Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Nedense bu dünyadan göçmüş sevdiklerimin daha çok doğum tarihlerini değil de ölüm tarihlerini tutarım aklımda. Ölümün darbesi ağırdır, doğumun sevincini baskılar.

        Hayatın; sevdiğin kişiyi sana kavuşturduğu anın sevinci ne kadar büyük olursa olsun, ölümün onu senin elinden aldığı anda verdiği acı onu yok ettiğinden, ölümün ıstırabı doğumun sevincinden her zaman katbekat büyüktür. Belki de o yüzden ölmüş sevdiklerimizin doğum günlerini değil de, ölüm günlerini daha çok tutarız aklımızda.

        Mesela her 13 Aralık’ta, çok yakın bir akrabamı kaybetmiş gibi olurum, o günün ille de Oğuz Atay’ın ölüm yıldönümü olduğunu hatırlarım her koşulda.

        *

        90’lı yıllarda çalıştığım solcu Kürtlerin Türk solcularıyla birlikte çıkardıkları bir gazetede kültür sanat sayfasını idare ederken, bir gün önce 13 Aralık için Orhan Koçak’a bir yazı sipariş etmiş, büyük yazarı ölüm yıldönümünde o sert gazetenin radikal okurlarına da tanıtmak istemiştim. Sabah toplantısında Yayın Yönetmeni gündemimi görünce, “Oğuz Atay da kim?” diye sormuş, ben de uzun yıllardan beri hapishanede olan adamı mahcup etmemek için dilimin döndüğünce Oğuz Atay’ı anlatmış, beni yarım kulakla dinlediği her halinden belli olan hızlı devrimci arkadaş sözümü keserek, “Tamam tamam anladım, bence önemli bir yazar değil, önemli olsaydı kesinlikle ben de bilirdim, hapishanede okumadığım roman kalmadı” deyince, rahmetlinin, “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin?” nidası geldi aklıma ki, bu nidayı ne zaman hatırlasam elimde olmadan ağlamaklı olurum.

        Yanlış bir zamanda yaşamış büyük bir yazardı Oğuz Atay...

        Beyninde ur çıkmasaydı, tutunamayanların peygamberi olarak biraz daha tutunabilseydi hayata, çok değil üç yıl sonra memleketin kültürel iklimi baştan ayağa değişecek, köyü ve köylüyü tek kurtarıcımız olarak gösteren o günün moda popülist edebiyat anlayışı çöpe atılacak, o büyük yazar keşfedilecek, belki de o kahrolası uru oracıkta alt edip daha uzun yıllar bize roman yazıyor olacaktı.

        *

        Dedim ya, ölüm tarihlerini aklımda tutarım ölmüş sevdiklerimin, doğum günlerini değil.

        Meğer dün Oğuz Atay’ın doğum günüymüş.

        Ankara’dan sabah uçağıyla dönmüş, öğlen gibi eve girer girmez, telefonuma bir mesaj geldi.

        Mesaj Bülent Korman’dandı...

        İletişim Yayınları’nın “Oğuz Atay’ı doğum gününde sevgiyle anıyoruz” başlığıyla İnstagram’da yayınladığı mesajını göndermişti Bülent Abi...

        Bağışlasın beni “abi” diyorum, zira hiç tanışmadık Bülent Bey’le... Ama ben onu çok iyi biliyorum. Bütün bir doksanlı yıllar boyunca Türkiye’nin en büyük reklam ajansından birinde metin yazarlığı yaparken adını çok sık duyardım Bülent Korman’ın. Era’nın sahibiydi. Bir yığın hikayelerini anlatıyorlardı meslektaşlarım ama hayat yollarımızı hiç kesiştirmedi.

        Ta ki bu yaza kadar. Walter Benjamin’e dair yazdığım bir yazı üzerine bir gün Bülent Korman’dan bir mail aldım. O kadar güzel şeyler söylüyordu ki, “Bu Bülent Korman o Bülent Korman” dedim, çocuk gibi sevindim. Sonra ara ara yazdı bana, ben de ona. Bu yazışmalar hâlâ sürüyor.

