Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Geçtiğimiz haftalarda küresel iklim değişikliğini ele alan iki belgeseli konu alan yazımda bilimin rehberliğinde ilerlememiz halinde çevre sorunlarıyla baş edebileceğimizi yazmıştım…

        Peki, bilimin rehberliğinde ilerlersek cinsiyet ayrımcılığından kurtulabilir miyiz? ‘Bilimde Cinsiyet Eşitsizliği’ (Picture a Scientist) adlı belgeseli seyrettikten sonra bu soruya olumlu yanıt vermem mümkün değil. Hatta tam aksine, bilimin bu konuda ciddi bir rehberliğe ihtiyacı olduğunu düşünebiliriz.

        Kuşkusuz bilimin kendisinin, sözgelimi matematiğin, fiziğin cinsiyet ayrımcısı olduğu söylenemez. Ama bilim dünyasını oluşturanlar için aynısını söylemek zor.

        ‘Bilim dünyası’ndan kastım, İngilizce konuşulan dünyada STEM (Science, technology, engineering, and math.) diye bilinen; Türkçe’deki karşılığı ise FeTeMM (Fen, teknoloji, mühendislik ve matematik) olan alandan söz ediyorum.

        Sadece sayısal verilere baktığımızda dahi FeTeMM alanındaki muazzam erkek egemenliğini görmek mümkün. Öyle ki, bilim dünyasının bu eşitsizliği tarihsel nedenleri gerekçe göstererek savuşturması pek kolay değil. Çünkü belgesel, ilgi alanını 1990’lardan bugüne uzanan bir dönem olarak belirliyor. Yani, cinsiyet eşitliğinin fiilen tam anlamıyla uygulanamasa da en azından tartışma konusu olmaktan çıktığı ve bilim dünyasındaki erkeklerin topluma öncülük yapması gerektiği bir dönemde olup bitenleri seyrediyoruz. Ama bırakın öncülüğü, toplumun bayağı gerisinden gelerek cinsiyet eşitliği konusunda feodal dönemi akla getirdiklerini görüyoruz.

        REKLAM

        Abarttığımı düşünenler belgeseli seyredebilir. Olaylar geri kalmış bir ülkede değil, FeTeMM konusunda asla küçümsenmemesi gereken bir yerde, dünyanın en iyi öğrencilerinin tercih ettiği ABD’de geçiyor.

        Diğer ülkeler için de sayısal verilerin çok farklı olabileceğini düşünmüyorum. Daha önemlisi, belgeselde net bir şekilde altı çizildiği gibi cinsel tacizin sadece buzdağının görünen kısmı olduğunu, akademik hayatla ilgili asıl büyük sorunun ‘görünmeyen kısım’da ortaya çıktığını anlıyoruz.

        ‘Bilimde Cinsiyet Eşitsizliği’nde, kişilerin ismi verilerek bilim dünyasında yaşanan ve resmi soruşturmalara konu olan bir cinsel taciz vakası özellikle öne çıkarılıyor. Ama orada asıl önemli olan, tacize uğrayan jeomorfoloğun eril iktidar karşısında düştüğü çaresizlik. Çünkü sadece cinsel taciz yok; aşağılama, yıldırma, küçümseme dahil her şey var ve o koşullarda direnip ayakta kalmanız çok kolay değil.

        Çarpıcı detaylara tanık oluyorsunuz belgeselde. Akademik dünya, yıllar boyunca taciz dahil hiçbir konuda kadınları dinlemek istemiyor ve onları ciddiye almıyor. Çünkü ayrımcılıktan şikâyet etmeye başladığınız noktada ‘sorun çıkaran mızmız kadın’ olarak kodlanıyor ve dışlanmaya başlıyorsunuz. ‘Akademik’ olarak sizden beklenen, susmanız ve hiçbir sorun çıkarmadan eril iktidara boyun eğmeniz…

        Bütün akademik geleceğinizin bağlı olduğu bir erkek size mobbing mi uyguluyor, susmak zorundasınız. Aksi halde pılınızı pırtınızı toplayıp gitmeniz isteniyor… Yetkililer her koşulda erkeklerin tarafını tutuyor.

