Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Önceki filmin devamı niteliğindeki “Jurassic World: Yıkılmış Krallık” (Jurassic World: Fallen Kingdom) dünyayla aynı anda Türkiye’de de gösterime girdi. Filmin başrollerinde Bryce Dallas Howard ve Chris Pratt oynuyor

        SEYİRCİ bir “Jurassic filmi”nden ne bekler? Aklımıza gelen ilk yanıt, “yırtıcı dinozorların yarattığı dehşet ve gerilim” ve bu yeni filmde de fazlasıyla karşımıza çıkıyor. Yönetmen J.A. Bayona, özel efekt desteğiyle son derece gerçekçi dinozorlar çıkarıyor karşımıza. Hatta bütün filmin bir özel efekt şovu olduğu söylenebilir. IMAX 3D tercih edenlerin tadını daha çok çıkaracağı bir şov...

        Dinozorların kendi aralarında da kapıştığı filmde serinin alametifarikası haline gelmiş, gerilimaksiyon karışımı sahneler peş peşe geliyor.

        AMAÇ DİNOZORLARI KURTARMAK…

        Bayona, serinin ilk halkasını çeken Spielberg’in çizdiği genel çerçevenin dışına çıkmıyor ve bize dinozorların gerçek yıldız olduğu bir “canavarlar filmi” seyrettiriyor. Ancak, senaryo önceki filmlerin formatından farklı. Yeni filmin “insanları değil dinozorları kurtarmakla” ilgili bir hikâyesi var: Jurassic World’ü yıkıp “bağımsızlıklarını ilan eden” dinozorlar, adadaki yanardağdan fışkıran lavlar nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca, önceki filmden tanıdığımız “romantik komedi çifti” Claire (Bryce Dallas Howard) ve Owen (Chris Pratt) dinozorları kurtarmak için adaya gidiyor ama karşılarına kötü niyetli bir ekip çıkıyor...

        “Yıkılmış Krallık”, ilk filmden bu yana süren, “insanoğlunun laboratuvarda canlı yaratmasının doğru olup olmadığı” tartışmasını yeniden ısıtıp önümüze sürüyor. Yeni film de serinin “nasıl yaratılırsa yaratılsın, canlı canlıdır” tezine yaslanıyor ama meseleyi derinleştirip, ilginçleştiremiyor. Kaldı ki, hikâyenin dinozorlu sahneleri peş peşe sıralamanın ötesinde dişe dokunur bir yanı yok. Sonuçta, yönetmen Bayona, bir Jurassic filminin sınırlarının dışına çıkmıyor. Sahnelerin iyi çekildiği kesin ama filme farklı bir ruh ya da kişilik katamıyor.

        Filmin notu: 6

        **********

        EFSANE REKABET

        TENİS tarihinin unutulmaz maçlarından biridir, 1980 Wimbledon Turnuvası’nda İsveçli Björn Borg ile ABD’li John McEnroe arasındaki o muhteşem final... Senaryosunu Ronnie Sandahl’ın yazdığı “Borg McEnroe”, turnuvayı ve maçı iki tenisçinin çocukluk yıllarına kadar uzanan geri dönüşlerle anlatıyor. Tenisin yükselen yıldızı McEnroe (Shia LaBeouf), Borg’un (Sverrir Gudnason) beşinci kez üst üste Wimbledon’u kazanarak tarih yazmasının önündeki tek engeldir; ama her maçta, hakem ve seyircilerle ağız dalaşına girer. Seyircilerin sevmediği öfkeli bir oyuncudur. Borg ise makine intizamıyla oynar. Duygularını aldırmış gibi görünse de gerçekte için için yanan bir kordur... Başarısının sırrı, antrenörü (Stellan Skarsgard) sayesinde öfkesini bastırmayı öğrenmesi ve sayı kaybettiğinde duygusal çöküş yaşamadan oyuna dönebilmesidir. İşte bu yüzden, McEnroe’yu herkesten daha iyi anlar.

        TENİS SAHNELERİNİN ÇEKİMLERİ ÇOK İYİ

        Film her iki tenisçinin oyun esnasındaki artı ve eksileriyle kazanma hırslarını derinlemesine işlemeyi ve bizi final maçının heyecanına hazırlamayı başarıyor. Danimarkalı yönetmen Janus Metz, tenis sahnelerindeki çekim açıları ve kurgusuyla sağlam iş çıkarıyor. Ama filmin “keskin rekabetin güzel bir dostluğa dönüşmesi” dışında tatmin edici bir hikâyesi olduğu söylenemez. McEnroe’nun geçmişine ve özel hayatına Borg’a oranla daha az yer verilmesi de bir dezavantaj. Film karakterlerin iç dünyasına sızamıyor. Çocuklukları ve maç heyecanı dışında her ikisine de uzağız. Yine de tenis sahneleriyle dahi vasatın üstünde bir spor filmi olduğu kesin.

        Filmin notu: 6.5

        Diğer Yazılar