        İşte dün sabah Bülent Bey’in gönderdiği İletişim Yayınları’nın anma metni yazarın “Tutunamayanlar” romanının 453. sayfasından şu alıntıydı:

        “Korkuyoruz... Düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. İnsan olmaktan korkuyoruz. İnsan yerine bir yığın kuklalar yaratıyoruz. İnsana benzetirsek, onlara acımaktan korkuyoruz.”

        Bu mesajın altında Bülent Korman arkadaşı Oğuz Atay’ı anlatıyordu bana: (Bana özel yazılmış bir mesajdı, ancak Whatsapp üzerinde biraz sohbet edince yazımda kullanabileceğimi söyledim, o da izin verdi.)

        *

        “Emel (Bülent Bey’in eşi), ‘kuru pasta’ derse, gülümseyerek yüzünü hafif buruşturur, itiraz eder gibi ama yükseldiğini hiç duymadığım yumuşak sesiyle ‘Ankaralı!’ derdi ona.

        Kendisiyle birlikte üçümüz de öyle olduğumuz için, sevgiyle hayatımızın orada geçmiş bir dönemini, ‘taşralılığı’ küçük bir keyifle anar gibi.

        Gönderilen ‘tweet’lerin birinde yapılmış alıntı, o ‘tweet’ ve benzerlerinin temel bir parçası olduğu ‘yeni bir hayata bakış tezahürleri’ ve onunla bütünleşen bir ‘gidişatı’, daha o zaman (1970), bugün benim apaçık ‘insani olmayan doğru bir gidişat’ olarak gördüğümü nasıl derinden sezmiş olduğunu hissettim.

        Onu büyük yazar, sıra dışı bir insan yapan, o ‘devamlı düşünmek’ dediği şeydi.

        Yaş farkını aşan arkadaşlığımız bir bakıma ona da ona dayalı bir iç yakınmaydı çünkü.

        Onu izleyen tweet’de de ‘çay pişirme’ deniyor.

        Bir gün onunla çayın bizde içecek ötesi bir hayat parçası olduğunu konuşmuştuk.

        İngilizlerin evrensel yeme içme kültürüne en büyük katkısı ‘five o’clock tea’ dedim ona, bir yerlerde okumuştum bu eğlenmeyi.

        Henüz çay ticareti için yapılmış onca büyük yelkenliyi Breast’e gidip ‘Cetty Sark’ı görmemiştim.

        Sonra galiba şöyle bir yere gitti o konuşma.

        ‘İngilizler çay yapar, biz demleriz.’

        Sadece bir yöntem farkı değildi konuştuğumuz. ‘Demlenme’, zamanın katkısını da içeren kıymetli büyük bir süreçti.

        Düşüncenin ‘derinleşmesi’, muhabbetin ‘koyulaşması’ gibi.

        Bu sabah, ‘Tutunamayanlar’ın ikinci baskısını bile görmemesi bir acı topu gibi içimi yakarak kıpırdadı.

        Görseydi, çayı yapmak yerine demler miydi?

        Canım Oğuz...

        Sana ne çok şey borçluyum.”

        *

        Ben bilmiyordum. Meğerse çok yakın iki arkadaşmışlar Bülent Korman ile Oğuz Atay.

        “Arkadaş mıydınız abi?” diye sordum.

        “Onu yattığı yere indiren benim Muhsin” dedi.

        Yumruk yemiş gibi oldum.

        “Biraz anlatsana abi, yazayım. Nerede tanıştınız?”

        “Galatasaray’da, Sevin gittikten sonra Uğur’la birlikte yaşadığı evde. ‘Tutunamayanlar’a hayranlığımı bilen, onunla tesadüfen tanışmış bir grafiker/ressam arkadaşım, Degüstüsyon lokantasında bir akşam yemeğinde tanışmak ister misin diye sordu. Selamsız sabahsız gittik ve tanışma o tanışma... 25 yaşındaydım ben. O da ‘Tehlikeli Oyunları’ yeni bitirmişti.”

        “Bunları niye yazmıyorsun abi?”

        “Muhsin. Beni Oğuz’la ilgili ne çok kişinin yazmaya teşvik ettiğini tahmin edersin. Yazmamam bir naz değil, o ilişkiyle uyumlu bir tercih, buna inan.

