Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir film, fragmanı, afişi ve tanıtımıyla seyirciye vaatler sunar. Eleştirmenleri takip etmeyen seyirciler, genellikle bu vaatlerin peşine takılarak giderler filmlere…Türkiye’de ‘Ma Seninle İlgilenir’ diye gösterime giren ‘Ma’nın da açık bir vaadi var.

        Fragmanından anlıyoruz ki, Octavia Spencer’in canlandırdığı yetişkin bir kadın, marketten alkol almasına yardım ettiği gençlerin hayatına giriyor. Sonra da onlar için bir tehdit unsuru haline geliyor. Daha doğrusu, filmin o yönde gelişeceğini hissediyoruz; çünkü ‘Ma’ bir korku gerilim olarak tanıtılıyor.

        Korku türü tanımına pek uymasa da ‘Ma’nın gerilim filmi olduğu söylenebilir. Özellikle, son üçte birlik bölümünde… Daha öncesinde ise gerilimi sezdiren bazı anlar hariç, ‘Ma’ bir dram olarak gelişiyor.

        Geçmişe doğru açılan, giderek detaylı hale gelen bir hikâye seyrediyoruz. Şimdiki zamanda Ma, yani Sue Ann (Octavia Spencer) ile gençlerin ilişkisini seyrederken, çok uzun olmayan flash-back sahneleri üzerinden Sue Ann’in geçmişteki travma anına doğru ilerliyoruz.

        Filmde ters köşeler ve sürprizler var ama son yıllardaki eğilimin aksine, final bölümünde değil, daha önce ortaya çıkıyorlar. Diğer bir deyişle, ‘son perde’ye girerken artık her şeyi biliyor ve sadece Sue Ann’in ne yapacağını merak eder hale geliyoruz… Ama o ana kadar ‘Ma’nın tam olarak ne filmi olduğu, gerçekten belli değil…

        Mesela, belirli açılardan ‘Carrie’yi (1976) çağrıştırıyor ama hikâye ve yapı olarak çok farklı..

        Özellikle 1990’larda moda olan ve bir ailenin başına musallat olan sapkın kişiliklerle ilgili filmleri andıran yanları da var. Ama o filmler kadar muhafazakâr olduğu söylenemez; çünkü belirli bir noktadan sonra kimin masum kimin suçlu olduğu belirsizleşiyor. Sue Ann başta olmak üzere bütün karakterler, olumlu ve olumsuz yanlarıyla ele alınıyorlar.

        Sue Ann de tümüyle kötücül değil. Geçmişte takılı kalmış ve yıllarca acı çekmiş biri. Başlangıçta o da diğer normal yetişkinler gibi gençlere içki alamayacağını söylüyor ama sonra aniden ‘bir şey’ görüyor ve fikrini değiştiriyor. Film bize bunu unuttursa da finale doğru yeniden hatırlatıyor. Sonra bütün hikâyenin, o ani karar değişikliğiyle ilgili olduğunu anlıyoruz.

        Film, Sue Ann’i geçmişte ve şimdiki zamanda çevreleyen psikolojik zorbalığı göstermekte başarılı… Ama hikâye boyunca geçirdiği psikolojik aşamaları anlatmakta çok başarılı olduğu söylenemez. O konuda seyirciye çok iş bırakıyor.

        Finalden geri dönüp düşündüğümüzde, Sue Ann’in bir plan dahilinde değil, içgüdülerini dinleyerek, nihai amacının ne olduğunu pek bilmeden gençlerle bir şekilde irtibat kurduğu söylenebilir. Sürekli olarak gençleri evine çekmek istiyor... Hatta anaçlık ve şefkat oyununa bazen kendini fazla kaptırıyor. Öyle ki, gençlerden kötü davranış gördüğünde ağlayabiliyor…

        Hikâyedeki zorbalık, özü itibarıyla ırkçı bir niteliğe sahip. Sue Ann'in Darrell'in (Dante Brown) yüzünü beyaza boyaması onu da 'beyaz düşman' olarak gördüğünün bir kanıtı... Film ayrımcılığı sert şekilde eleştiriyor ama mağdurun tepkisini orantısız şekilde göstermesi açısından, ırkçı beyazların kafasındaki önyargıları, korkuları sanki doğruluyor. Bu açıdan film bana biraz sorunlu göründü…

        Allison Janney’nin Sue Ann’in patronu Doktor Brooks’u canlandırdığı yan hikâyenin de filmin bütünü içinde çok fazla şey ifade etmediğini söyleyebilirim.

        Octavia Spencer’in son derece akılda kalıcı bir karakter çizdiğini belirtelim. Maggie’nin annesi rolünde Juliette Lewis de iyi… Ama yönetmen Tate Taylor’ın filmografisinde pek parlak bir yerde duracağını sanmıyorum. Filmde babacan ve iyi kalpli polis rolünde seyrettiğimiz Tate Taylor, James Brown biyografisi ‘Get On Up’ta (2014) ve Kathryn Stockett’ın romanından uyarlanan ‘The Help’te (2011) daha iyi filmlere imza atmıştı. Özellikle ‘The Help’, film dahil 4 dalda Oscar’a aday olmuş, Octavia Spencer’a da ödülü kazandırmıştı.

        Gizemli bir gerilim denemesi olan ‘Trendeki Kız’ (2016) ve ‘Ma’ ise onun tür sinemasında henüz çok etkileyici filmler ortaya koyamadığını gösteriyor…

        Öte yandan, senaryo kaynaklı genel sorunları bir yana bırakırsak Taylor’ın yönetmen olarak iyi iş çıkardığını düşünüyorum. Sözgelimi, prodüksiyon tasarımının da katkısıyla özellikle Sue Ann’in evine, alışık olmadığımız bir tekinsizlik veriyor, evi neredeyse bir karakter haline getiriyor. Sadece farklı ışıklar, renkler ve çerçevelerle değil, Sue Ann’in yalnızlığını vurgulayan farklı bir müzikle de başarmış bunu. Maddie ile annesinin yaşadığı evle Sue Ann’in evi arasındaki görsel fark önemli. Sue Ann’in evindeki renklerle geçmişe dönüş sahnelerindeki renk tonlarının birbirine yakın olması da onun geçmişe takılı kalmış biri olduğunu gösteriyor.

        ‘Ma’ senaryo aşamasındaki farklı bir yaklaşımla belki daha sağlam bir dram olabilirdi. Bu haliyle dramla gerilim arasında kararsız kalmış gibi duruyor. Yine de kendi adıma sonuna kadar ilgiyle seyrettiğimi söyleyebilirim.

        6/10

        Diğer Yazılar