Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ‘The Vast of Night’, 1982 doğumlu Andrew Patterson’un ilk filmi… Memleketi Oklahoma City’de kendi şirketi için çektiği reklam ve tanıtım filmlerini saymazsak, Patterson endüstri tecrübesi olmayan bir isim… Kendi finanse ettiği ‘The Vast of Night’ın senaryosunu Craig W. Sanger’le birlikte yazdı ama James Montague diye imza attı.

        ‘The Vast of Night’, dünya prömiyerini yaptığı Slamdance Film Festivali’nde Seyirci Ödülü kazandıktan sonra Toronto başta olmak üzere bazı festivallerde seyirci karşısına çıktı ve eleştirmenlerden çok yüksek notlar aldı.

        Gösterim haklarını satın alan Amazon, ‘The Vast of Night’ı 15 Mayıs’ta ‘drive in’ denen açık hava sinemalarında gösterime girdi... 29 Mayıs’tan itibaren de Amazon Prime abonelerine sundu.

        Filmin ilk sahnesinde kamera yavaşça siyah beyaz eski bir televizyon ekranına yaklaştıkça görüntü dokusu netleşiyor ve renkler beliriyor. ‘Alacakaranlık Kuşağı’nı hatırlatan ‘Paradox Theatre’ adlı bir televizyon dizisinin ‘The Vast of Night’ adlı bölümünü seyrediyoruz.

        Bu gizemli açılış, bir film seyrettiğimizin altını çiziyor; hikâyenin hem 1950’ler Amerikan sineması hem de ‘Alacakaranlık Kuşağı’ dizisiyle ilişkileri üzerine düşündürüyor. Film boyunca eski usul siyah beyaz televizyon ekranının düşük çözünürlüklü, titrek görüntülerine ara sıra dönüyoruz…

        REKLAM

        ‘The Vast of Night’, 1950’li yıllarda New Mexico’daki Cayuga adlı küçük bir kasabada geçiyor. Havanın iyice karardığı akşam saatlerinde, filmle aşağı yukarı aynı süre içinde gerçekleşen olayları seyrediyoruz. Hikâyeyi birkaç cümleyle özetlemeye kalkıştığımızda düz görünebilir… Gerçekten de giriş, gelişme ve sonuç açısından iddialı bir film beklemiyor sizi.

        Filmin bütün güzelliği ve çekiciliği, hikâyeden ziyade karakterler, diyaloglar ve ayrıntılardan geliyor. Kuşkusuz anlatım da çok önemli. Özellikle kamera, ses ve müzik çalışması…

        Andrew Patterson, kameranın iki ana karakterin peşine takıldığı uzun çekimlerle başlıyor filme... Kasaba, lise basketbol takımının yapacağı maçın heyecanını yaşarken biz de Fay (Sierra McCormick) ve Everett (Jake Horowitz) adlı iki genci tanıyoruz.

        Everett, belki de kasabanın en havalı genci. Hazırlayıp sunduğu bir radyo programı var… Başlangıçta biraz kibirli gibi görünüyor ama kötü biri değil.

        Santral operatörü olarak çalışan Fay ise belli ki kasabanın kendi halindeki mütevazı kızlarından biri. İlk bölümde Everett’a anlattığı gelecekbilim hikâyelerini dinledikçe, çok okuyan, farklı bir kız olduğunu anlıyoruz. Everett kendi geleceği, Fay ise dünyanın geleceğiyle ilgili… Yaşadığı ortamın vasatlığı nedeniyle ne kadar özel ve zeki olduğunu fark edemeyen insanlar vardır. Fay, onlardan biri…

        Fay’i farklı kılan sadece zekâsı ve kültürü değil. Sorumluluk duygusuyla da öne çıkıyor. İlk karşımıza çıktığında bir elinde trombon kutusu diğer elinde kayıt cihazı var. Son bölümde ise küçük kız kardeşi Maddy’yi yanından ayırmıyor. Kucağındaki bebek, Fay’deki sorumluluk duygusunun göstergesi adeta... Yönetmen Patterson’un, onu film boyunca sık sık koştururken göstermesi tesadüf değil. Fay, olaylara çok çabuk tepki gösteren, hızla harekete geçen ve üstüne düşeni yapmaktan hiç çekinmeyen bir genç kız.

