarihine damga vurmuş 25 isim bu kitapta. 1950’lerden itibaren karakteri, yaşam tarzı ve eserleriyle sadece İstanbul’da değil, Paris’ten Londra’ya sanat dünyasında fırtınalar estiren ressamı özetleyen bir sözlük diğeri.

         Önemli Matematikçiler (Ian Stewart / Çev: Ulaş Apak / Alfa)
        Önemli Matematikçiler (Ian Stewart / Çev: Ulaş Apak / Alfa)
          Fahrelnissa Zeyd Sözlüğü (Necmi Sönmez / Doğan)
        Fahrelnissa Zeyd Sözlüğü (Necmi Sönmez / Doğan)

        Diğer Yazılar