Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ressamlar öteden beri sinemacıların en sevdiği sanatçılar arasında yer alırlar. Özellikle Van Gogh sinema sanatının favori ressamlarındandır. Geçen hafta gösterime giren “Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında” (At Eternity's Gate) filmi de bunlardan biri... En iyi 15 sanatçı filmini kapsayan bu seçkide hayali karakterleri değil, sadece gerçek sanatçıların hikâyelerini anlatan filmleri temel aldım. Son yıllarda sayıları giderek artan sanatçı belgesellerini ise başka bir seçkiye bıraktım.

        Yönetmenler: Dorota Kobiela, Hugh Welchman

        Animasyon tarihinin “el işi göz nuru” şaheserlerinden biri... 100'den fazla ressamın, 65 bin kareyi tek tek tuval üzerine yağlı boyayla resmettiği film, hikâyesini Van Gogh'un üslubu ve resimleriyle anlatıyor. Film, Van Gogh'un ölümünden bir yıl sonra geçiyor. Postacı Joseph Roulin, Van Gogh'un kardeşi Theo'ya yazdığı son mektubu sahibine iletmek üzere oğlu Armand'a veriyor.... Roulin, Van Gogh'un intihar ettiğinden emin değildir çünkü ressam son günlerinde sakin ve huzurlu görünmektedir. Roulin, Van Gogh'u sürekli taciz eden bir gençden kuşkulanır. Doktorun kurşun yarasıyla ilgili yorumu da cinayet ihtimalini güçlendirir. İntihar yerine cinayet olasılığını ele almasıyla öne çıkan film, aslında öyküsünden ziyade Van Gogh'un resimlerinin ruhunu taşıyan animasyon tekniğiyle cezbediyor seyircisini...

        Yönetmen: Julian Schnabel

        Jean-Michel Basquiat (1960-1988) Brooklyn doğumlu bir sokak sanatçısıydı. Duvarlara resimler çizer, sokaklarda yaşardı. Andy Warhol'un onu kanatlarının altına almasıyla birlikte New York sanat dünyasındaki yükselişi başladı... Kolaj tarzındaki tuval resimleriyle ünlü bir sanatçı haline geldi ama ne yazık ki uyuşturucudan bir türlü vazgeçemedi... Kendisi de bir ressam olan ve senaryoyu yazan yönetmen Julian Schnabel, yakından tanıdığı sanat camiasını anlatma konusunda hayli başarılı... Gary Oldman'ın oynadığı ressam karakterinin Julian Schnabel'den esinlendiğini belirtelim. Jeffrey Wright'ın Basquiat'yı canlandırdığı filmde Andy Warhol rolünde ise David Bowie'yi seyrediyoruz.

        Yönetmen: Christopher Hampton

        Kısaca Carrington olarak bilinen ressam Dora Carrington (1893 – 1932) ile yazar Lytton Strachen'in (1880 – 1932) yaşam öykülerini anlatan bir film... Michael Holroyd'un Lytton Strachey'nin biyografisinden yola çıkan yönetmen Christopher Hampton, ikilinin tanışmalarıyla başlayan ve yıllarca süren aşk hikâyelerini özenli ve duyarlı bir sinemayla anlatıyor. Strachey'nin eşcinselliği nedeniyle sıra dışı bir aşktır bu... Altı ayrı bölümden oluşan film 1915'de başlıyor ve iki sanatçının da hayatını kaybettiği 1930'lu yıllara dek sürüyor. Filmde Carrington rolünde Emma Thompson'ı, Strachen rolünde ise Jonathan Pryce'ı izliyoruz.

        Yönetmen: Mike Leigh

        İngiliz ressam Joseph Mallord William Turner (1775 – 1851) deniz temalı manzara resimleriyle bilinen, romantizm akımına dahil edilen bir sanatçı... Yaşadığı dönemde takdir gören, geçim sıkıntısı çekmeyen biriydi. Ama empresyonist akımın öncüsü olarak kabul edilen bazı eserleri nedeniyle eleştiriler almış, hatta alay konusu olmuştu. Film sanatçının son dönemine odaklanıyor. Daha çok babası ve sevgilisi Sophia Booth ile olan ilişkileri anlatılıyor. Yönetmen Mike Leigh, Turner’ın hayatını duygusallıktan uzak, objektif bir tavırla anlatırken onu çevreleyen insanları ve sanat dünyasını ustalıkla tasvir ediyor. Filmi sürükleyen güçlü bir ana temanın eksikliği göze çarpsa da Turner’ın sanatına karşı duyduğu tutku ve çalışma aşkı ön plana çıkıyor. Timothy Spall, homurtusu eksik olmayan, asık suratlı Turner’ı ustalıkla canlandırıyor. Dick Pope’un, Turner’ın suluboya renklerini yakalamaya çalışan görüntü yönetimi de etkileyici ve mükemmel.