        REKLAM

        Everett hangi üniversiteye gideceğini sorduğunda ve Fay’in maddi imkânsızlıklar nedeniyle bütün kariyer planlarını santral operatörü olmak üzerine kurduğunu anladığımızda hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bu diyalog filmin unutulmaz anlarından biri… Çünkü neye üzüleceğimizi şaşırıyoruz. Çok yakında otomatik santrallerin devreye girmesiyle tarih olacak bir mesleği seçmesine mi üzülelim, yoksa onun gibi parlak bir genç kızın üniversiteye gidemeyecek olmasına mı?

        Radyoculuğu sürdürmeye kararlı Everett’ın ise akılcı kariyer planları var. Özgür düşünceli ve liberal insanların yaşadığı Doğu kıyısına gitmek istiyor. Aralarında geçen diyaloglar sırasında, birbirlerine ilgi duyan bu iki genci ortak bir geleceğin beklemediğini fark ediyoruz. İşte tam da bu noktada, final ve bütün film farklı bir anlam kazanıyor.

        Görünürdeki hikâye, UFO’ların New Mexico’daki küçük bir kasabayı ziyaretiyle ilgili… Ama film boyunca ne UFO ne uzaylı lafı geçiyor. Sadece ‘gökyüzü’nden söz ediyorlar. Dipten dibe ilerleyen asıl hikâyede ise aslında birbirlerinden bir türlü ayrılamayan iki genç var… Fay’in santralde çalışırken duyup kaydettiği kaynağı belirsiz o sesler, akşamı bir arada geçirmelerine vesile olan macerayı başlatıyor. Film boyunca adeta ‘görünmez bir güç’, Fay ve Everett’i yan yana getirip birlikte tutuyor.

        ‘Görünmez güç’ daha çok sesle gösteriyor kendini. Sesin ortaya çıktığı saatlerde Everett’in radyo yayını yapması, Fay’in ise telefon santralinde olması onları birbirlerine bağlıyor. İlk bölümde ikisinin birlikte Fay’in ses kayıt cihazını test ettiklerini unutmamak gerek. Ayrıca, Everett’in radyo yayınına aldığı eski asker Bill’in (Bruce Davis) sadece sesini duyuyoruz. Fay ve Everett gerçekleri öncelikle sesler ve havadan yayılan radyo dalgaları üzerinden keşfediyorlar. Fay’in ilk bölümde söz ettiği teknolojik yenilikler de ses ve havada yayılan diğer bilgi biçimleriyle ilgili. Fay, bugün taşıt araçlarında kullandığımız sesli navigasyondan ve insanları birbirine bağlayan görüntülü mobil telefonlardan söz ediyor Everett’e…

        REKLAM

        Andrew Patterson, hareketli kamerayla uzun çekimler yaptığı ilk bölümde Fay ve Everett’i çok yakından göstermeyi tercih etmiyor. İkisini de çoğunlukla genel planlarda birbirleriyle konuşurlarken görüyor ve aralarındaki diyaloglara dikkat kesiliyoruz.

        Bütün kasabanın basketbol maçına kilitlendiği akşam saatlerinde sadece ikisinin gerçeklerin peşinde koşması tesadüf değil. Başka insanları transa sokan bir ses kaydının her ikisi üzerinde benzer bir etki yapmaması, atlanmaması gereken bir ayrıntı. UFO’ların radyasyon yaydığını ve insanları alıp götürdüğünü bilmelerine rağmen olayın sonuna kadar gitmek istemelerini unutmayalım. Fay ve Everett radyo programı üzerinden gazetecilik yapmaya, halktan gizlenen gerçekleri açığa çıkarmaya çalışıyorlar. Farklı bir bakış açısıyla, Fay ve Everett’in, UFO’lardan kaçmadığı, tam aksine onların peşine düştükleri dahi söylenebilir.

