Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        (The Kid)

        Charlie Chaplin o yıllarda komedinin yıldız isimlerinden biriydi. Şarlo karakterini yaratmış, kısa filmleriyle ün kazanmıştı. Ama artık uzun metrajlı filmlere geçip, daha derinlikli hikâyeler anlatmak istiyordu... Böyle bir dönemde baba – çocuk ilişkisini işleyen bir hikâye seçmesi, kendi hayatı açısından da anlamlıdır... Babasız büyümüştü Chaplin ve henüz bir çocuğu yoktu. “Yumurcak” ise baba – çocuk ilişkisini nerdeyse kutsayan bir filmdi... “Yumurcak”ta genç annesi, bebeğini bir milyonerin sahiplenmesi umuduyla sokağa bırakıyor ama bebeğe yoksul sokak serserisi Şarlo sahip çıkıyor, onu kendi çocuğu gibi sevgiyle yetiştiriyordu. Baba ve oğul birbirlerine iyice alışmışken yetkililer onları ayırmak için karşılarına çıkıyordu. Komediyle duygusallığı birleştiren “Yumurcak”, daha sonra birçok filme esin kaynağı oldu.

        (Ladri di Biciclette)

        Vittorio De Sica'nın yönettiği, İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının başyapıtlarından biri olan film, ekonomik kriz döneminde iş arayan bir babanın öyküsünü anlatır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Roma'da hayat gerçekten çok zordur. Ama bir babanın görevi en zor koşullarda dahi çocuklarına bakabilmek değil midir? Luigi Bartolini’nin romanından Cesare Zavattini tarafından uyarlanan filmde, kendisine zar zor bisikletiyle yapabileceği bir iş bulan 2 çocuk babası Antonio, tam da hayata bağlandığı dönemde bisikletini çaldırır. Bulamazsa işini kaybedecektir. Antonio, oğluyla birlikte Roma sokaklarında bisikletini arar, hayata tutunmaya çalışır. Finalde bir “bisiklet hırsızı” olarak yakalandığında oğlunun onu sahiplenerek kurtarması, sinema tarihinin en unutulmaz ve göz yaşartıcı sahnelerinden biridir.

        (Father of Bride)

        Edward Streeter'in romanından uyarlanan ve usta sinemacı Vincente Minnelli tarafından yönetilen filmde Spencer Tracy, kızının evlilik hazırlıklarını yürüten bir babayı canlandırıyor. Küçük prensesinin evden gidecek olması, onun için yeterince hüzünlüyken yolunda gitmeyen birçok şey vardır. Düğün organizasyonunda çıkan sorunlar, sürekli artan davetli sayısı ve berbat düğün provası nedeniyle aslında her an kaçıp gitmeye hazırdır... Elizabeth Taylor'ın gelini canlandırdığı “Gelinin Babası”, 1950'lerin en popüler romantik komedilerinden biriydi. Gişede çok başarılı olmuş ve devamı bile çekilmişti. Bir babanın psikolojisini, kızı için kurduğu hayalleri ve ümitleri gerçekten iyi anlatan bir filmdi. 1990'larda Steve Martin'in oynadığı bir yeniden çevrimi de yapılmıştı. Sonuçta, hiç eskimeyecek bir konu olduğu kesin...

        (To Kill A Mockingbird)

        Harper Lee'nin aynı adlı çok satan romanından sinemaya uyarlanan ve Robert Mulligan tarafından yönetilen filmin, özellikle ABD'de birçok kuşakları derinden etkilediği söylenebilir. Gregory Peck'in oynadığı avukat Atticus Finch, vicdan sahibi bir baba olarak belleklerde unutulmaz bir yer edinmiştir. O yoksulları, ezilmişleri destekleyen, haksızlığa uğrayanları koruyan ve adalet isteyen bir avukattır. Ama aynı zamanda, her tür zorbalığa karşı çocuklarını korumak zorunda olan bir babadır. Çoğunluğun baskısına karşı çocuklarına iyi ile kötüyü, doğruyla yanlışı ayırt etmesini öğretir... Atticus Finch, Amerikan sineması tarihinin kuşkusuz en unutulmaz babalarından biridir. Hepimizi babalığın anlamı üzerine yeniden düşündürür...