        Yönetmen: Julie Taymor

        Hayden Herrera'nın “Frida: A Biography of Frida Kahlo” adlı kitabından sinemaya uyarlanan film, Meksikalı gerçeküstücü ressam Frida Kahlo'nun yaşam öyküsünü anlatırken sanatçı kişiliğini de yansıtıyor. Kuşkusuz, sanatçı biyografileri kolay değildir. Hayranları filmle sanatçının eserleri arasında duygusal bağ kurmak ister. “Frida” bu duygusal bağı kurmayı başarıyor... Yönetmen Julie Taymor, Kahlo’nun yaşadığı fiziksel acılara sanat ve hayal gücüyle karşı koymasını etkili bir sinema diliyle anlatırken sanatçının görsel dünyasını filmin ruhuna taşımasını biliyor. Filmdeki rolüyle Oscar'a aday olmayı başaran Salma Hayek ise vatandaşı Frida Kahlo’nun efsane kişiliğinin altında ezilmeden, yaşadıklarını inandırıcı bir şekilde yansıtmayı başarıyor. “Frida”, müzik ve makyaj dallarında iki Oscar kazanmıştı.

        Yönetmen: Robert Altman

        Vincent Van Gogh ile kardeşi Theo'nun ilişkisine odaklanan film, 1987 yılında bir müzayedede açılıyor ve sonraki sahnede bizi rekor fiyata satılan tablonun yapıldığı günlere götürüyor... Julian Mitchell'in yazdığı senaryo, Van Gogh'un resim yapmaya yoğunlaştığı 1883 yılıyla Theo'nun hayatını kaybettiği 1891 yılları arasında geçiyor. Film her iki karaktere de aynı ağırlıkta yer veriyor. Theo, dönemin yatırımcılarına sanat danışmanlığı yaparken Vincent da delice bir çalışma temposu içinde resimde kendi tarzını bulmaya çalışıyor... Birçok filmde sakin, olgun ve dengeli bir karakter olarak çizilen Theo, burada en az abisi kadar çılgın ve sorunlu bir kişilik olarak geliyor karşımıza. Her ikisi de çelişkilerle dolu problemli karakterler. Vincent'da Tim Roth, Theo'da ise Paul Rhys'un mükemmel performanslarıyla öne çıktığı film, Van Gogh'un son dönemindeki bütün önemli olayları farklı bir yorumla karşımıza getiriyor.

        Yönetmen: Ed Harris

        Soyut ekspresyonist akımın önde gelen isimlerinden Amerikalı ressam Jackson Pollock'un hayat hikâyesini filme aktarmak oyuncu Ed Harris'in gençlik yıllarından beri hayalini kurduğu bir projeydi... Steven Naifeh ile Gregory White Smith'in biyografik kitaplarından sinemaya uyarlanan film, Pollock'un hayatındaki dönüm noktalarından birini, sanatçı Lee Krasner'le tanışmasını eksen alıyor. Pollock (Ed Harris), 1941 yılında Krasner'le (Marcia Gay Harden) tanışmadan önce çok içki içen, grup sergilerine katılan ve sanatıyla öne çıkamayan bir ressamdır. Krasner'in hayatına girmesiyle birlikte her şey değişir ve 10 yıl içinde ülkenin önde gelen sanatçılarından biri olur... Ed Harris ilk yönetmenlik denemesinde oyuncu olarak da etkileyici bir iş çıkarıyor. Marcia Gay Harden, yardımcı kadın oyuncu kategorisinde Oscar kazanmış, Ed Harris de erkek oyuncu adaylarından biri olmuştu.