        Kesin olan, 1950’ler ABD’sinin Soğuk Savaş ortamında taşrada sıkışıp kalmış iki genç olarak çıkış yolu aradıkları, büyük şehirlere gitmek istedikleri…

        1950’li yılların bilimkurgu filmlerinde UFO’larla Sovyetler, uzaylılarla komünistler arasında alt metinler üzerinden kurulan güçlü bağlar vardır. Uzay, Amerikalılar için özellikle Sovyet uydusu Sputnik’le birlikte tekinsiz hale gelmiştir. Zaten Everett uzun süre her şeyin altında Sovyetlerin olduğunu düşünüyor. Ama Fay ve Everett, tehlikenin asıl kaynağının gerçekleri vatandaşlarından saklayan devlet olduğunu keşfediyorlar. Radyasyon yayan kaynağı belirsiz nesneleri, siyahlar ve Meksikalılara gömdüren bir devlet bu… Afrika kökenli bir vatandaşın etnik kimliğini bildirmeden radyoya çıkmasının sorun olup olmayacağı bile konuşuluyor. Gerçeklerle yüzleşen ve açıklama yapmayı kabul eden diğer karakterin kadın olması rastlantı değil… Fay’in annesi gibi çocuğunu yalnız başına yetiştirmiş olan Mabel Blanche (Gail Cronauer), gökyüzündeki insanların, Sputnik’ten çok daha önce var olduğuna ve ABD’deki bütün kötülüğün kaynağı olduğuna inanıyor.

        Dönemin politik atmosferini hikâyenin altına özenle yerleştiren Andrew Patterson, ‘The Vast of Night’ta uzun çekimleriyle öne çıkan bir yönetmenlik sergiliyor. En uzun çekimlerden birinde santralde kabloları birbirine bağlayan ve telefonla konuşan Fay’i omuz plandan yaklaşık 10 dakika kesintisiz görüntülüyor. Kameranın sabitlenmeden ufak tefek hareketler yaptığı bu sahnede Sierrra McCormick’in performansı dikkat çekici. Bu sahnenin ardından kameranın Fay’in yanından ayrılıp maçın oynandığı lisenin spor salonunun içinden geçerek Everett’in çalıştığı radyo istasyonuna ulaştığı 4 dakikayı aşkın sahne de akılda kalıcı… Bu çekim Fay ile Everett arasındaki bağın altını çiziyor…

        Patterson kurguyu çok fazla devreye sokmadığı uzun çekimler sayesinde kamerayı, olayları yakından takip eden bir gözlemci haline getiriyor ve bizi de filmin içine dahil ediyor. Buna karşılık, filmin bazı sahnelerinde hızlı kurgu tekniğini kullandığını belirtelim. ‘The Vast of Night’ ses tasarımı ve müzikleriyle de öne çıkan bir film. Ses bandı, film boyunca hiç görmediğimiz güçlerin varlığını sezdirmek gibi bir işlev taşıyor. Patterson, özellikle Billy’nin konuştuğu sahnelerde kadrajı uzun süre karartmaktan çekinmiyor. Kaldı ki, ‘The Vast of Night’ eski usul ‘35mm dokusu’nu yakalayan karanlık, grenli bir film.

        Fay rolünde McCormick’in bir yıldız gibi parladığı ve damgasını vurduğu ‘The Vast of Night’, bilimkurgunun bir alt türü olan ‘esrarengiz UFO hikâyeleri’ arasında şimdiden kendine özel yer edinen bir film… Bir ilk filmden beklenmeyecek kadar olgun bir anlatımı, katmanlı bir senaryosu var. Ama öte yandan, hikâyesi itibarıyla ana akım sinemaya alışkın seyirci beklentilerine pek hitap etmeyen bir film… Bilimkurgunun bu alt türü gizemli bir tehdit ve bu tehditten kurtulmaya çalışan karakterler üzerine kuruludur. Belirsizliğin hiç bitmediği ‘The Vast of Night’ ise türün şablonlarına bağlı kalmıyor ve tehdidin niteliği konusundaki son kararı bize bırakıyor… İşte bu yüzden, sadece bilimkurguda yeni denemelere ve alternatif hikâyelere ilgi duyanlara tavsiye edebilirim.

        7.5/10

        Diğer Yazılar