        (The Godfather - The Godfather: Part II)

        Baba ve oğlun trajedisini uzun yıllara yayılan bir hikaye içinde anlatması nedeniyle birbirinden ayrılması güç iki film... Baba Vito Corleone'nin (Marlon Brando) yoksul bir göçmen olarak geldiği ABD'deki ilk amacı hayata tutunmaktır. Vahşi kapitalizmin çarkları altında ezilmemek, ailesini korumak adına oyunu “kurallarına göre” oynar ve karşısına çıkan kötü adamları öldürür... Yıllar içinde yasa dışı bir organizasyonun liderliğine kadar yükseldiğinde tek hedefi çocuklarını elinden geldiğince bu işin dışında tutmaktır. Özellikle Michael göz bebeğidir. Gelecekte onun ipleri elinde tutan, “büyük ve temiz” bir adam olmasını ister. Ama Michael, tıpkı babası gibi ailesini korumak için yasa dışı işlere girmek zorunda kalacak, örgütün başına geçecektir. Francis Ford Coppola'nın yönettiği iki film, birbirlerini korumak için suç dünyasının bataklığına saplanan baba ve oğlun öyküsünü destansı bir tarzda anlatıyor.

        Böyle bir seçkide Yeşilçam'ın en baba oyuncularından Münir Özkul'u ve onun canlandırdığı baba karakterlerini unutmak elbette mümkün değil. Ergin Orbey'in yönettiği filmde, 4 çocuklu Yaşar Usta ile 3 çocuklu Melek Hanım, mahallelinin ısrarıyla evlenirler. Çocukları önce bu durumdan hoşlanmaz ama giderek birbirlerine bağlı, sevgi dolu büyük bir aile haline gelirler. Münir Özkul’un, gelininin babası zengin işadamına “Sen milyarder, fabrikalar sahibi Saim Bey! Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm. Sen bir hiçsin. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil sevgiyle bağlıyız” dediği o film... Finalde Alev (Itır Esen) aile sıcaklığına doğru koşarken biz de o evde onlarla olmak, Münir Özkul'a sarılmak isteriz...

        Münir Özkul’un 1970’li yıllarda canlandırdığı “dürüst, namuslu, alçakgönüllü, vicdan sahibi, merhametli baba” karakterleri arasında en çok sevilenlerinden biri hiç kuşkusuz Marangoz Yaşar Usta’dır... Usta sinemacı Ertem Eğilmez'in yönettiği “Gülen Gözler”de 5 kızı ve eşi Nezaket’le yaşayan Yaşar Usta, para delisi, hilekâr müetahhit Yunus’un karşısında manevi değerlerin savunucusu olarak durur. Nezaket’e “Kendi evin ha!” diyerek sitem ettiği ve evi terk ettiği sahnede mükemmeldir. İzlerken gözleriniz yaşarır. Onunla birlikte tüm fedakar babaları hatırlarsınız.

        (Kramer vs Kramer)