        (Girl with a Pearl Earring) Yönetmen: Peter Webber

        Hollandalı ressam Vermeer’in 1665 tarihli tablosunda, inci küpeli genç ve güzel bir kız, sol omzunun üzerinden bize bakar. Etkileyici ve çarpıcı bir resimdir. Öyle ki, modelin Vermeer için özel biri olduğunu düşünürsünüz... İnci küpeli kızın kim olduğunun bilinmemesi, tablonun gizemini artırır. Sanat tarihinin bu efsane modeli, Tracy Chevalier’nin romanından uyarlanan filmde, Vermeer’in evinde çalışan komşu kızı Griet olarak çıkıyor karşımıza. Sadece güzelliğiyle değil, zekâsı ve duyarlılığıyla da ressamı etkiliyor. Film daha çok ikisi arasındaki etkileşim üzerinden ilerliyor... Kuşkusuz gerçeklerden çok hayal gücünden beslenen bir hikâye ama her şeyiyle güzel bir ressam filmi... Colin Firth tarafından canlandırılan Vermeer'in sanatçı kişiliği, yaşadığı çelişkilerle birlikte anlatılıyor. Scarlett Johansson’un Griet rolündeki performansı ise filme gerçekten çok şey katıyor...

        Yönetmen: Martin Provost

        Séraphine de Senlis olarak da bilinen Séraphine Louis (1864–1942) bir hizmetçiydi, Resim yapmaya 41 yaşında başladı. Her şeyi kendi başına öğrenmiş ve dini inançlarından ilham almıştı. Resimlerinde çevresinde çok rahat bulabileceği toprak ve ölü hayvan kanı gibi malzemeler kullanırdı. Film, 1914 yılında Alman sanat koleksiyoncusu ve eleştirmeni Wilhelm Uhde'nin Séraphine de Senlis'in yaşadığı kasabada bir ev tutmasıyla açılıyor. Uhde'nin, Senlis'in eserleriyle karşılaşmasıyla birlikte sanat tarihinin en şanssız ressamlarından birinin dokunaklı hikâyesine tanık olmaya başlıyoruz. Senlis, ölümünden sonra eserlerindeki duygu yoğunluğu ve renk kullanımıyla tanınan bir ressam haline geldi. Fransız aktris Yolande Moreau, ruhsal sorunlar ve coşku dolu heyecanlar arasında gidip gelen Senlis yorumuyla en iyi kadın oyuncu dalında Cesar ödülünü kazanmıştı.

        Yönetmen: Vincente Minnelli, George Cukor

        Hollandalı ressam Vincent Van Gogh'un hayat hikayesini beyazperdeye aktaran ilk önemli filmlerden biri... Irving Stone'un romanından uyarlanan film, Van Gogh'un hayatını, din adamı olmaya çalıştığı ama başarılı olmadığı günlerden itibaren anlatmaya başlıyor. Yaşadığı umutsuz aşk deneyimi, parasızlık onu giderek bunaltıyor. Paris'te kardeşi Theo'nun yanında yaşadığı dönemde gençlik yıllarındaki resim tutkusuna yeniden yöneliyor... Kirk Douglas'ın Van Gogh'u son derece tutkulu bir yorum ve aşırıya kaçan bir duygusallıkla yorumladığı filmde Paul Gaugin'i de Anthony Quinn canlandırmış ve filmde toplam 8 dakika süren performansıyla yardımcı erkek kategorisinde Oscar kazanmıştı. Film Türkiye'de “Ölmeyen İnsanlar” adıyla 1958 yılının ocak ayında gösterime girmişti.

        Yönetmen: John Huston

        Fransız sanatçı Henri de Toulouse-Lautrec'in (1864-1901) hayatının son dönemini konu alan, gerçekler kadar hayal ürünü olaylara dayanan bir film... Amerikalı usta yönetmen John Huston, Pierre La Mure'ün romanından uyarlanan İngiliz yapımı filmde, 19. yüzyıl sonunda Paris'teki bohem hayatı ve kankan dansını gösterişli bir sinemayla anlatıyor. Huston ve görüntü yönetmeni Oswald Morris'in Toulouse-Lautrec'in renklerini yakalamaya çalıştığı film, TechniColor renkleri ve görsel atmosferiyle öne çıkıyor. Filmin hikâyesi fiziksel görünümü nedeniyle asla gerçek bir aşk yaşayamayacağını düşünen Toulouse-Lautrec'in hüzünlü dramı üzerine kurulu... Başrollerde Jose Ferrer ve Zsa Zsa Gabor'un oynadığı film, seyircilerden gördüğü ilginin yanı sıra 2 Oscar kazanmıştı. Geçip giden yıllara rağmen değeri azalmayan bir klasik... Daha eğlenceli bir Toulouse-Lautrec'le tanışmak isteyenler, Baz Luhrmann'ın “Moulin Rouge!”unda onu bir yan karakter olarak görebilir.

