Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yaşadığımız gezegen olağanüstü bir dönemden geçiyor.

        Küresel dünyanın ve bütün ülkelerin önceliği, Covit-19 adlı korona virüsün yayılımını yavaşlatmak…

        Bütün bireylere düşen görev, kendini ve çevresindeki insanları korumak… Virüsle verdiğimiz mücadele sadece kendimizle ilgili değil. Bu öyle bir savaş ki, kendimizi korumakla birbirimizi korumak arasında çok büyük fark yok… Çünkü bu savaşta tek bir zafer var. O da virüsün yayılım hızını yavaşlatmak…

        Bu dönemde en çok gereksinim duyduğumuz şeylerden birinin moral olduğunu düşünüyorum… Uzmanların moral ve bağışıklık sistemi arasında kurduğu bağı akıllardan çıkarmamak gerekiyor. Sonuç olarak, her şey bağışıklık sistemimizle virüs arasındaki savaşla ilgili…

        Burada, hayalci, ayakları yere basmayan bir iyimserlikten söz etmiyorum. Korku, özünde bizi koruyan temel içgüdüdür; yaşamsal önem taşır, bize zarar verebilecek her tür tehlikeye karşı önlem almamızı sağlar. Ama korkuya teslim olmak başka bir konu… Bir süre sonra, korkularımızın esiri olabiliriz… Özellikle şöyle bir dönemde bunun kimseye bir yararı olacağını sanmıyorum. Buna karşılık, özellikle sosyal medyada habercilik etiği ve sorumluluğuyla hiç ilgisi olmayan öyle paylaşımlar görüyorum ki anlamakta zorlanıyorum. Korkuyu, kaygıyı daha da artırmaya yönelik paylaşımlar bunlar...

        Paylaşımları yapanların karamsarlığı, umutsuzluğu ve toplumsal panik hissini yaymak için neden bu kadar çaba gösterdiklerini anlamak zor. İnsanlar zorunda olmadıkça evden çıkmıyor ve her türlü önlemi almaya çalışıyorlar. Gerçekten, onlardan daha ne istiyorsunuz? Ayrıca daha çok korkmaları kimin ne işine yarayacak? Bu tür paylaşımların hepsinin özünde ‘Size anlatıldığı gibi değil, her şey çok daha kötü’ anlamına gelen acımasız bir tavır var. İçinde bulunduğumuz koşullarda bunun kime, ne gibi bir faydası olacağını kestiremiyorum.

        İşte tam da bu nedenle, korku ve kaygıyı gereksiz yere artıran bu tür paylaşımlarla karşılaştığımız sosyal medyada vakit geçirdiğimiz kadar, arada edebiyata, sanata ve sinemaya da zaman ayırmamız gerektiğini düşünüyorum.

        Virüse karşı önlemlerimizi aldıktan sonra ruhumuzu iyileştirmek için roman okumalı, müzik dinlemeli, sanal müzelerde gezmeli ve tabi ki film seyretmeliyiz…

        Sinema salonlarının kapandığı, yeni filmlerin vizyon tarihlerinin ertelendiği böyle bir dönemde sinemaseverler için televizyon ve internet gibi iki önemli seçenek var. Anlaşılan o ki, virüs etkisini yitirene kadar filmleri sadece evlerimizdeki ekranlar üzerinden seyredebileceğiz. Çok şükür ki seçeneklerimiz bol… Netflix, Mubi, Amazon, BluTV, AppleTV gibi online platformlar bir yana Digiturk beinConnect, D-Smart, Tivibu gibi dijital platformlar da var. Bu kervana yakında yeni isimlerin de katılmasıyla sanal ortamda bizi “dizi ve filmlerden oluşan bir içerik okyanusu” bekliyor...

        Bundan sonraki süreçte ben ve sinema yazarı meslektaşlarımın asli görevlerinden birinin bu okyanusta okurlarımıza rehberlik etmek olduğunu düşünüyorum.

        Seyircilerle online olarak buluşan filmleri yazmaya yaklaşık 2.5 yıl önce “Parazit”in yönetmeni Bong Joon Ho'nun Netflix için çektiği “Okja” ile başlamıştım. O günden bugüne dijital platformlarda seyrettiğim dizi ve filmleri yazmayı sürdürdüm...

        Kendi adıma, sinema salonlarında film seyretme alışkanlığının biteceğini hiç düşünmüyorum. İçinde yaşadığımız şu günler geride kaldığında, seyircilerin sinema salonlarına eskisinden daha büyük bir ilgi ve özlemle geri döneceğine eminim. Ama o güne kadar, evimizde ekran başındayız...

        Sürecin gidişine göre bazı yapımcılar filmlerini bu kanallar üzerinden seyirciyle buluşturmayı tercih edebilir. Kuşkusuz, bu ihtimali aklına dahi getirmeyen birçok yapımcı olduğunu tahmin edebiliyorum. Özellikle büyük yatırımlar yapan, sinema salonlarından büyük gelir beklentileri olan stüdyolar için böylesi bir uygulama çok anlamlı olmayabilir. Buna karşılık, seyircisine yeni filmler sunmak isteyen dijital platformlarla bazı sinemacıların gelecekte bu yönde bazı ortak adımlar atmasını beklemek mümkün...

        Bir süredir sadece koronavirüs salgınını konuşuyoruz... Bu süre içinde sinema tarihinin salgın filmlerini hatırlamamak mümkün değildi. Hatırladık ve hatırlattık... Ama açıkçası şu günlerde kimseye bu filmleri önermem. Birincisi, gerçekçi ve uyarıcı bir film olan “Contagion”u dışarıda tutarsak diğer filmlerin çoğunun ortak özelliği, abartılı olmaları... Hepsi de Covit-19'dan çok daha çabuk yayılan ve ölüm oranı çok yüksek virüsleri konu alıyorlar... Bu filmler şimdilerde hiçbirimize iyi gelmez... Kaldı ki, hiçbir gerçekçilikleri de yok...

        Aslında, salgını konu alan bu tür distopik filmlerin asıl meselesi salgınlar değil, bildiğimiz uygarlığın sonunun gelmesi... Çünkü insanların en büyük korkularından biridir bu... (Sosyal medyadaki birçok paylaşımda da aynı korkuyu yaymaya çalışanların olması tesadüf değil.) Dolayısıyla, salgın o tür filmler için sadece bir metafor. Açıkçası, şu an hiçbirimizin böyle bir metafora ihtiyacı yok... Hepimiz gerçek bir hikâyenin içindeyiz ve bitmesini bekliyoruz. İhtiyacımız olan panik ve kontrolsüz bir korku değil.

        Biraz sakinleşmek istiyorsanız sadece film seyretmeyi değil, bütün sanatları öneririm... Ruhumuza iyi geleceğinden eminim...

        Hepinize sağlıklı günler...

        Diğer Yazılar