Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Biz İstanbul’da yaşayanlar, bugün sandık başına gideceğiz. Şehrimize bir “şehremini” seçeceğiz. Şehri emanet edeceğimiz kişiyi yani.. Bize hizmet verecek, suyumuzu akıtacak, çöpünü toplayacak, gece gündüz şehrimizi bekleyecek emin birisini, hepimizin güvendiği bir kişiyi...

        Adettendir, seçim günü gazete yazarları başka sulara yelken açar, ilginç hikayeler ararlar.

        Benim de böyle bir hikayem var bugün... Aslında belki de geçen hafta anlatmalıydım bu hikayeyi; ne de olsa geçen hafta Babalar Günü’ydü.

        *

        Oğlumla kızım etrafımda dolanıyor, belli ki babalarına bir güzellik yapmak istiyorlardı o gün.

        O sırada oğlana, “Hadi seninle biraz gezelim” dedim.

        Bahçeye çıktık.

        Oğlum; babamın korkularımla baş edeyim diye, bir yaz günü, şehre gitmek üzere altı yedi kilometrelik bir patika yoldan, şoseye kadar birlikte gittiğimiz, akşam derin vadiye indiği halde beni katırın sırtına bindirip, yularını elime verdikten sonra, “Sen hiç karışma o seni eve götürür” diyerek katırın yönünü köye çevirdiği, bir süre sonra zifiri karanlık basınca, o derin vadide katırla birlikte, dipsiz bir kuyudan yükselen çocuk ağlamaları ve kedi miyavlamaları arasında -ki hepsinin halüsinasyonlardan kaynaklandığını çok sonra öğrendim- köye kadar gittiğimiz zaman ben kaç yaşındaysam, o da şimdi o yaşları sürüyor.

        Ama ne korkusunu sınayabileceğim öyle kimsesiz derin bir vadi, ne öyle sadık bir katır var bu şehirde, ne de bende babamın yüreği! En iyisi her şeyi ona bırakmak.

        O kadar meraklı ki!

        En çok da çocukluğumu merak ediyor; bir de dedesini, yani babamı...

        *

        Ben de öyleydim onun yaşlarında. Babama en çok babasını sorardım. Yani dedemi.

        O da babasını anlatmaya başlayınca aslında kendini anlatırdı.

        Ben de dizinin dibine oturur huşu içinde onun anlattığı hikayeleri ağzı açık dinlerdim.

        Şimdi babamın bana anlattığı, o gün bugün aklıma bir çivi gibi çakılmış olan o hikayeyi ben de kalkıp oğluma anlatsam, babalar gününü anlamına denk düşer mi dersiniz?

        Tereddütlüyüm.

        Yıllar, yıllar sonra, oğlum büyüyüp baba olduğunda, şu anda benim ona yaptığım gibi, oğlunun elinden tutup böyle bir bahçeye çıktıklarında benim babamdan, babamın babasından duyduğu hikayeyi, kendi babasından duymuş gibi oğluna anlatmaya kalkışırsa, artık çoktan çok uzak bir yere gitmiş olacak olan benim ruhumda, tıpkı şu anda babamın ruhunda oluştuğuna emin olduğum şeye benzer bir şeyin oluştuğunu, benim hissettiğim gibi hisseder mi?

        Ona da emin değilim.

        *

        Böylesi zamanlarda, derinden gelen bir kederin bir yumruya dönüşüp boğazına oturmasına izin vermeden hızlı hızlı nefes alır, üst üste birkaç kez derin derin iç çeker anlatmaya başlardı babam.

        *

        Hatırladığım en eski hikaye o yaşlı adamın hikayesiydi derdi sözünün başında.

        Sana anlatmış mıydım bilmiyorum, anlatmışımdır mutlaka ama milyonlarca kez tekrarlayabilirim tıpkı babamın bana yaptığı gibi...

