Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Uzun bir yolculuğa çıkıyorum.

        Gitmesem olmayacaktı; gittiğim yerden de yazı yollamam olası görünmüyor.

        Bundan dolayı aşağıda birden çok makale bıraktım; şimdilik onlarla idare edin, bana bir hafta müsaade…

        *

        Devriyede bayrak çekilmeme nedeni

        ABD ile Suriye sahasında Menbiç dahil yapılan tüm kara devriyesi faaliyetinde her iki taraf da ülkesinin bayrağını askeri araçlarına astı.

        Hem de öyle küçük falan da değil, büyük boyutta kullandı ki hemen her taraftan görülebilsin.

        Ancak önceki gün Suriye sahasında Rusya ile yapılan devriyede her iki taraf da askeri araçlarına bayrak asmadı.

        Çobanbey, Al Bab, Azez, Afrin, İdlib dahil, Suriye sahasında Türk askeri araçlarında ilk kez rastlanan bir durumdu.

        Önce Şam merkezli SANA haber ajansı duruma dikkat çekti, Rus tarafının istemediğini belirtti.

        Konu Suriye Arap Cumhuriyeti devletine saygı gösterilmesi noktasına getirildi.

        Askeri çevrelere arayıp nedenini sordum…

        “Tamamen güvenlik nedeniyle; araçları ülke tanımlı hale getirip sabotaja imkan verilmek istenmedi, birliktelik sergilendi” yanıtını aldım.

        Haksız da değiller…

        Çünkü günlerdir Türkiye ile Rusya arasında varılan mutabakatı provoke etmeye uğraşan kesimler var.

        Bölgede gerçekleşen devriye sırasında Türk askeri araçlarından herhangi birinin hedef alınmasının meseleyi nereye getireceği açıktı.

        İki ülke bunu yaparak bütünlük oluşturdu, “birine yapılanın ötekine yapılmış kabul edileceğini” gösterdi…

        Şam’ın üniter yapısı konusuna gelince; Türkiye ilk günden bu yana bu söyleminden bir tek geri adım atmadı.

        *

        Meşruiyet yarışı

        Suriye üzerinde uluslararası aktörlerin söyleminde ve küresel medyada yer alan makalelerin hemen hepsi aynı tarafa yönelmeye başladı.

        Buna ister yüz yıl sonra, sorunu üreten aktörlerin, ortada bıraktığı sorunu çözüme kavuşturmak için sahaya dönüşleri olarak görün.

        İsterseniz, yüz yıllık arayışın hayal olduğunu uluslararası aktörlerin de kabul edip, bu coğrafyada mevcut ulus devletlere bir yenisini eklemenin zorluğunu fark etmeleri diye değerlendirin.

        Sahada DAEŞ’in bitişinin ardından dünya masasının üzerine ilk konulan dosya olacağı belliydi; nitekim Cenevre’deki Anayasa görüşmeleri ile de beklenen gelişmesini gösterdi.

        Sözünü ettiğim bölgede yaşayan Kürtler ve onların temsilcisi olduğunu iddia eden örgütler…

        KUZEY IRAK’IN FARKI

        Aslında bu mesele Irak özelinde bir noktada çözüldü.

        Ancak unutulmamalı ki Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtlerin, 1932 belgelerinden bu yana kabul edilen toplu yaşamları vardı.

        Bazı bölgelerinde Türkmenler, Ezidiler, Suryaniler yer almakla birlikte bölgenin ağırlıklı çoğunluğunu yüzyıllardır hep Kürtler oluşturdu.

        Ancak Suriye’nin kuzeyi için aynı şeyi söylemek olası değil…

        Ayrıca 2011’de Suriye iç savaşı başladığında bu sahada bulunan Kürt gruplarından Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetim lideri Barzani tarafında yer alanlarının isyanı ile sınıra kazılan uzun hendek de unutulmamalı.