        Ama ona merakının hakikiliğini, haslığını sezdiğim ve kendimin de bir iyilik fark edip sevgi duyduğum kişilerle onu, arkadaşlığımızı konuşmak beni mutlu eder. Sana söylediklerimi lütfen bu çerçevede hisset.

        Doğum gününde, bugün onun için atılan tweet’leri görünce şunu hissetim.

        Tefekküre hiç vakti olmayan birileri habire yeni fikirler atıyor bir yandan, bir yandan da, ‘korkuyoruz düşünmekten, insan olmaktan korkuyoruz. İnsan yerine insana benzeyen bir yığın kuklalar yaratıyoruz’ diye ta 50 yıl önce yazmış bir adamın kitabı da ellinci baskıya koşuyor.

        Anlayan beri gelsin!

        ‘Tefekkürü anlamayan nesle aşina değiliz’ der miydi Yahya Kemal?

        “Böyle bir ülkede, böyle bir muhitten nasıl böyle bir adam çıktı?” diye sordum.

        “Biraz dahilik! Duysa kızardı böyle dediğim için.”

        “Neden?”

        “Numara yapmaya, küçük burjuvalığa, bayağılığa, o dönemdeki ‘köy edebiyatı’ popülizmine yüz vermezdi.”

        “Onu hiç anlatmadın ama?”

        “Bir kısmını Yıldız Ecevit’e anlattım, onun kitabında var.”

        Hemen kalktım, kütüphanemden Yıldız Ecevit’in “Ben Buradayım, Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası” adlı hacimli kitabını buldum, Bülent Korman’ın ona anlattıklarını tekrar okudum.

        Oğuz Atay ODTÜ’yü yeni bitirmiş, genç mimar, hızlı devrimci arkadaşı Bülent Korman’a, “Her şeyi çok ciddiye alma, hayat bir spekülasyondur” demiş.

        “Varsa özel bir şey daha bana anlatır mısın, yazımda kullanayım” dedim.

        “Hadi sana özel bir resim göndereyim” dedi.

        Şu fotoğrafı gönderdi.

        “Kim yapmış bu resmi abi?” diye sordum.

        Anlattı:

        “Geçen sonbaharda, Bodrum’da lise çocuklarının açtığı bir sokak sergisinde gördüm o resmi. Hocaları kimin resmi olduğunun farkında değildi. Civardaki çocuklardan biri yapanı biliyordu ama o kız o anda orada değildi.

        Resimdeki adamın arkadaşı olduğumu ve o küçük ressamı tanımak istediğimi söyledim. Telefon numarasını bilen birisini buldular. Resmi satın aldım ve yürüyüp en yakın kahveye oturdum ve aldığım numarayı aradım. Kız Oğuz Atay’ı tanıyordu, resmi bir kitap kapağına bakarak yapmıştı. Ama kitabı okuyan kendisi değil çok beğenip ona da anlatarak okuyan en yakın arkadaşıydı. Bitirince o da okuyacaktı. Ona resmini aldığımı, hep saklayacağımı söyledim. Adresini öğrenip Oğuz’un bütün kitaplarını gönderdim.”

        “Çok güzel hikaye... yazabilir miyim, fotoğrafı yayınlayabilir miyim?”

        Yazmamam ve yayınlamam için bir sürü haklı gerekçe öne sürdü ama sonunda onu ikna ettim.

        *

        Oğuz Atay öleli tam 42 sene oldu. Bu süre zarfında her şey değişti. Kalıcı edebiyatın, onun yaptığı edebiyat olduğu görüldü. Artık vakti zamanında ondan nefret edenler de seviyor onu. Edebiyat camiası onu kabullendi. “Bunalım yazarı” deyip artık kimse burun kıvırmıyor ona. Çünkü artık bir ölüdür o.

        Biz ölülerimizi kendimizden daha çok seviyoruz.

        Belki de bu yüzden sevdiklerimizin doğum günlerini değil de, ölüm yıldönümleri daha çok kalıyor aklımızda.

        Diğer Yazılar