        Babam bu hikayeyi tekrar tekrar anlatmaya hazırlanırken, köyümüzün üzerine abanmış gibi duran, başına vurmuş akşam güneşinin son ışıklarının kızıl bir renge büründürdüğü dağın doruklarına bakar, uzun uzun iç geçirir, mevsim kışsa ağzına bir iki ceviz içi atar, su tasından bir yudum içer, mevsim yazsa önündeki kara üzümün iri tanelerinden ikişer ikişer yer –Resulullah öyle yermiş üzümü, üstüne su içmezmiş- öyle anlatırdı hikayeyi.

        *

        Çok eski zamanlarda, yiyeceğin kıt, doğanın cimri olduğu zamanlarda yani, bizim buralarda da civar köylerde de, artık bakımı zor hale gelmiş, yaşadıkça var olan yiyecekten biraz daha tüketip büyümekte olan çocukların rızkından eksilten yaşlıları; çocukları alıp bir telise koyar, telisi sırtına vurur, aha şu karşıda duran, güneşin kiremit rengine büründürdüğü dağın doruğuna götürüp orada ölüme terk ederlermiş.

        Babam hikayenin burasında durur, soluklanır, elinden kayacak da kırılacak diye çekindiği çok kıymetli bir varlığına bakar gibi bakardı bana.

        O sırada hissettiğim tek şey, yaz da olsa, kış da olsa fark etmez, kesif bir üşüme duygusu olurdu.

        Nedendir bilmem, üşürdüm işte.

        Üstüme bir dağ oturmuş gibi olurdum. Sırtında babası, dağa vurmuş oğul olurdum o an... Babamın bana baktığını görür, ama gözlerimi gözlerinden kaçırırdım. Sanki bana, sakın sen babana böyle kötü davranma der gibiydi, bense göz göze gelirsem, gözlerimdeki ifadeden, ona hiçbir zaman aynı muameleyi yapmayacağına dair bir işaret geçiremem de ona karşı mahcup olurum diye kaçırırdım gözlerimi ondan.

        Anlatmaya devam ederdi.

        *

        Yine yaşlı bir adamın sırası gelmiş. Öyle yaşlı öyle yaşlıymış ki adam, bütün sevdiklerinin ölümünü görmüş. Yüzü kuru incire benziyormuş.

        Oğlu kalbine bıçak saplaya saplaya babasını almış, adam zaten bir kemik yığını, koymuş telise, sırtına vurmuş, soluksuz vurmuş dağa, bir nefeste, yolda hiç konuşmadan, durup dinlenmeden dağın tepesine varmış.

        Orada görülen manzarayı sadece görenler anlatabilir oğul, babam öyle derdi. Sağ yanı geniş, göz alabildiğine, bir ova... Oradan bakınca insana uçma duygusunu veren pürüzsüz bir düzlük... Düzlüğün içinde kıvrıla kıvrıla akan bir nehir... Nehrin yüzüne vuran akşam güneşinin ışıkları... Yakamoz mu buradan görülen, yanıp sönen ateş böcekleri mi karar vermek zor...

        Baba oğul solukları düzelinceye kadar manzarayı seyretmişler. Sonra oğul ayağa kalkmış, bir kayanın dibini biraz düzeltmiş, taşları toplamış, otları yolmuş, kayanın dibine yığmış, babasına yatak gibi bir şey yapmış, sonra babasını almış kucağına götürüp oraya oturtmuş, telisi de yanına bırakıp uzaklaşmaya başlamış.

        O zamana kadar hiç konuşmayan babası arkasından seslenmiş:

        “Oğlum!”

        Oğul durup babasına dönmüş:

        “Efendim baba” demiş.

        Baba, akıbetini kabullenmiş çaresiz bir insan edasıyla, sıradan bir şey söylüyormuş gibi yanındaki telisi eliyle göstererek:

        “Telisini unuttun oğlum” demiş.

        Oğul, bu uyarıyı beklemiyormuş gibi:

        “Kalsın baba, gece soğuk olur, üstüne serersin” demiş.

        Babası hiç istifini bozmadan:

        “Olur mu oğlum, götür telisini. Lazım olacak sana.”

        “Aman baba, altı üstü bir telis, yanında kalsın.”

        Babası, işte tam o sırada aklına ilk gelen kelimelerden birer ok yapıp fırlatmış oğlunun kalbine:

        “Yaşlanınca oğlun seni bu telise koyup buraya getirecek oğlum, lazım sana” demiş.