        Kuşkusuz, bilim dünyasındaki erkeklerin tümü, tacizci değil. Yapanlar belki azınlıkta ama asıl ciddi mesele çoğunluğun cinsiyet ayrımcılığına karşı ‘kör ve sağır’ olması…

        REKLAM

        FeTeMM dünyasının akademik zirvelerinden biri olarak kabul edilen efsane MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) de durumun hiç farklı olmadığını görüyoruz. Sözgelimi, çok değil birkaç yıl öncesine kadar MIT’de kadın akademisyenlere verilen laboratuvar alanlarının erkeklere oranla daha az olduğunu ama bu konudan bizzat sorumlu olan kişilerin şikayetleri ciddiye dahi almadığını öğreniyoruz. Kampüs içinde kreş olmaması ise apayrı bir sorun.

        Sorunların ilk kez rapor edildiği dönemde, MIT’de 197 erkeğe karşı 15 kadın akademisyen var. Bu orandan hiç rahatsız olmayanlar, bilimde eşitlikten söz ederek aradaki farkın cinsiyet ayrımcılığıyla ilgisi olmadığını söyleyebilirler. Ama belgeselde anlatılanlara baktığınızda o 15 kadının o noktalara gelmesinin dahi ne kadar zor olduğunu görüyorsunuz.

        Sharon Shattuck ve Ian Cheney’nin yönettiği belgesel, üç kadın akademisyeni merkeze alarak ilerliyor. Önce uzmanlık alanları ve yaptıkları bilimsel çalışmalar tanıtılıyor. Sonra onlarla birlikte bilim dünyasında cinsel ayrımcılığın nasıl işlediğini öğrenmeye başlıyoruz. Üçünün de ortak özelliği ayrımcılık konusunda öncülük yaparak erkek egemen FeTeMM dünyasına baş kaldırmaya cesaret etmeleri.

        Biyolog Nancy Hopkins
        Biyolog Nancy Hopkins

        Biyolog Nancy Hopkins, gençlik yıllarında, alanındaki çok saygın bir bilim insanının tacizine uğradığında yaşadığı şaşkınlığı anlatırken ‘O zamanlar cinsel taciz diye bir ifade dahi’ yoktu diyor. Belgeselin sonlarına doğru Hopkins, bilimle uğraşmak yerine cinsiyet ayrımcılığına karşı verdiği mücadeleye ayırdığı zamana üzüldüğünü söylüyor. Haksız değil. Çünkü erkek bilim insanlarının cinsiyet ayrımcılığıyla savaşmak gibi bir dertleri yok.

        Analitik Kimya Doçenti Raychelle Burks
        Analitik Kimya Doçenti Raychelle Burks

        Belgeselin bazı anlarında göz yaşlarına engel olamayan analitik kimya doçenti Raychelle Burks’un anlattıkları da yenilir yutulur gibi değil. Sırf Afrika kökenli olduğu için onu hademe yerine koyanlar mı istersiniz, otomobilin camındaki rozete rağmen hocalara ait otoparka neden girdiğini soranlar mı? Cinsiyet ve ırk ayrımcılığını akademik hayatı boyunca sürekli yaşayan Burks’un, insandan insana değişen davranış kodlarımızın özünde ne kadar ayrımcı olduğunu anlattığı konuşması da çarpıcı ayrıntılarla dolu. Bu arada, gösterdiği videodaki örneğin Barack Obama olduğunu unutmamak gerek.

