Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GÜNÜMÜZ uzmanları, yiyecek ve içeceklerin tabiî, yani organik olması hususunda bizleri ikaz ediyor. Bunun çok önemli olduğuna vurgu yaparlarken ürünleri nasıl seçmemiz gerektiği hakkında da bilgi vermekten geri durmuyorlar. Bazen de herkesin algılaması için pratik uygulamaları tavsiye ediyorlar. Meselâ, “Bir elmanın yahut armudun organik olduğunu hiçbir şeyden anlamasanız bile kokusundan ve tadından ayırt edebilirsiniz. Elma elma gibi kokar, armut ağızda bıraktığı tatla anlaşılır” diyorlar.

        Aslında ibadetlerde de durum bunun gibidir. Fıtratımıza uygun, yaradılış programımıza muvafık bir ibadet kalbimizde, dimağımızda ve ruhumuzda bir manevi lezzet ve tat bırakır. Eğer ibadet edip de bu zevki alamıyorsak bir sorun vardır. Kişi bundan mahrum, bunu hissetmiyor ise mizacı bozulmuş, fıtratı örselenmiş olabilir veya ibadet ederken ki gafleti, hatası sonrasındaki zaaf ve alışkanlıkları bu zevki almasına mâni oluyordur. Her ne olursa olsun bu durum, mercek altına alınmalı; manen ölümcül bir hastalık raddesine gelmeden tedavi edilmelidir.

        Misalimizi biraz daha genişletelim. İnsan dikkatsizliği dolayısıyla hasta olabileceği gibi kendisine kasteden kötü niyetlilerin kurbanı olarak da ölümcül hastalıkların pençesine itilebilir. Ekmeğine zehir, temizlik malzemelerine kanserojen içerik, yiyecek ve içeceklerine lezzetli fakat zararlı maddeler katanlar olabilir. İstediği kadar dikkat etsin, şayet bu hususta bilgi sahibi olmaz ve bu kötü niyetlilerin farkına varmazsa kendi sağlığını asla muhafaza edemez. Her durum için bu söylenilenler geçerlidir. Kapı açık bırakıldığında hırsıza davetiye çıkarırsınız. Ziynet eşyanız, paranız pulunuz ortalık yerde duruyorsa çalınmaları muhtemeldir. Örnekleri çoğaltabilirsiniz.

        Buradaki espri, insanın kötülüğün ve kötülerin olduğunu hiçbir zaman unutmamasıdır. Yani kişi hem içindeki nefsinin hem de dışındaki yoldan çıkaran tesirlerin arasında sıkışıp kalmıştır. Gerek nefsine gerekse dıştaki etkilere emniyet içerisinde kendini bırakan insan, helâk olmaktan kurtulamaz.

        NEYİ SEVERSEK ONUNLA ANILIRIZ

        İnsan; önce kazanmak için gayret göstermeli, sonra da her zaman bu hâlin muhafaza edilmesi gerektiği şuuruyla hareket etmelidir. Bunun için de muhabbet lazımdır; zira insan, muhabbet üzere yaratılmış bir varlıktır. Bu muhabbetin kalpteki artışı, adeta taşmasıyla, hâl ve hareketlerimize, yaptığımız işlere sirayet etmesine dinî sahada ihlâs, gündelik işlerimizde ve halk lisanındaysa samimiyet denir.

        Samimiyetsizlikle nitelendirdiğimiz insanların bu görünüşlerinin altında yatan; samimiyet ve muhabbetlerini başka bir şeye karşı vermeleridir. Çünkü biz samimiyet görmediğimizi iddia ederken aslında, o kişinin samimi olduğu hâli bildiğimizi kabullenerek söyleriz. Dolayısıyla birine karşı samimi olmayan biri, başkasıyla çok samimi olabilir.

        Uzatmayalım, her insanın kendi mizacına ve meşrebine göre samimiyeti ve muhabbeti vardır. Çünkü muhabbetsiz hiçbir insan yaşayamaz ama insan ünsiyet ve muhabbet ettiği şeyle kıymet kazanır yahut değer kaybeder. Para kazanmak için canla başla, hatta aşkla çalışan bir insan ibadet ederken samimi olamayabilir. Çünkü bu kabiliyet de insan ve kâinat gibi sınırlı ve hudutlu miktarda verilmiştir. Neyi seversek onunla anılır, onunla yâd ediliriz.

        Dinî muhabbetini doğru yola sevk edemeyen kişiler, Fatiha Sûresi’nin son ayetindeki insanların durumuna düşerek, yoldan sapmaya, uzaklaşmaya başlarlar. Ama fıtratlarında sevgi ve muhabbet damarının bulunması, onları din edindikleri şeye karşı da samimiyete teşvik eder.

        İMAN, SEVEREK BİLMENİN VE İNANMANIN ADIDIR

        Doğru olanı muhabbetle yaşayamayan, yanlış ve eğri olanı muhabbetle yaşar hâle gelir. Allah’ın dinini muhabbetle, samimiyetle hayat hâline dönüştüremeyen kişi, kendi anlayışını din edinip bu inancı muhabbet ve samimiyetle savunur hâle gelir. Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi inanıp dini yaşayamayanlar, kendi yaşantılarını din olarak kabul ederler.

        Nefsi hizaya getiren imandır, yani Allah (CC) ve Resul (SAS) muhabbetidir. Çünkü iman, severek bilmenin ve inanmanın adıdır. Sevmek ve muhabbetle bilmek ancak Efendimiz’e (SAS) tâbi olmakla mümkündür. İmansız kişi için nefsin taşkınlığını belki bir nebze akıl frenleyebilir, fakat imanla beraber şeytan ve onun işbirlikçisi nefis devreye girdiğinde, artık aklî tedbirler kâr etmez. Aklı ve tedbirleri Allah (CC) yoluna yakınlaştırmak, Efendimiz’in (SAS) gösterdiği noktalarda feda ve kurban olmak gerekir.

        Bu fedakârlığın karşılığı, zilletten ve helâkten kurtulmak; huzur, saadet, cennet ve cemâle ulaşmaktır. Bu açıdan bakıldığında bu yola tâbi olmak bir fedakârlık değil, çok kârlı ve ebedî bir alışveriş ve kazançtır. Burada feda kelimesinin kullanılması, nefsin bize tatlı gelişinden, Hakk kokusunu ve yakınlığını alamayan insanlara hakikatin acı gelmesinden dolayıdır. Yoksa hakikat ve Hakk yolu ballardan bile tatlıdır.

        Diğer Yazılar