Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Taassup” kelimesi, günümüzde dindar, inancında dikkatli, mütedeyyin ve doğrudan tâviz vermeyen insanla irtibatlı kullanılsa da bu çok büyük bir hatadır. Çünkü “taassup”, “asabiyyet” kelimesinden gelmesi hasebiyle, kendi bildiğini din zannedenler için kullanılmalıdır. Gerçi “asabiyyet-i diniyye” tabirinin dinî hassasiyetleri ön planda tutarak, bunun için çok gayret eden kimseleri ifade etmek üzere zikredilmesi yanlış değildir. Fakat bunu ancak ilmiyye sınıfına mensup kişiler kendi aralarında kullanmaktadır.

        Asabiyyet ve taassup, faşizm ve ırkçılık manasına da gelmektedir. Fakat bu da günümüz insanı tarafından neredeyse hiç mevzu edilmemekte ve bilinmemektedir. Ancak dinimizde, açık şekilde, ırkçılık manasına gelen taassup nehyedilip yasaklandığı gibi kendi inancını din zannetmek de mefhum ve mana olarak reddedilmektedir.

        “Mutaassıp bir aile” tabirinin kendine göre bir inancı olan kimseler için kullanılması icap eder. Mesela, “Biz hem içki içeriz hem de arada bir namaz kılarız. Kurbanımızı keseriz, Muharrem’de de oruç tutarız” diyen bir kimse mutaassıptır. “Ben, evrenin kendi kendine yaratıldığını düşünüyorum. Bana göre peygambere ihtiyaç yoktur” diyen kişi de mutaassıptır.

        Ama, “Ben, Allah’ın emrettiği gibi inanarak, Hazret-i Muhammed’in (SAS) beyan ettiği ve getirdiği her şeye eksiksiz iman ederek, bu dünyaya kulluk için geldiğimi idrak edip buna göre yaşamaya çalışıyorum ve bundan asla taviz vermeden, bu inançla hâl ve harekâtıma dikkat ediyorum” diyen bir şahıs mutaassıp değildir. Günümüzde havada uçuşan ve anlamı bilinmeden kullanılan bu tabirler arasında belki bu duruma en yaklaşan ifade “muhafazakâr” kelimesi olabilir. Aslında bu bile işin hakikatini tam olarak yansıtmaz.

        TAASSUP, TOPLUMU SÜRÜ HÂLİNE DÖNÜŞTÜRÜR

        Taassubun menfî olanının, dinimiz tarafından kabul edilmemesinde büyük hikmetler vardır.

        Bu hikmetlerin başında mutaassıp kişinin ilmi, hakikati kabul edememesi belâsı gelir. Çünkü taassupta olan insan ferd olarak bilgiye, öğrenmeye kapalı yaşar. Bu sıfat onu, fıtratını ve kalbini bozmaya kadar götürür. O kişi, yanlış yaptığını doğru, doğru olan şeyleri de yanlış görme hastalığına kapılır.

        Taassup, toplumu ve kitleleri ise sürü hâline dönüştürür. Mutaassıp fertlerde görülen bütün özellikler ve hastalıklar, sürü denilebilecek bu nevî toplum ve cemaatlerde aynen tezahür eder.

        Genelde böylesi toplum yapılarını şekillendiren iki unsur vardır. Bazen tabiî hâdiselerle bu gerçekleşir. Mesela savaş, afet, krizler; bu nevî kitlelerin oluşmasına yol açar. Bazen hatta çoğu zaman da kurnaz ve sinsi bir aklın tertip etmesiyle de bu nevî sürüler oluşturulur.

        Kullanmak veya kullandırılmak için yapılan bu tertipte tabiî ki hammadde insan ve inançlarıdır. Bunu kurgulayan akıllar, hitap ettikleri cemaati taassupla kendi hedeflerine koştururlar. Çünkü taassup sayesinde hem o toplumu dışarıdan gelebilecek bilgilere kapalı hâle getirirler hem de kendi içlerinde besleyip büyüttükleri fakat aslında hayal mahsulü olan fikir ve düşünceleri rahatlıkla zihin ve kalplere zerk ederler.

        Böylece kendi içlerinde hırslı, dinamik, çalışkan, (duruma göre) fevkalâde disiplinli, hiyerarşik oldukları hâlde kendilerinden olmayanlara da düşman, gâfil, siyasetle idare edilmesi gereken mahlûk muamelesi yaparak, belki bu şekilde tayin etmiş oldukları hedeflere ulaşırlar. Aktif görünüşlerine rağmen aslında pasif bir topluluktan bile daha düşük seviyede yer alırlar. Çünkü onların yaptıkları, bâtıl ve ifsad hareketinde aktif olmaktır. İdraksiz bir insanın âtıl kalması yahut bu nevî insan topluluklarının durağan hâlleri belki çok daha az zarar vericidir.

        ALLAH TEÂLÂ MÜ’MİNİ MÜ’MİNE EMANET ETMİŞTİR

        Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar Müslüman’ın Müslüman’la karşı karşıya geldiği, maalesef inananların birbirini kırdığı pek çok üzücü hâdise yaşanmıştır. Efendimiz (SAS) bir hadis-i şeriflerinde mealen, “Rabb’imden üç şey istedim, ikisini kabul etti, diğeriniyse talep etmemden beni alıkoydu. Ümmetimden umumî kıtlık ve açlığı ve üzerlerine gelebilecek umûmî ceza ve helâkin kalkmasını istedim, kabul etti. Ümmetimin birbirini kırmamasını, savaşmamasını talep etmemdense beni alıkoydu” buyurmuştur.

