Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Görüntüleri ve renkleriyle hafızada yer eden filmler vardır. Resimsel yanları güçlüdür. Sadece hikâye ve karakterlerle değil, imgeleriyle de yakalarlar seyirciyi. Sam Mendes’in yazıp yönettiği ‘Işık İmparatorluğu’ (Empire of Light), böyle bir film. Hem de daha ilk sahnesinden itibaren…

        Kamera, önce mekâna ve nesnelere odaklanıyor. İlk karelerden eski tarzda büyük bir sinemada olduğumuzu anlıyoruz. Dışarda serpiştiren karı, kapının açıldığı tenha caddeyi ve hemen ilerideki denizi, sinemanın geniş, ferah lobisinden görüyoruz.

        Filmin ana karakteri Hilary Small’un (Olivia Colman) anahtarla açıp kapıdan tek başına içeri girmesiyle onu takip etmeye başlıyor; lobinin ardından göz kamaştırıcı salonla karşılaşıyoruz. Sinemanın güzelliğini ve Hilary’nin yalnızlığını vurgulayan bir açılış sahnesi bu…

        Çok geçmeden 1980 yılının Noel’inde İngiltere’de bir sahil kentinde olduğumuzu anlıyoruz. Empire Sineması’nın birinci salonunda ‘Cazcı Kardeşler’ (Blues Brothers - 1980), ikinci salonunda ‘All That Jazz’ (1979) gösteriliyor. Tarih, cadde sinemalarının düşüşe geçtiği bir dönemi işaret ediyor. İlerleyen sahnelerde üst kattaki üçüncü sinemanın ve deniz manzaralı balo salonunun artık kullanılmadığını da öğreneceğiz. En güzel zamanlarını geride bırakmış Empire Sineması ile Noel akşamını evinde tek başına geçiren Hilary arasındaki kader bağını daha ilk andan hissediyoruz. Tıpkı genç Stephen’in (Michael Ward) sinemada çalışmaya başlamasının Hilary’nin hayatında farklılıklar yaratacağını hissettiğimiz gibi…

        REKLAM

        İlişkide ilk adımlar sıcakkanlı Stephen’den geliyor. Hillary’nin zor biri olduğunu anlasa da iletişim kurmayı deniyor. Özellikle herkese kapalı tutulan üst katta birlikte geçirdikleri zaman, onları birbirlerine yakınlaştırıyor. Orada karşılaştıkları yaralı güvercin, her ikisinin de geçmişten gelen yaralarının simgesi adeta… Film ilerledikçe ikisinin de ‘kendi kanatlarıyla uçmak için’ tıpkı güvercin gibi yardıma, desteğe, sevgiye ihtiyacı olduğunu keşfediyoruz.

        Sam Mendes’in kendisini tek başına büyüten annesinden ilham alarak yazdığı Hilary, mesafeli soğuk duruşunun ardında mizah duygusu güçlü, duyarlı bir kadın. Ama psikolojik sorunlarını ve çok hassas yanlarını görmemek mümkün değil. Hayatla arasındaki dengeyi zar zor tutturduğu belli. Stephen ise hayat dolu, neşeli görünüyor. Ama 1980’lerin başında İngiltere’de artan işsizlikle tırmanışa geçen yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın doğal hedeflerinden biri aynı zamanda… ‘Irkçılık canavarı’nın ne zaman nerede karşısına çıkacağını bilememek, hayatını zorlaştıran bir unsur.

        Daha en baştan kırık bir aşk hikâyesi seyredeceğimizi seziyoruz. Sinemanın üst katı sadece kaçamak sevişmelerinin değil, geçmişe uzanan sohbetlerinin de mekânı oluyor. Empire onlar için sığındıkları bir mabet gibi…Öte yandan, birbirlerine göre hayatlarının çok farklı dönemlerindeler. Üniversitede mimarlık okumak isteyen ama başvurusu reddedilen Stephen için Empire, belli ki bir ara durak… Buna karşılık, Hilary için dış dünyadan saklandığı, ruhsal dengesini bulmaya çalıştığı korunaklı bir yuva gibi…

        Aralarındaki yaş farkı bir yana, ırklar arası ilişkiye pek hoşgörüyle bakmayacak küçük bir kentte yaşadıklarını biliyorlar. Ama asıl sorunlar, kendi içlerinden geliyor. Stephen’in kaygıları ve Hilary’nin hassas ruhsal dengesi, ilişkiyi krize doğru sürüklüyor.