        Erkeklerin farklı nedenlerle eşlerini ve çocuklarını bırakıp gitmesi, ayrılık durumunda çocuğa annenin bakması, sık rastlanan bir durumdur... Peki, ya tam tersi olursa? Avery Corman'ın romanından yönetmen Robert Benton tarafından sinemaya uyarlanan film, bu sorunun yanıtını arıyor... İşinden başka bir şey düşünmediği için eşine ve çocuğuna uzak kalmış reklamcı Ted Kramer (Dustin Hoffman), bir gün 5 yaşındaki oğluyla baş başa kalıyor. Birbirlerini iyi tanımadıkları için başlangıçta her şey kötü gidiyor ama babayla oğulun arasında giderek güçlü bir bağ kuruluyor... Bir yıl sonra anne (Meryl Streep) döndüğünde ve oğlunu geri almak istediğinde asıl mesele başlıyor... Bir açıdan baktığınızda, erkek egemen toplumun, kadınların giderek bağımsızlaşmasından duyduğu rahatsızlıkları yansıtan bir filmdir. Öte yandan, babalığın gerçek anlamını sorgulayan bir film olduğu inkâr edilemez. Eşinin onu terk etmesiyle Ted Kramer, sorumluluk ve sevgi arasındaki ilişkiyi keşfeder; çocuk bakımının sadece kadınlara düşen bir görev olmadığını anlar...

        (Field of Dreams)

        Gaipten gelen bir sese kulak veren Iowalı çiftçi Ray Kinsella'nın (Kevin Costner) hikâyesi... “Yaparsan, gelecek” diyen gizemli bir ses bu... Kinsella bu sesi dinleyerek, iflas etme pahasına mısır tarlasının orta yerine bir beyzbol sahası inşa etmeye başlıyor ve bir süre sonra formasını giymiş bir oyuncu görüyor sahada. Sonra oyuncuların sayısı giderek artıyor ama onları herkes göremiyor. Sadece Ray, eşi ve kızı... Finale doğru her şey yavaş yavaş son derece duygusal bir baba – oğul hikâyesine bağlandıkça filmin de aslında Ray'in babasından söz etmesiyle başladığını hatırlıyoruz. Finalde ise Ray, göz yaşartan bir sahnede, delikanlılık çağındaki babasıyla karşılaşıyor ve onunla beyzbol oynuyor. İşte o zaman “Yaparsan, gelecek” sözünün anlamı tam olarak ortaya çıkıyor ve Ray, gerçek cennetin nerede olduğunu keşfediyor... W. P. Kinsella'nın “Shooless Joe” adlı kitabından yönetmen Phil Alden Robinson tarafından sinemaya uyarlanan “Düşler Tarlası” bugün kült bir film olarak kabul ediliyor.

        (In the Name of the Father)

        Londra’da çok kişinin ölümüyle sonuçlanan patlamanın ardından polis, ufak tefek hırsızlıklar dışında suç işlememiş Belfastlı Gerry Conlon’u (Daniel Day Lewis) IRA militanı olduğu şüphesiyle yakalar. İşkence altında işlemediği suçu itiraf etmek zorunda kalan Conlon, müebbete mahkûm olur. Babası (Pete Postlethwaite) da ona yardım ve yataklık suçuyla tutuklanır... Jim Sheridan'ın yönettiği, gerçek bir olaydan esinlenen film, masum ve güçsüz insanları yetersiz delillerle müebbete mahkûm eden İngiliz adaletini sert şekilde eleştiriyor. Ama filmin kalbinde hüzünlü bir baba – oğul ilişkisi var... Hapiste değişen, olgunlaşan Gerry, babasıyla yeni bir ilişki kurmaya çalışıyor. Baba - oğul çok zor koşullarda da olsa dayanışma göstererek ilişkilerini yeniden kuruyorlar. Hem Day-Lewis hem de Postlethwaite Oscar'a aday olmuştu...

        (The Lion King)

        Gösterime girdiği yıl tüm dünyada gösterdiği çarpıcı gişe başarısıyla hatırlanan “Aslan Kral”, stüdyoların animasyonlara daha çok yatırım yapmasının önünü açan filmlerden biridir. Müzikalle animasyonu birleştiren klasik bir Disney yapımı olan film, bir Hamlet uyarlamasıdır ve Japonların 1965 – 1967 yılları arasında yayınlanan çizgi film dizisi “Beyaz Aslan Kimba”dan esinlenmiştir... Film, geleceğin kralı olarak doğan Simba'nın hikâyesini anlatır. Minik Simba'nın babası Musafa'nın korunaklı gövdesinin altında huzur içinde yürüdüğü sahneler unutulmazdır... Baba ile oğulun sevgi dolu huzurlu ilişkisi, iktidarı ele geçirmek isteyen amca Scar yüzünden sona erer... Simba, yetişkin bir aslan olup hesap sormak istediğinde babasının öğrettiklerini yeniden hatırlar. Babalarımız aramızdan ayrılsa da zihnimizde hep yaşamazlar mı?