        Jeomorfolog Jane Willenbring
        Jeomorfolog Jane Willenbring

        Jeomorfolog Jane Willenbring’in Antarktika araştırmaları konusunda alanındaki en önemli isimlerden biri olarak kabul edilen Dave Marchand’ın ayrımcı nefretine ve tacizlerine karşı verdiği mücadele, belgeselin ana damarlarından biri. Marchand’ın kendi alanındaki kadınlara çektirdiği çilelerin bilinmesine karşın üniversite yöneticileri tarafından sürekli desteklenmesinin nedeni ise filmin belki en çarpıcı detayı… Willenbring’in yıllarca harekete geçememesinin nedeni, daha da acı. Çünkü harekete geçtiği anda Marchand onun bütün bilim hayatını bitirecek güce sahip. Tek amacı bilim insanı olmak olan Jane Willenbring’in yalnız olmadığını, Marchand gibi bir sürü ayrımcı erkeğin genç kızları hayatlarından bezdirerek bilim dünyasının dışına attıklarını anlıyoruz. Bunlar tahmin değil; çünkü tüm sayısal veriler, FeTeMM alanındaki kadın sayısının üniversite ilk sınıftan başlayarak azaldığını gösteriyor. Sonuna kadar direnenlerin ise üniversitelerde iş bulması erkeklere göre çok daha zor. ‘Spoiler’ vermemek için burada sözünü etmek istemediğim bir araştırmanın sonuçları ise akademik dünya adına gerçekten utanç verici. Böylelikle, ayrımcılığın ve kadınlara karşı önyargının FeTeMM dünyasının adeta genetik kodu olduğu açıkça ortaya çıkıyor.

        Peki, böylesine muhafazakâr bir dünyayı birden değiştirmek kolay mı? Kuşkusuz değil ama bilim dünyasında 10 yıl öncesine kadar kimsenin sözünü dahi etmek istemediği ayrımcılık gerçeğinin kabul edilmesi, önemli bir adım. Çünkü kabul edilmesiyle birlikte erkeklerin en azından inkâr aşaması sona eriyor.

        ‘Bilimde Cinsiyet Eşitsizliği’, ABD’yi eksen alan bir belgesel. Umarım, başta Türkiye olmak üzere global anlamda bir farkındalık oluşturmayı başarır. Benzer çabaların önünü açar ve bilim dünyasında yer almak isteyen genç kızlara cesaret verir.

        Filmde söz edilen olay ve araştırmalardan kuşkusuz haberdar olabilirsiniz. Ama her şeyi kahramanların anlatımlarıyla birlikte takip etmek, onların duygularına ve düşüncelerine tanık olmak, belgeseli özel kılıyor. Böylelikle, tarihin satır aralarında gezinmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla, film estetiği açısından mütevazı ve iddiasız bir belgesel olmasının pek bir önemi yok. Derdini anlatıyor ve hedefine ulaşıyor. Eski usul resimli fen kitaplarını temel alan görsel tasarımı sevdiğimi söyleyebilirim. Özellikle ara bağlantı planlarında ve grafik verileri kullanırken hep ‘kitap fikri’ üzerinden ilerliyorlar. Onun dışında daha çok söyleşi ağırlıklı bir belgesel seyrediyoruz ama yağ gibi akıp giden kurgusu ve anlatımıyla gayet akıcı olduğunu söyleyebilirim.

        Belgesel, orijinal adı ‘Picture a Scientist’in işaret ettiği derin kültürel sorunu da eşeliyor. Uygarlık hangi noktaya gelirse gelsin, bilim insanı deyince aklımıza bir erkek geldikçe sorunun tam olarak tarihe karışmayacağımın altını çiziyor. Kaldı ki, bunun en somut örneği şimdi hepimizin kullanmaktan kaçındığı ‘bilimadamı’ sözcüğü değil mi?

        Dünya prömiyerini 2020 yılında Tribeca Film Festivali’nde yapan ‘Bilimde Cinsiyet Eşitsizliği’ni Netflix’te seyredebilirsiniz.

        6.5 / 10

        Diğer Yazılar