        4. Goya 1971

        (Goya - oder Der arge Weg der Erkenntnis) Yönetmen: Konrad Wolf

        İspanyol ressam Goya (1746-1828) üzerine çekilmiş başka filmler de var. Doğu Almanya yapımı “Goya” belki içlerinde en az bilineni... Lion Feuchtwanger'in romanından uyarlanan filmi,1980'li yıllarda İstanbul Film Festivali'nin ilk yıllarında seyretmiştim. Film Goya'nın bir ressam olarak İspanya sarayındaki hayatını, dönemin iktidarıyla yaşadığı çatışmaları ve güzel bir düşese duyduğu aşkı temel alıyordu. İktidarla iç içe geçen ve özgürlüğü kısıtlayan dini kurumları eleştiren film, Goya'yı delilikle keder arasında gidip gelen çılgın bir karakter olarak çiziyordu. Yönetmen Konrad Wolf'un en büyük başarısı Goya'nın eserleriyle anlattığı hikâye arasında kurduğu görsel bağlardı... Hikâyenin gerçekliği tarihsel anlamda belirsiz bile olsa, eserleriyle filmin ruhu arasındaki kurduğu ilişki gerçekten etkileyiciydi... Litvanyalı aktör Donatas Banionis de gerçekçi bir Goya portresi çiziyordu.

        (At Eternity's Gate) Yönetmen: Julian Schnabel

        Vincent Van Gogh'un hayatının son dönemine odaklanan bir film... Yönetmen Schnabel, senaryosuna da katkıda bulunduğu filmde, ressamın insanlarla iletişim kurmakta yaşadığı çaresizliği öne çıkarıyor ve sanatçının yalnızlığına psikolojik açıdan bakıyor. Resim yapmak için gittiği Güney Fransa'daki Arles kasabası onun için tam bir sosyal kâbusa dönüyor. Önceki filmlerde resim tutkusunun onu toplumdan kopardığını hissederdik. Burada ise Van Gogh için resim, insanların dünyasına girmenin ya da onlara ulaşmanın yollarından biri gibi görünüyor... Schnabel, filmde Van Gogh'un resimdeki “tek fırça hareketi” tekniğinin sinemadaki karşılığını sadece görüntüler değil, kamera ve kurgu üzerinden bulmaya çalışıyor. Willem Dafoe'nun Oscar'a aday olan performansının filme çok şey kattığı kesin.

        Yönetmen: Bruno Nuytten

        Olağanüstü bir heykeltraş olmasına rağmen yaşadığı dönemde sevgilisi Auguste Rodin'in gölgesinde kalan sanatçı Camille Claudel'in (1894-1943) öyküsü... Reine-Marie Paris'in biyografisinden yola çıkan Bruno Nuytten, Claudel ile Rodin'in tanışmalarından başlayarak iki sanatçının ilişkilerinin gelişimini anlatıyor. Claudel'in kariyerinin yükselişini ve akıl sağlığını yitirmesiyle birlikte çöküş sürecini de izliyoruz. Fransız aktris Isabelle Adjani, kendisine en iyi kadın oyuncu dalında Cesar ödülü kazandıran performansıyla Oscar'a da aday olmuştu. Gerard Depardieu'nün de Rodin'de başarılı bir performans çıkardığı film, dinamik kamera kullanımı, müzikleri ve akıcı kurgusuyla öne çıkıyor.

        Yönetmen: Andrey Tarkovski

        15'nci yüzyılın ünlü kilise ressamı, ikon ve duvar freski ressamı Andrey Rublev'in ayrıntılarıyla bilinmeyen hayat hikâyesi üzerine bir deneme... Tarkovski, Rublev'i çağına tanıklık eden bir sanatçı olarak getiriyor karşımıza. Rublev, zorbalığın, etnik ayrımcılığın, ırkçılığın, zalimliğin hüküm sürdüğü bir çağda yaşıyor. İnancı sınavlardan geçiyor, umutla umutsuzluk arasında gidip geliyor... Filmin sanatçı ve toplum arasındaki ilişkileri ele aldığı da söylenebilir. Tarkovski, sanatçının özgürlük arayışının yanı sıra iktidar-sanat ilişkilerini de sorguluyor. Tarkovski filmini bir fresk gibi kuruyor. Filmdeki bölümler bağımsız birer hikâyeden ziyade ancak finalde ortaya çıkacak o “büyük resmin” birbirini takip eden parçalarını hatırlatıyor. Birçok soruşturmada sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak gösterilir.

        Diğer Yazılar