        (La vita e bella)

        Babalar çocukları için her şeyi yapabilir, gerektiğinde hayatlarını bile feda edebilirler. Ama bazen babaların çocukları için yapabilecekleri şeyler sınırlıdır... Sözgelimi, II. Dünya Savaşı'nda toplama kampına alınmış bir Yahudi'yseniz ve oğlunuz da sizinle birlikteyse, onu korumak için ne yapabilirsiniz ki? Roberto Benigni'nin canlandırdığı Guido son ana kadar teslim olmamaya kararlı bir baba olarak, çocuğunu en azından ölüm korkusu ve kaygıdan uzak tutmak istiyor ve ona her şeyin büyük bir oyun olduğunu söylüyor. Guido'nun o korkunç gerçekliği bir oyuna çevirme çabalarının kökeninde sınırsız bir evlat sevgisi olduğunu hissediyorsunuz. Vincenzo Cerami ile Roberto Benigni'nin yazdığı, Benigni'nin yönettiği “Hayat Güzeldir”i ilk seyrettiğimde soykırıma mizahı karıştırma fikrinden çok hoşlanmamıştım ama yıllar geçtikçe Guido'nun o koşullarda yapabileceğinin en iyisini yaptığını daha iyi kavradım. Gerçekliğin korkunçluğuna karşı tek çözüm, hayallerin özgürlüğü değil mi?

        (Road to Perdition)

        “Azap Yolu” ilk bakışta, Büyük Bunalım döneminin gangster filmleriyle akraba... Ama bildiğimiz gangster öykülerinden biri değil. Hikâyesi aslında uzun ve biraz karışık olsa da her şeyiyle babalar ve oğullarla ilgili... Filmin merkezinde Michael Sullivan (Tom Hanks) ve oğlu var. Bir çete üyesi olan Sullivan, oğlunun kendisi gibi biri olmasını istemiyor. Patronu John Rooney (Paul Newman) için Sullivan, manevi oğlu gibi.... Rooney onu çok seviyor ve çocuklarını da torunları gibi görüyor. Ama öz oğlu Connor (Daniel Craig) babasının Sullivan'a olan sevgisinden, ilgisinden rahatsız... Suç dünyasının içinde yetişen Connor, hırsı ve açgözlülüğüyle öyküyü şekillendiren kötü adamın ta kendisi... Sullivan'ı ortadan kaldırmak istemesinde kıskançlığının da payı var. Filmin sonunda Sullivan'ın oğlu, babasının iyi biri olup olmadığını soranlara “O benim babamdı” diyerek her şeyi özetliyor. Çünkü hayatı, biraz da babalarımızdan öğrendiklerimizle yaşıyoruz... David Self'in bir resimli romandan uyarladığı, Sam Mendes'in yönettiği filmin etkileyici bir stili ve akılda kalıcı bir görsel atmosferi olduğunu belirtelim.

        (Finding Nemo)

        Andrew Stanton ve Lee Unkrich'in yönettiği film, oğlu Nemo’yu aramak için hiç bilmediği açık denizlerde zorlu bir macerayı göze alan palyaço balığı Marlin’in serüvenlerini anlatır... Akvaryum balığı Marlin için denizler, başta köpekbalıkları olmak üzere kuşkusuz büyük tehlikelere gebedir. Bu arada, Nemo da babasına kavuşmak için elinden geleni yapar. Bütün bu macera sırasında Marlin, aşırı korumacı bir baba olmanın, çocukları güvenlik çemberi içinde yaşatmanın çok da anlamlı olmadığını kavrar. Nemo'nun bir şekilde kendi hayatını yaşaması gerekmektedir. Sonuçta bilgi ve deneyim olmadan hiç kimsenin olgunlaşması mümkün değildir. Finalde baba ve oğul, sadece birbirlerini değil, kendilerini de bulurlar.