        ‘Işık İmparatorluğu’, temelinde karakterler üzerine kurulu bir film. Geçmiş öyküler açığa çıktıkça özellikle Hilary’nin zor bir çocukluk geçirdiğini görüyoruz. Yetişkinlik döneminde ise benmerkezci ve baskıcı erkeklerden kurtulamadığını ve bu durumun onun ruhsal dengesini derinden sarstığı anlaşılıyor. Evli bir erkek olan sinema müdürü Donald Ellis (Colin Firth) ile gönülsüzce sürdürdüğü ilişki, geçmişte buyurgan erkeklerle yaşadığı sıkıntıların özeti gibi… Kumsalda kumdan kaleyi yıktığı sahne de önceki problemli ilişkilerinde yaşadığı sorunların yansıması.

        İşlerini bahane ederek hiç film seyretmemesi, ruhunu dış dünyadan gelen etkilere kilitlemesinin simgesi adeta. Akşam yemeği için geldiği restoranda kitap okurken Ellis ve eşinin kapıdan içeri girmesiyle suçlu gibi mekânı terk edip gitmesi, önceki hayatında hep başkalarının isteklerine göre yaşadığını düşündürüyor bize.

        Hilary ve Stephen arasındaki ilişki her ikisini de olumlu yönde değiştiriyor. Hilary, gerektiğinde ‘Hayır’ demesini bilen daha cesaretli biri oluyor. ‘Ateş Arabaları’nın (Chariots of Fire - 1981) galasında hiç kimseyi umursamadan sahneye çıktığında, Ellis’in hamasi konuşmasından çok daha anlamlı cümleler ve W.H. Auden’ın dizeleriyle seyirciyi filme hazırlıyor. Ruh hallerinde gelgitlere yol açan psikiyatrik sorunları ne olursa olsun her koşulda vicdan sahibi, duyarlı bir birey olduğunun farkındayız. Thatcher ile birlikte neoliberalizmin yükselişe geçtiği dönemin İngiltere’sinde birçok insana göre daha sağlıklı olduğu kesin. Galada Ellis’e söylediklerini hastalık belirtisinden çok ‘dürüstlük krizi’ olarak kabul etmek mümkün. Stephen’in ısrarıyla Empire’da seyrettiği ‘Merhaba Dünya’nın (Being There - 1979) finali, onun için yeni bir hayatın başlangıcı gibi… Stephen ise onunla birlikte ideallerine daha sıkı sarılıyor.

        ‘Işık İmparatorluğu’nun en sevdiğim yanlarından biri, Empire Sineması’nın filmdeki konumu… Görkemli geçmişini geride bıraksa dahi güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemesi ve dönemin en iyi filmlerine ev sahipliği yapması, nostaljinin ötesine geçerek işlevini yerine getirdiğini gösteriyor. Bugün bu tarz sinema salonları, tüm dünyada ülkelerin kültürel değerleri olarak ömürlerini sürdürüyor, işlevlerini kaybetmiyorlar. Tam da burada, sinemaseverlerin Emek Sineması için verdiği anlamlı mücadeleyi hatırlamamak imkânsız.

        Senaryoyu yazarken Mendes’in aklında Brighton’da bir sinema salonu varmış. Ama artık kumarhane olduğundan orayı kullanamamış. İngiltere’nin deniz kıyısındaki sinema salonları arasında yaptıkları araştırma, film ekibini ülkenin güney doğusunda bulunan Margate kentindeki Dreamland Sineması’na kadar götürmüş. Filmdeki Empire Sineması sahnelerinin çoğu, dışardan görünümü dahil büyük oranda burada çekilmiş.