        *

        Hikayenin burasında babam durur, uzun parmaklarıyla büyük bir ustalıkla sardığı kalın sigarasından bir nefes alır, dumanı havaya savurur, savrulan dumanın arasında hikayeyi pür dikkat dinleyen yüzümü seçmeye çalışırdı. Babamla aramızdaki o ince duman tabakası bizi fersah fersah birbirimizden uzaklaştıran koyu, hançer işlemez sisten bir duvara dönüşürdü. O duman, kısacık bir aralık boyunca bazen kalın bir telis kumaşına döner, o kumaşın gerisinde, o telisin içinde babamı hayal ederdim.

        Oğul babaya o bilgece uyarıyı yapmamış olsaydı eğer, günün birinde gelenek bozulmasın diye ben de babamı sırtıma vurup aha o dağın tepesine çıkarır mıydım?

        Oğluna, “Telisini götür, günün birinde oğlun, seni onun içinde buraya getirecek” diyen baba, o dakika, bin yıldan beri süregelen bir geleneği bozduğunun farkına varmış mıydı, bu sorunun cevabını babam hiçbir zaman söylemedi bana. Ama hikayenin bundan sonraki kısmını hiç uzatmaz, hiçbir ayrıntıya takılmaz, sanki bütün hikayeyi bu son anını anlatmak için anlatırdı.

        *

        Oğul, hiçbir şey dememiş. Hızlıca geri dönmüş, babasını telise koymuş, telisi sırtına vurmuş, yolda hiç oyalanmadan, koşa koşa alıp eve geri getirmiş.

        O kadim gelenek de o gün bozulmuş.

        Bunu sana niye anlatıyorum oğlum bilmiyorum.

        Belki başlangıç olsun diye.

        Babam niye defalarca bana anlattıysa belki de o yüzden.

        *

        Ben oğluma bu hikayeyi anlattım mı bilmiyorum. Dedem mi babama anlatmıştı, ben babamdan mı duydum, yoksa 1983 yapımı Japon yönetmen Shohei Imamura’nın “Narayama Türküsü” filmini izlediğim gençlik yıllarımdan beri, “Şu Japon da babamın hikayesini utanmadan nasıl çalıp film yapmış” diye o gün bugün ona öfkelenmiş olmamdan mıdır, her defasında, her vesileyle bir yere yazıyor, birilerine anlatıyorum bu hikayeyi.

        Kime ne anlatmak istiyorum bu hikayeyle? Oğlumun eli avucumun içinde, bahçede gezinirken ona anlattığım bu hikayeyi ondan bir hisse çıkarsın diye değil, aslında hepimiz aynı büyük hikayenin küçük birer kahramanıyız, senin hayatın benimkinden farklı olmayacak, tıpkı benim hayatımın babamın hayatından, onunkinin babasınınkinden farklı olmaması gibi demiş olabilir miyim dersiniz?

        Bu fikri çok eski zamanlarda, bundan tam 163 yıl önce Victor Hugo’nun şu şekilde formüle ettiğini biliyordum ama:

        “Sadece kendine özgü bir hayata sahip olma onuruna hiçbirimiz sahip olamayız. Benim hayatım sizinkidir, sizin hayatınız benimkidir, ben ne yaşıyorsam siz de onu yaşıyorsunuz; alınyazısı tektir. Şu aynayı elinize alıp bakın kendinize. Ben diyen yazarlardan kimi zaman şikayet edilir. Bize bizden söz edin diye bağırılır onlara. Heyhat, ben size kendimden söz ettiğimde sizden söz ettiğimi nasıl anlayamazsınız? Ah, benim sen olmadığıma inanan akılsız!”

        Dedem babama dönüştü, babam bana, ben oğluma...

        O yüzden hep birlikte aynı hikayeyi yaşıyor, birbirimize aynı hikayeyi anlatıp duruyoruz bin yıllardan beri.

        Alnımızda yazıldığı gibi, tek kelimesini değiştirmeden!

        Diğer Yazılar