        (The Pursuit of Happyness)

        Senaryosunu Steve Conrad'ın yazdığı, Gabriele Muccino'nun yönettiği “Umudunu Kaybetme”, duygusal ve göz yaşartıcı bir film... En güzel yanı ise bittiğinde kendinizi iyi hissetmeniz, baba – oğul ilişkisinin sıcaklığında ısınmanız... Yaşanmış gerçek bir olaydan uyarlanan film, Christopher Gardner'ın hikâyesini anlatıyor. Gardner, verdiği yanlış kararlarla maddi açıdan sıfırı tüketir. Eşinin onu terk etmesinin ardından, yaşadığı evden de atılır ve oğluyla sokaklarda yaşamaya başlar... Ama oğlunun sevgisi ve desteğiyle ayakta durmaya, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışır. Başrollerde Will Smith ile oğlu Jaden Smith'in oynadığı “Mutluluğun Peşinde”, duygu sömürüsüne fazla girmeden sizi etkisi altına alan bir film..

        (Despicable Me)

        İnsanları ve özellikle çocukları hiç sevmeyen, “kötü” olmaktan zevk alan Gru’nun, üç yetim kızla tanışmasının ardından, iyi kalpli, müşfik bir babaya dönüşmesinin öyküsü... Üç küçük şirin kızın masumiyeti, zengin hırsız Gru'nun bencilliğini ezip geçiyor. Gru sert karakterli annesi nedeniyle sevmeyi öğrenememiş, ihtiraslı ve yalnız biri... Öyle ki Ay’ı dahi insanların elinden çalmak istiyor. Öte yandan, yanında maaşlı olarak çalışan binlerce “işçi minyonu”nu tek tek isimleriyle tanıyor olması, ondaki “babalık” potansiyelini önceden haber veriyor aslında. Pierre Coffin ve Chris Renaud’nun yönettiği “Çılgın Hırsız”, “sevmeyi ve paylaşmayı öğrenen bencil zengin adamın klasik öyküsü”nü, animasyon formatının sınırsız olanaklarıyla yeniden anlatıyor, evlat sevgisinin nelere kadir olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

        (Interstellar)

        Yönetmen Christopher Nolan'ın senaryosuna da katkıda bulunduğu film, Mao’nun Çin’ini andıran geleceğin ABD'sinde geçiyor... Birçok Amerikan değerinin yok olup gittiği, devletin toplumu düzenlediği bu dünyada Matthew McConaughey'nin canlandırdığı Cooper, NASA'nın yeni gezegen araştırmalarında yer almak için başvuruyor; çünkü böyle bir dünyada çocukların istikbali olmadığını düşünüyor...

        Film, yüksek teknolojiyi, bilimsel araştırmaları, kâşiflik ruhunu ve insan merkezli aydınlanmacı düşünceyi kutsarken, gençlere elindekiyle yetinmeyi öğreten, çevrecilerin idolleştirdiği teknoloji düşmanı tarım toplumu fikrine karşı çıkıyor. Ama bu fikirlerin dipten dibe işlendiğini belirtmeliyim. Asıl öykü baştan sona sevgiyle, özellikle de evlat sevgisiyle ilgili. Sevgi geleceğin karanlık dünyasındaki yegâne umut değil sadece. Bilimsel gelişmelerin esin kaynağı ve insanlığın asıl kurtuluşuna giden yol... “Yıldızlararası” da insanlığın kurtuluşunu birbirlerine ulaşmaya çalışan bir baba ve kızın sevgi öyküsüne bağlıyor.