        Resulayn’dan Tal Abyad’a kadar da Arap nüfus yoğunlaşması söz konusuydu; hemen ardından da adı üzerinde Arap’ın çeşmesi anlamına gelen Ayn el-Arap (Kobani) ise karışık nüfusa sahipti.

        Çobanbeyli, Azez, Afrin bölgesi ise ağırlıklı olarak Türkmenlerin yaşadığı bölgeydi.

        Ancak YPG yapılanması ABD’nin himayesinde bütün sahayı Kürtleştirme çabasına girdi; kendi yakındığını bizzat uygulayan oldu.

        ANADOLU TÜRKMENİ VE ERMENİSİ

        Eğer bugün ABD Başkanı Trump’ın tarih bilgisine bakacak olunsa Rakka ve Deyrizor için de Kürt kentleri demek kolay...

        Ancak 1800’lerin ortasından buyana Rakka Anadolu’da isyan eden Türkmenlerin sürgün yeri idi; Fırat boyuna yerleştirilen Avşarlar ile de tahkim edilip kentleşti.

        Deyrizor ise yine Anadolu’dan gönderilen Ermeni nüfus ile çölün ortasında yaşam alanına dönüştü.

        Şam yönetimi 2010’a kadar Kürt yurttaşına kimlik vermiyordu.

        ULUSALLAŞIP MEŞRULAŞTI

        Ancak şurası da kesin ki 30 yıl sonra Suriye’deki Kürtler ve onların temsilcisi iddiasındaki YPG öngörülmesi olanaksız bir meşruiyet kazandı.

        Daha da önemlisi küreselleşti.

        Ortaya çıkan tablonun bir 30-50 yıl daha ötelenebileceğini sanan yanılır.

        Bunu anlamak için Rusya ve ABD’den gelen açıklamalara, Avrupa basınında yer alan makalelere bakmak yeterli.

        Hemen hepsi dönüp dolaşıp meseleyi Kürt konusuna getiriyor.

        Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov daha önce de söylemişti, ancak o söylemi Kürtler ile Şam yönetimi arasındaki yakınlaşmayı kapsıyordu.

        Önceki gün yeni bir adım attı ve Ankara ile Moskova’nın Soçi’deki mutabakatına atıf yapıp aynen şunları söyledi:

        “Suriye’deki Kürtlerin geleceği hususunu askeri eylemler arasında konuşmak yerine, bu konuda sakin bir biçimde anlaşmaya varılmasını olanaklı yapan koşulları yaratmış olduk…”

        TRUMP’IN AŞAĞILAMASI

        Trump ise tüccar kimliğini öne çıkarıp, bölgedeki Kürtleri de çıkarını koruyacak askerleri gibi aşağılayan bir niteliğine sokarak, meseleyi petrol üzerinden ele aldı.

        Hoş bir süre önce de benzer şekilde Kürtler için çok para harcadıklarını bunun karşılığını alma haklarının olduğunu belirtmişti.

        Şimdi gelelim en sıkıntılı soruya…

        Bölgenin gerçeği olan sorunun çözümünün uluslararası aktörler tarafından belirlenmesi kime ne sağlar?

        Buradan kimse, Türkiye, PYD’yi muhatap alsın anlamı çıkarmasın…

        Ancak, bir gerçeği de görmemiz gerekiyor ki Suriye meselesi askeri, sert güçten çıkıp, siyaset sosyolojisine, yani yumuşak güç alanına girdi.

        Bundan böyle atılacak her adım, verilecek her demecin içine dahil oldu.

        Türkiye’ye yönelik son dönem batıdan esen hiç de hak edilmeyen içeriklerle dolu mesajlarla desteklenen sürecin iyi yönetilmesi gerekiyor.

        Türkiye bir yandan içinde 450 bini Kürt kökenli olan 3,5 milyon Suriyeli ile ilgili elinden gelen çabayı gösteriyor, ama en çok eleştirme hakkını da kendinde bu konuda bir tek adım atmayanlar görüyor.