        Bu hadis-i şerif çok iyi anlaşılmalıdır. Hakikaten de umûmî bir açlık ve helak Efendimiz’in (SAS) dünyayı şereflendirmesinden sonra görülmemiştir. Ancak bu, “Ümmetin birbirini kırması tabiidir” manasına gelmez. Hadis âlimleri bu sözün inceliğini şöyle açıklamışlardır: Mü’min olan yani Allah ve Resûl’üne imanının gereğince hareket edenler, hiçbir zaman birbirini öldürecek, kıracak noktaya gelmezler.

        Bu hadis-i şerifin bir başka işareti ise Allah Teâlâ’nın mü’mini mü’mine emanet etmesidir. Emanet kelimesiyle iman tabiri aynı köktendir. Mü’min mü’mine savaş açtığında artık imanın karşısında yerini aldığından dolayı bütün inananların bunlara karşı toptan müdahale etmesi, fitne ve fesadın ortadan kaldırılması için yegâne çözümdür. Nitekim böylesi durumlarda nasıl hareket etmemiz gerektiği Hucurat Sûresi’nde açıkça anlatılmıştır.

        HER MAZARRATIN BİR MAZERETİ BULUNUR

        İş izah etmeye kalkıldığında herkes yaptığı bir kabahate ille bir sebep bulur, o işi meşru göstermeye kalkar. O hâlde haklıyı haksızı nasıl ayıracağız? Her zamanki gibi ya başından ya sonundan hâdiseye bakacağız. Bu işe girerken bizi ne sevk etti, hangi niyetle mücadele ediyoruz önce bunun farkına varacağız.

        Peki, başından anlayamadık, sonundan nasıl anlarız? Bu mücadele ve çarpışmadan sonra netice ümmet-i Muhammed’e yaradı mı? Hakk için yola çıkmıştık, işin neticesi hakk olarak tecelli etti mi? Bu çarpışmaya en çok kim sevindi? En kârlı çıkan kim? İşte bu sorular sorulduğunda alınan cevaplara göre çatışma ve çarpışmanın hayır mı şer mi, ihanet mi fazilet mi, hizmet mi fesat mı olduğu hemencecik anlaşılır. Ayan beyan olduktan sonra inat etmek şeytanın sıfatıdır.

        SORDUM ÖĞRENDİM

        - Ezan duâsının dinî hükmü nedir ve nasıl yapılır?

        Ezandan sonra, Efendimiz’e (SAS) salât ü selâm getirmek sünnet; vesile duâsını yapmak menduptur. Konu ile ilgili olarak Buhârî’de hadîs-i şerîf mevcuttur. Ezanı duyanlar bu hadîste ifâde edildiği şekilde ezan sonrasında duâ ederler.

        - Ezan duâsının cemaatle birlikte yapılması uygun mudur?

        Ezan duâsında sünnet olan, kişinin sesini yükseltmeden kendi kendine duâ etmesidir. Ancak insanların öğrenmesi için câmilerde bazen açıktan okunmaktadır. Bu şekilde insanların öğrenmesi için duâları açıktan okumakta beis yoktur.

        - İsminden memnun olmayan kişi ismini sonradan değiştirebilir mi?

        Efendimiz (SAS) yeni Müslüman olanlara isimlerini sorarlardı ve bu isimler İslâm inancına aykırılığı temsil ediyorsa isimlerini değiştirdikleri olurdu. Bu sebepten gerekli durumlarda isim değiştirilebilir.

        - Çocuklara “Samet, Rahman, Rahim” gibi isimlerin konulması doğru mudur?

        Bir anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden biri ona güzel isim vermektir. Allah’a (CC) has isimler çocuklara verilmemelidir. Şayet çocuklara böyle isimler verilecekse başına “kul” anlamına gelen “abd” kelimesi eklenmelidir. Abdullah, Abdurrahman, Abdurrahim, Abdulkadir, Abdüllatif gibi.

        AYET-İ KERİME

        “AKIP giden, bir kaybolup bir etrafı aydınlatan yıldızlara and olsun, kararmaya yüz tuttuğunda geceye and olsun, ağarmaya başladığında sabaha and olsun ki, O (Kur’an), şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi (Allah’ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrail’in) getirdiği sözdür. O orada sayılan, güvenilendir. Arkadaşınız (Efendimiz) mecnun değildir. And olsun ki, onu (Cebrail’i) apaçık ufukta görmüştür. O, gaybın bilgilerini (sizden) esirgemez. O lânetlenmiş şeytanın sözü de değildir. Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz? O, herkes için, sizden doğru yolda gitmek isteyenler için bir öğüttür. Âlemlerin Rabb’i Allah (CC) dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”

        (Tekvir 15-29)

        HADİS-İ ŞERİFLER

        “KIYÂMET günü, mü’minin mizânında güzel ahlaktan daha ağır basan bir şey yoktur. Allah Teâlâ Hazretleri, çirkin, düşük söz ve davranış sahiplerini sevmez.”

        (Tirmizî, Ebû Dâvud)

        “ÂLİMİN âbide üstünlüğü, benim, sizden en basitinize olan üstünlüğüm gibidir. Allah Teâlâ Hazretleri, melekleri, semâvat ehli, arz ehli, halka hayrı öğretene mağfiret duasında bulunur.”

        (Tirmizî)

        Diğer Yazılar