        Sam Mendes, görüntü yönetmeni Roger Deakins ile birlikte Empire’ı sinema mabedi gibi tasvir ediyor. Caddeye açılan deniz manzaralı lobisi, sıcak ışıkları ve insanda koltuklara gömülüp film seyretme arzusu uyandıran salonuyla gözümüze, gönlümüze hitap eden bir mekân… Toby Jones’un canlandırdığı makinist karakteriyle birlikte dijital öncesi eski usul pelikül dönemine de nostaljiyle bakıyor Mendes. Sinemadan sinemaya taşınan büyük yuvarlak film kutuları, filmlerin projeksiyon makinesine takılması, çerçevenin sağ üst köşesinde beliren halka işaretleriyle bobin değiştirilmesi gibi detaylarla bizi dijital çağın öncesine götürüyor.

        En iyi görüntü yönetimi dalında Oscar’a aday olan ‘Işık İmparatorluğu’, yazının girişinde altını çizdiğim gibi imgeleri ve renkleriyle öne çıkan bir film. Çağımızın en iyi görüntü yönetmenlerinden biri olan Roger Deakins; özellikle iç mekânlarda yine çok iyi iş çıkarıyor.

        Deakins’in ustalığının kendini özellikle aydınlatma tekniklerinde gösterdiğini düşünürüm. Özellikle iç mekânlarda öyle bir ışıklandırma yapar ki size her şey çok doğal gelir. Mekânın kendi ışığı dışında ek ışık kullanılmadığı gibi bir izlenime kapılmanız mümkündür.

        ‘Işık İmparatorluğu’nda da filmin adının çağrıştırdığı her şeyin hakkını fazlasıyla veriyor. Mendes ve Deakins, aydınlık ferah lobide sıcak sarılar ve beje yakın renkler; salonda ise ağırlıklı olarak kırmızı kullanıyorlar. Üst kattaki balo salonunda maviler ve yeşiller göze çarpıyor. Mavi, Hilary’nin rengi aynı zamanda. Hilary, galada kendini kalabalıktan ayıran, mavinin baskın olduğu desenli elbise giyiyor.Finalde parkta otururken giysilerinde yine mavi rengi görüyoruz. Sahil kentindeki dış çekimlerde ise soluk kış ışığı egemen.

        Başrollerdeki Olivia Colman ve Michael Ward’un başarılı performanslarının yanı sıra hiç alışkın olmadığımız bir karakterle karşımıza gelen Colin Firth şaşırtıyor bizi. Toby Jones işine tutkuyla bağlı makinist Norman’da her zamanki akılda kalıcı kompozisyonlarından birini ortaya koyarken filmin anahtar karakterlerinden biri olan Neil’de Tom Brook’un adını anmak isterim.

        ‘Işık İmparatorluğu’nda karakterlerin geçmiş öyküleri pek doyurucu değil; değişim eğrilerinin de açıkçası çok iyi yazıldığını iddia edemem. Özetle, senaryoya tek başına imza atan Sam Mendes’in yazarlığı yönetmenliğinin gerisinde kalıyor. Buna karşılık, sinema duygusu çok güçlü bir film bekliyor sizi.

        Mendes, yazıda bazılarının adını verdiğim dönemin filmlerine selam göndermeyi ihmal etmiyor. Ben de yazının başlığıyla, Ömer Kavur’un senaryosunu Selim İleri ile yazdığı, ‘Işık İmparatorluğu’nun geçtiği dönemde çekilen 1981 yapımı ‘Kırık Bir Aşk Hikâyesi’nin adını anmak isterim. İkisi de sosyal baskı ve hüzün duygusu açısından akraba filmler…

        ‘Işık İmparatorluğu’nu Disney+’da seyredebilirsiniz.

        7/10

        Diğer Yazılar