Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Amerikan bağımsız sinemasının simge yönetmenlerinden Jim Jarmusch’un yeni filmi “Paterson”, şiir yazan bir otobüs şoförünün hayatından bir haftayı sade bir anlatımla getiriyor karşımıza

        Dingin ve rutin hayatlar, sinemacıların ilgi alanına pek girmez. Sinema çatışmayı ve problemi sever. Günlük yaşamın içindeki hüznü, güzelliği arayan filmler nadiren çıkar insanın karşısına. “Paterson” otobüs şoförlüğü yapan Paterson’un hayatındaki bir haftanın hikâyesi... Aslında bir hikâyeden ziyade hayatın akışı var karşımızda. Paterson da alıştığı- mız film kahramanlarına benzemiyor. Çözmesi gereken hayati bir sorunu, önemli bir derdi yok. Buna karşılık, pek söze dökmediği bir tutkusu var: Şiir yazmak... Şiir onun için güçlü bir arzu. Film de bu arzunun açık bir yansıması ve bizi Paterson’un dizelerinin kaynağına götürüyor.

        Senaryoyu da yazan yönetmen Jim Jarmusch, film boyunca Amerikalı şair William Carlos Williams (1883-1963) ve onun 5 cilt halinde yayımlanan ünlü şiiri “Paterson”un adını anmayı ihmal etmiyor. Ana karakter, kent, şiir kitabı ve filmin aynı adı taşıması tesadüf değil. Şiir tutkusu her şeyi bir arada tutuyor... “Paterson” şiiri okunduğunda kuşkusuz filmin anlamına katkıda bulunacaktır. Ama Williams’ın dizeleri olmadan da ayakta durmasını bilen bir film “Paterson”.

        JARMUSH MUTSUZLUĞUN RESMİNİ ÇİZİYOR

        Özellikle Paterson ile çevresindeki diğer insanlar arasındaki keskin farklılık film için önemli. Arkadaşları geçim sıkıntısı, aile kavgaları ve ayrılığın getirdiği sorunlarla uğraşırken Paterson, sadece işine, şiire ve eşi Laura’ya (Gülşifte Ferahani) olan sevgisine odaklanıyor. Paterson şiirlerinin fotokopisini bile çekmeye yanaşmazken Laura’nın kitap ve gitar seti ısmarlayarak bir folk şarkıcısı olmak istemesi dikkat çekici... Paterson, nesnelerden, doğadan ilham alan bir şair. Laura ise evdeki her şeyi kendi tarzına göre siyah beyaz dekore eden, pazarda satacağı kekler dahil hayatı- nın her anını tutkuyla şekillendiren enerji dolu, hayalci bir kadın. “Mutlu aşkın filmi olmaz” denir ama Jarmusch “Paterson”da aksini deniyor. Farklı kişiliklere sahip Paterson ile Laura arasındaki anlayış, sevgi ve hoşgörü, evlilik terapistlerinin dahi hayal edemeyeceği bir seviyede...

        PETERSON'IN HUZURSUZ ÇARESİZLİĞİ

        Öte yandan filmin Paterson’un iç huzurunu ya da mutluluğunu anlattığını söyleyemem. Tam aksine, Adam Driver’ın oyunculuğunun da katkısıyla, Paterson’un başta evlilik olmak üzere, modern dünya ve hayatın maddi gerçekleri karşısındaki tedirginliğini, huzursuzluğunu, hatta çaresizliğini görmek mümkün... Paterson ne kadar sakin olursa olsun, çok sevmediği bir köpekle yaşamak, kavga etmek zorunda kalmak, nefret ettiği bir yemekle karnını doyurmak gibi irili ufaklı sorunlarla baş etmek zorunda. Laura’nın “Rüyamda ikiz çocuklarımız vardı” demesi ve Paterson’un film boyunca sürekli ikiz görmesi, çocuk sahibi olmanın endişesini yansıtıyor sanki. Otobüsün bozulduğu sahnedeki halini de unutmayalım. Ama şiir tutkusu her şeyi birbirine bağlıyor, hayatını anlamlı kılıyor. Sadece şiir yazmak değil okumak ya da dinlemek de iyi geliyor ona. Küçük kızın şiirini okuduğu sahne ve finalde şelalenin önünde yaşadığı karşılaşma bunun açık bir kanıtı...

        OZU'YA SELAMLARLA

        “Paterson”dan çıktığımda kendimi daha iyi ve zihnen dinlenmiş hissediyordum. Jarmusch, yılların ustalığıyla çekmiş bu filmi. Son olarak, Jarmusch’un Japon yönetmen Yasujiro Ozu’nun yalın filmlerine olan sevgisini bir kez daha gösterdiğini söyleyebilirim.

        Diğer Yazılar