        İstemediği bir çözüme razı olmaması ve paradoksun içinden çıkılmasının yolu da Türkiye’nin elindeki yumuşak güçlerini iyi kullanmasından geçiyor.

        *

        Hollanda’ya geri yollar, almazsa havaalanında kalır

        Suriye'de savaşan yabancı terörist savaşçıların durumu AB ile yeni bir tartışmanın da kapısını araladı.

        Sorunun nedeni de Türkiye’nin operasyonu ile PYD’nin serbest bıraktığı 74 bin kadar DAEŞ yakınının bulunduğu El Hol kampından kaçıp, Türkiye’ye gelen iki kadın ve çocuklarının durumu.

        İki kadın çocukları ile bir süre önce ülkelerine dönmek için Hollanda’nın Ankara Büyükelçiliği’ne başvurdu.

        Büyükelçiliğin Türk makamları ile temas kurması üzerine gözaltına alındı.

        HEP AYNI TAVIR

        Yanlarında üç küçük çocukları da bulunan kadınların durumlarının ne olacağı konusunda açıklama Hollanda Dışişleri Bakanı Stef Blok’tan geldi.

        Blok, kadınların Hollanda’ya alınıp alınmayacağı sorusunu yanıtsız bıraktı, “bekleyip göreceğiz” deyip, topu Türk makamlarına atıp, çekildi.

        Aslında bu tavrı bugüne kadar Hollanda’nın ülkesinin vatandaşı olan yabancı terörist savaşçılara davranışının bir yansıması.

        Çünkü, bir süre önce de El Hol ve El Roj kampında kalan Hollanda vatandaşı 23 kadın, beraberindeki 55 çocuk ile dönmeye çalışmış ancak engellenmişti.

        Bunun üzerine bazı avukatlar Lahey Mahkemesi’ne başvurdu.

        MÜLTECİ DEĞİLLER, OLAMAZLAR

        İçişleri Bakanı Soylu da dün net konuştu.

        Sadece Hollanda değil, İngiltere’nin de benzer tavır takındığını belirtti, “DAEŞ’lıların oteli değiliz… Ben vatandaşlıktan çıkardım, siz başınızın çaresine bakın, bu bizim açımızdan kabul edilebilir değil” dedi.

        Soylu haklı…

        Çünkü Türkiye, 1961 tarihinde onayladığı mültecilerle ilgili Cenevre Sözleşmesi’ne “coğrafi sınırlama” koydu, sadece Avrupa’dan gelenleri mülteci olarak kabul edeceğini bildirdi.

        “İyi ya işte bunlar Avrupalı…” diyen çıkabilir.

        Ancak bu kişilerin Sözleşme gereği mülteci olabilmesi için şu şartları da sağlaması gerekir:

        “Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da yararlanmak istemeyen yabancılar ile bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya dönmek istemeyen vatansızlar…”

        YARGILANMA HAKKINI İHLAL

        Şimdi sorarım iki kadın bu tanımın neresine uyuyor…

        Daha ilerisi DAEŞ gibi terörist olan, savaş ve insanlık suçu işleyenleri de bu kapsama almıyor.

        Ama şurası da unutulmasın uluslararası hukuk gereği DAEŞ’li de olsa yargılanma hakkı insanlık gereği ve bu hakkı ülkeler bilhassa vatandaşlarına tanımakla yükümlü.

        Üstelik Hollanda iki kadına ilişkin uluslararası yakalama emri de çıkarmış.

        Bir yakalama emri için günler gerekirken, birkaç saatte DAEŞ’liyi vatandaşlıktan çıkarabilmiş olması da dikkat çekici.

        Suriyeliden geçtik vatandaşını almak istemiyor, DAEŞ konusuna gelince söylenmedik laf bırakmıyor…

        Yapılacak belli, bir uçağa konulur yollanır; almazsa havaalanında bırakılır…

        Varsın gerisini Hollanda düşünsün...

        Diğer Yazılar