Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İçinde yaşadığımız pandemi döneminin filmlere nasıl yansıyacağı şimdiden merak konusu… Karantina günlerini evdeki kameralarla hemen yansıtmayı deneyen film veya dizi denemelerini şimdilik bir yana bırakırsak, Covid-19 salgınının sinema sanatındaki etkilerinin asıl olarak önümüzdeki birkaç yıl içinde ortaya çıkacağını varsayabiliriz.

        Tıpkı Ortaçağ’daki veba salgını, Büyük Bunalım, ABD’deki içki yasağı yılları, 1968 olayları ve 11 Eylül gibi, Covid-19 salgını da daha çok tarihsel bir dönem olarak kalacak akıllarda…

        Tam da burada, yol açtığı can kaybı açısından daha büyük bir salgın olan İspanyol gribinin sinema sanatı üzerinde çok derin bir etki bırakmadığını söyleyenler çıkabilir. İlk bakışta doğru bir argüman; ama İspanyol gribinin etkili olduğu yıllarda gezegenin başka büyük dertleri olduğunu unutmamak gerek. Edebiyat ve sinemanın o dönem söz konusu olduğunda başka hikâyelere öncelik vermesinin anlaşılır yanları var.

        İspanyol gribinden yaklaşık 40 milyon kişi öldü.
        İspanyol gribinden yaklaşık 40 milyon kişi öldü.

        İspanyol gribi çok ağır kayıpların yaşandığı I. Dünya Savaşı’nın son yılında ortaya çıkmıştı… 1917 Ekim Devrimi, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyadaki sınıf savaşlarını tetiklemişti. Ayrıca, sömürgecilikle zengin olan ülkeler kendi aralarında sürekli savaşmalarına karşın dengelerin yerine oturduğu yeni bir dünya düzeni kuramamışlardı. II. Dünya Savaşı bitene kadar da kuramayacaklardı… Her şeyiyle kaotik, karanlık ve umutsuz bir dönemdi. Özetle, İspanyol gribi, gezegenin yaşadığı savaş, yoksulluk, sefalet zincirindeki halkalardan sadece birisiydi.

        REKLAM

        Covid-19 ise çok daha başka bir dünyada sahneye çıktı ve daha ilk haftalarında küresel ekonomiyi sarsarak gündemin birinci sırasına oturdu. Ayrıca Türkiye dahil birçok ülkede insanlar evlerine kapandı ve modern çağlarda benzerine tanık olmadığımız bir karantina dönemi başladı…

        Kuşkusuz tarihçiler daha iyi bilir ama 1918 yılında insanların ‘İspanyol gribinden sonra nasıl bir dünya kurulacak acaba?’ diye uzun uzun tartışmalar yaptığını pek sanmıyorum. Oysa Covid-19’un yol açtığı karantinanın daha ilk haftasında insanlar salgından sonra bizi nasıl bir dünyanın beklediği konusunda konuşmaya çoktan başlamışlardı… Üstelik bu konuşmaların çoğu komplo teorileriyle ilgiliydi ve bir hastalık olarak Covid-19’un kendisinden ziyade dünyayı nasıl değiştireceğine odaklanıyorlardı.

        Her şey bir yana, özellikle İtalya, İspanya ve ABD gibi ülkelerde salgının ilk dönemlerinde hastanelerde yaşanan o yığılmanın, peş peşe gelen kayıpların Batı uygarlığı için bir tür sosyal travma olarak kalacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Sonuçta bütün sosyal travmalar gibi Covid-19 salgınının da sinema sanatında izler bırakacağı kesin…

        ’25. Saat’
        ’25. Saat’

        11 Eylül’den sonra hiçbir filmin İkiz Kuleler’e yapılan terör saldırısı sırasında çekilen arşiv görüntüleri kadar etkili olamayacağını, sinemasal hayal gücünün gerçeklikle rekabet edemeyeceğini öne sürenler çıkmıştı. Gerçekten de 11 Eylül’de yaşanan olaylardan aksiyon, gerilim, siyasi komplo çıkarmaya çalışan çoğu filmin unutulup gittiğini ya da derin izler bırakmadığını söylemek mümkün. Buna karşılık, Spike Lee’nin, 11 Eylül’ün ardından yaşanan sosyal travmayı dolaylı yollardan anlattığı 2002 yapımı ’25. Saat’ (25th Hour) adlı filminin değeri yıllar içinde giderek arttı ve en iyi 11 Eylül filmi olarak anılır oldu. Çünkü bu film, 11 Eylül’ün, kendi öykülerini yaşamakla meşgul insanlar üzerindeki etkisini anlamaya çalışıyordu.

        REKLAM

        ’25. Saat’te, karakterlerin İkiz Kuleler’in yıkılmasından sonra ortaya çıkan o boş alanda süren inşaata bakarak konuştukları bir sahne vardır. Hâlâ unutamadığım çok çarpıcı bir imgedir… O boşluk ve süren inşaat, geleceğin belirsizliğine dair çok güçlü bir metafor gibidir.

        Covid-19’un şimdiden birçok unutulmaz arşiv görüntüsü var… Acil servislerde çekilen görüntüler, insanların yerlerde yattığı hastane koridorları, boş şehir meydanları ve daha başka birçok imge hafızamızda yer etmiş durumda… Bunlar toplumsal hayatımızda bıraktığı izler… Eminim birçok sinemacı bu görüntülerden esinlenecek ve karantina günlerinin paranoyayla dolu duygularını film diliyle yakalamaya çalışacak. Ama tek tek bireylerin ruhlarında bıraktığı izlerin görüntüleri için açıkçası biraz beklemek zorundayız.

        Covid-19 salgını sürecinde hepimiz, sürüp giden ortak bir hikâyenin içindeyiz. Buna karşılık, bireylerin yaşadığı özel hikâyeler var.

        Kolektif bir deneyim olarak ortak hikâyemizi anlatmayı hedefleyen filmler belki daha çok ilgi çekecek ama salgının bireyler üzerindeki asıl etkilerinin, özel hikâyelerin ortaya çıkmasıyla birlikte netleşip anlam kazanacağını varsayıyorum. Son dönemde yaşadıklarımızın neyi değiştirip neyi değiştirmediğini de daha çok bu özel hikâyeler üzerinden anlayacağımızı düşünüyorum.

        Öte yandan, pandemiyi deneyimlemiş bir kuşak olarak bundan böyle bütün salgın hikâyelerine çok farklı bir yerden bakacağımız kesin. Hatta İspanyol gribine bakış açımızın artık değiştiğini öngörmek mümkün. Çünkü o insanların neler yaşadığını şimdi çok daha iyi anlıyoruz…

        Diğer Yazılar