Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Netflix yapımı ‘Medyatik Davalar’ (Trial by Media), 6 bölümden oluşan bir belgesel dizisi… Her bölümde ABD’nin yakın tarihine damga vurmuş, medyanın yakından takip ettiği davalar ele alınıyor.

        Belgeselde anlatılan olayları hiç hatırlamıyorsanız, ‘Medyatik Davalar’ sizin için nefes nefese bir tempoda akıp gidebilir…

        Hatırlayanlar için de açıkçası durumun pek değişeceğini sanmıyorum. Yapımcıları arasında George Clooney ve Grant Heslov’un da olduğu ‘Medyatik Davalar’ı, birçok konulu diziden daha heyecan verici ve ilgiye değer bulanlar olacağına eminim.

        Belgeselin her bölümü bittiğinde, yıllardır seyrettiğimiz Hollywood yapımı ‘mahkeme filmleri’nin hiç de abartılı olmadığını görmemiz mümkün. Sadece Hollywood filmlerinde değil, gerçek Amerikan mahkemelerinde de şov yapıldığını, her şeyin jüriyi etki altına almakla ilgili olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Sonuçta, avukatların ‘tiyatro kokan’ açılış ve kapanış konuşmaları dahil filmlerde seyrettiğimiz her şey gerçek mahkemelerde de var…

        Ama ‘Medyatik Davalar’ bundan daha fazlasını içeriyor. İşin içine medyanın girmesiyle olup bitenleri getiriyor gözümüzün önüne. O noktada dava, mahkeme salonundaki tiyatro sahnesinin ötesine geçip, duruşma öncesi ve sonrasıyla tüm ülkenin takip ettiği bir reality şova dönüşüyor. Kaldı ki, belgesele konu olan davaların bir kısmı canlı yayınla tüm ulusa ulaşıyor ve duruşma herkes tarafından an be an izlenebiliyor. Bazı durumlarda medyada kopartılan kıyametin davalıların hiçbir işe yaramadığını görebiliyoruz. Hatta medyayı gereğinden fazla kullanan bir davalı, beklenenden fazla ağır hapis cezası alıyor.

        REKLAM

        Kuşkusuz uzmanların daha yetkin şekilde tartışabileceği bir konu bu ve sadece 6 dava üzerinden spekülasyon yapmak doğru olmaz. Ama ‘Medyatik Davalar’ı seyrettikten sonra suç ve ceza kavramları konusunda kafamın fazlasıyla karıştığını söyleyebilirim. Seçim kampanyası için usulsüz şekilde para toplayan ama aldığı parayı cebine indirmeyen bir siyasetçi, tam 14 yıl hapisle cezalandırılıyor. Buna karşılık, evine girdikleri silahsız, kendi halindeki masum bir Afrikalı genci 41 kurşunla öldüren 4 polis, suçsuz bulunuyor.

        '41 Shots'
        '41 Shots'

        Metroda kendisinden para isteyen silahsız siyahi gençlere ateş eden ve içlerinden birini sakat bırakan bir beyazın mağdur bulunarak suçsuz ilan edildiği; bir kadına toplu olarak tecavüz eden erkeklerin ise usulsüz para toplayan siyasetçiden daha az hapiste kaldığı bir adalet sistemi bu… Üstelik, zorbalık ve şiddetin toplumsal anlamda destek bulduğunun altını çizmek gerekli.

        Jodie Foster’ın oynadığı ‘Sanık’ (The Accused) filmine de esin kaynağı olan olayların anlatıldığı ‘Big Dan’s’ başlıklı bölümde tecavüzcü erkeklerin gördüğü toplumsal destek utanç verici… Bir kadını gece yarısı evinin yakınındaki bara tek başına gittiği için suçlayanlara, insan ne diyeceğini gerçekten bilemiyor. Irk ayrımcılığını protesto eden göstericilerin, ırkçılığın kurbanı olduğu gerekçesiyle tecavüzcü erkekleri savunmaları ve duruşma sırasında bile psikolojik şiddet görmeye devam eden kadının karşısına geçmelerini anlamak mümkün değil.

        'Blago!'
        'Blago!'

        Medya–adalet sistemi ilişkileri üzerine kafa yoranların seyretmesi gereken bir dizi duruyor karşımızda. Ama dizinin öncelikle ABD’deki hukuk sistemiyle ilgili olduğunu söylemek gerek… Çünkü sonuç olarak, ortada herkesin etkilemek istediği bir jüri var. Ele alınan tüm davalarda her şey, jürinin davalıları suçlu ya da suçsuz bulmalarına bağlı. Gerçi devlet kurumları, taraf oldukları davalarda istedikleri sonucu almasını biliyorlar ama yine de bütün oyun, jürinin vereceği karar üzerinde dönüyor.

        Öte yandan, belgeseli gerçekleştirenlerin tek hedefinin medyayla davalar arasındaki etkileşim süreci olduğunu söylemek zor. Her bölümün ayrı bir odağı ve toplumsal çerçevesi var. Tam da burada, ‘Subway Vigilante’ ve ’41 Shots’ başlıklı ikinci ve üçüncü bölümlerin, ‘New York ve ırkçı şiddet’ olarak özetlenebilecek tek bir odağa sahip olduklarını söylemek gerek. İlki 80’lerde, ikincisi 90’larda geçiyor ama her iki film de bugünün ABD’si üzerine çok şey söylüyor.

        ‘Talk Show Murder’
        ‘Talk Show Murder’

        Bu arada, belgeselin ilk bölümü ‘Talk Show Murder’ın, öğlen kuşağı talk şov programlarını konu alması nedeniyle sadece ABD’yi değil, tüm dünyayı ilgilendiren bir medya etiği tartışması içerdiğini belirtelim.

        ‘Medyatik Davalar’, arşiv görüntüleri ve söyleşiler üzerinden ilerleyen bir dizi... Her bölümde arşiv görüntüleri daha ağırlıklı bir yer tutuyor. Dolayısıyla, arşiv araştırması ve kurgu öne çıkıyor. Belgesel estetiği açısından çok iddialı bir iş değil belki ama kendini seyrettirmesini biliyor. Daha önemlisi, sizi düşündürüyor. Donald Trump’ın son bölümün finaline doğru bir kahraman edasıyla sahneye çıkması ise herhalde dizinin en büyük ironisi…

        ‘Medyatik Davalar’ı seyrettikten sonra şunları anlıyorsunuz: Sözgelimi, bir davanın canlı yayınlanması taraflardan birine büyük zarar verebilir… Sürüp giden davaları etkilemek için yapılanlar, maksadını aşarak çok tehlikeli yerlere varabilir. Medyayı kullanmak, bazen davalılara bazen de davacılara yarardan çok zarar getirebilir…

        ‘Medyatik Davalar’ başta hukukçular, medya çalışanları ve politik aktivistler olmak üzere herkes tarafından izlenmesi gereken bir dizi gibi geldi bana. Her şey bir yana en az bir konulu film kadar sürükleyici olduğu kesin…

        7/10

        Diğer Yazılar