        Sinema tarihinde baba – çocuk ilişkileri üzerine gerçekleştirilmiş belki de en sıra dışı ve farklı film... Emekli müzik öğretmeni Winfried (Peter Simonischek), çokuluslu bir şirketin Bükreş'teki ofisinde çalışan kızı Ines'e (Sandra Hüller) sürpriz bir ziyaret gerçekleştirir... Baba ile kız yıllar içinde birbirlerinden uzaklaşmıştır. Bu ziyaretin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini anlayan Winfried, Toni Erdmann adlı bir kişiliğe bürünerek kızının hayatına “bir yabancı” gibi sızmaya çalışır... Winfried'in amacı, bütün hayatını işine adamış, para kazanma uğruna kendine ve değerlerine yabancılaşan Ines'i kurtarmaktır... Ines'in derdi ise babasından bir an önce kurtulmak, onu Almanya'ya göndermektir. Ama Winfried, kızını kurtarmadan pes etmeye hazır değildir... Sözlerden, söylevlerden çok eyleme inanan Winfried, kızını oyun oynayarak, şaka yaparak düşündürmeye, değiştirmeye çalışır. Maren Ade'nin yazıp yönettiği film, dünyayı kurtarmaya çalışan 68 kuşağından bir babayla, sisteme uyum sağlayan kızının ilişkisini benzersiz bir öyküyle anlatıyor.

        Sadece babalar kurtarıcı değildir, bazen çocuklar da kurtarır babalarını... Her şey anlamını kaybetse bile baba – çocuk sevgisi ayakta kalır... Hugh Jackman’ın Wolverine karakterini son kez canlandırdığı film, mutantların artık doğmadığı 2029 yılına götürüyor seyirciyi. Karanlık, karamsar ve trajik bir ton taşıyan hikâye, “X-Men” serisi açısından özel bir önem taşıyor. Filmin yönetmeni James Mangold’un yazdığı öyküde efsane Logan / Wolverine (Hugh Jackman), harap bir halde çıkıyor karşımıza. Limuzin şoförlüğü yaparak geçiniyor. Profesör Charles Xavier (Patrick Stewart), çölde delik deşik bir su tankının içinde saklanıyor. Bütün bu karanlık içindeki tek ışık ise 11 yaşındaki gizemli kız Laura (Dafne Keen)... Logan, Charles’ın ısrarıyla Laura’yı peşine düşen adamlardan kurtarmaya çalışıyor. Ama sonra kimin kimi kurtardığı belirsizleşiyor. Hikâye ilerledikçe hem Laura’nın, Logan için “özel biri” olduğu ortaya çıkıyor hem de insan - mutant savaşı tarihinin gizli sayfaları açılıyor.

        Taşrada geçen bir baba-oğul ve aile hikâyesi... Baba (Murat Cemcir), iyi günlerini geride bırakmış, altılı ganyan tutkusuyla çok para batırmış, ev içinde prestijini kaybetmiş bir öğretmen... Oğlu Sinan’sa (Doğu Demirkol), gelecek endişeleriyle dolu, sıkıntılı bir genç. Yazar olmak, ilk kitabını yayınlatmak istiyor. Bazen cebindeki harçlığa göz diken, güvenilirlikle güvenilmezlik arasında gidip gelen bir babanın oğlu olmak kuşkusuz kolay değil... Esnafın gelip babasının borcundan şikâyet etmesi de öyle... Gelecekte onun gibi olmaktan korktuğunu, ona benzemek istemediğini hissediyoruz... Ama finale doğru, babayla oğul arasında farklı bir bağ kuruluyor... Sinan, büyüyüp olgunlaştıkça babasına yaklaşıyor, kendisini en iyi babasının anladığını hissediyor. Daha önemlisi, o da artık babasını daha iyi anlamaya başlıyor... Final gerçekten dokunaklı...

        Diğer Yazılar