Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Cuma günü Van-İstanbul uçağında Bolu üzerinden uçarken arkadaşım Mahmut Akyürekli eliyle bir yerleri göstererek, “İşte oralarda Göynük diye bir yer var, gidip gördün mü hiç?” diye sordu.

        “Hayır” dedim ben de, “adını bir vesileyle çok duyduğum bir yer ama yolum hiç düşmedi.”

        “O kadar güzel bir yer ki... Gidip görmeden anlatmakla olmaz. Mutlaka yolunu düşürmelisin,” dedi.

        Bir çentik attı aklımın bir yerine.

        Cumartesi günü birkaç günlük tatili fırsat bilerek çoluk çocuk doluştuk arabaya, arkadaşım Veysel ve ailesiyle birlikte Göynük’e doğru çıktık yola.

        Arifiye’de yolumuzu şaşırdık, Geyve üzerinden giden yola girmedik, Akyazı’dan girdik (memleketinden geçtim Kerim, merhaba!), Mudurnu mıntıkasını takip ederek yol almaya başladık. Hep yamaçlarda, ormanlık alanda, kah vadilere girip çıkarak, kah tepeleri tırmanarak gittik. Bolu dağları gittikçe güzelleşiyordu. Vakit öğleden sonraydı. Sonbahar bütün hüsnüyle, dinginliğiyle, renk cümbüşüyle gelip kurulmuştu ormanın içine. Pus vardı dağların başında, yükseltilerde pus vadilere iniyor yer yer, ağaçlara karışıyor, renk değiştirmiş ormanlık arazide bir masal diyarında yolculuk yapıyormuş gibi gittik gittik, yolumuz kah virajlı kah yokuş, kah inişli kah düz; gide gide, önce Sünnet Gölü diye bir cennete vardık.

        Günün son ışıkları gölü terk etmek üzereydi.

        Ahmet Haşim’in şiirinde olduğu gibi, insanın “gölde bir demetkamış olmak istediği” bir demdi. Güneşin batışından artakalmış son ışık huzmesi düşmüştü sulara. Her şeyin aksi görünüyordu durgun gölde.

        Daha yolumuz vardı Göynük’e.

        Bir süre sonra girdik o muhteşem kasabaya.

        *

        Ankara, Beypazarı, Nallıhan’dan gelen yolun üzerindedir Göynük... Buradan Arifiye, Geyve, Taraklı diye devam eder Sakarya’ya... Vakti zamanında önemli bir ticaret yoludur bu yol. Roma döneminde de Osmanlı döneminde bu yol “Anadolu’nun omurgasını” teşkil eder. O yoldan taşınan şeylerden Göynük’ün payına ne düştüyse artık, ne gelenler, ne de gidenler buranın güzelliğinden hiçbir şey alıp götürmemiş, tam aksine bir şeyler katmışlar.

        Nedense Akşemseddin Türbesi’nin yanından geçip tarihi Çınaraltı kahvesine doğru giderken, kendimi Van’ın Müksü’ne gelmiş gibi hissettim. Müküs’te de kasabanın içinde süt beyazı bir ırmak akar; burada da öyle, kasabayı ikiye ayıran ırmak Sakarya’ya kadar gider ancak suyu Müks’ünki gibi gürül gürül değil. Akşemseddin’in memleketi olması mıdır bana Feqiyé Teyran’ın memleketini hatırlatan şey bilmem, bildiğim tek şey Kuşların Şairi Feqiyé Teyran, Müküs’te suya mersiye yazarken, Akşemseddin burada gerçekleşmesi mümkün olan büyük rüyalar görüyordu. Mehmet adında bir çocuğa nasip olacak Konstantinopolis’in fetih, bunu biliyordu... Rüyasına Hızır Aleyhüsselam girip müjdeyi vermişti. Diyar diyar mürşidini ararken gelip bu muhteşem yere mitili sermiş olan alimin namı çoktan İstanbul’a varmış olmalı ki, babası 2. Murad, Mehmet’i yetiştirsin diye Akşemseddin’i oradan alır, oğluna hoca yapar. Mehmet’e rüyalarını anlatır hocası. Onu fethe hazırlar. Fetih sonrasında Fatih beyaz bir atın sırtında şehre girdiğinde yanında hocası Akşemseddin vardır, herkes atın sırtındaki 21 yaşındaki çocuğun değil, ak sakallı padişah edalı bilge kişinin Fatih olduğunu sanır, varıp elini öpmek isteyenlere, “Padişah ben değilim, işte o” diyerek Fatih’e gösterir, genç padişah ise, “gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim ustam, o benim hocamdır. Şehrin manevi fatihi odur" der. Fatih’in, hocasına olan borcunu ödemek istemesinden mi bilinmez, fetihten sonra boş kalan Sirkeci civarındaki evlere ilk olarak buradan, yani Göynük’ten Müslüman ahali getirilip yerleştirilir.

        Fetih sonrasında memleketine dönen Akşemseddin’e padişah burada ona bir türbe yaptırır Koca Sinan’a.

        Türbenin kitabesi karşısında bütün bunları düşünürken, akşam bütün güzelliğiyle şehre inmişti artık.

        *

        Tam tepemde saat kulesi duruyor. Ömer Kavur’un “Akrebin Yolculuğu” filminden kalmış aklımda o muhteşem güzelliği. Kule ile evlerin mimari uyumu, küçük dükkanlardaki zarafet, satışa çıkmış cümle ıvır zıvırın içinde tahta kaşıklar, bakır kahve cezveleri, insanların yüzünden akan mutluluk, herkesin birbirine sevecen yaklaşımı... İşte beni ilk karşılayan şeyler burada. Beli ki burası ne göç almış, ne de göç vermiş... İnsan buraya gelir de, başka yere gider mi hiç? Hem buradan gidilecek daha güzel bir yer var mı ki bu coğrafyada?

        Irmak kenarında, Anadolu’nun o en eski, ta ahilik zamanlarından kalma esnaf lokantalarından birinde akşam yemeği niyetine masaya gelen kiremitte yaprak sarması, cevizli ev yapımı erişte ve el kararı şaşmaz bir ustanın eseri olduğu belli olan mantıyı yerken çocuklarla, bir iki günlük tatili fırsat bilerek kafileler halinde buraya dışarıdan gelmiş insanlarla buranın yerleşik ahalisinin birbirinden ne kadar memnun olduğunu görüp, çoktan beridir birbirimizden esirgediğimiz birbirimize gülen yüzümüzü göstermenin ne kadar kıymetli bir şey olduğuna şahitlik ederek ben de katıldım o törene.

        Böyle yerlerde evlerin kapısı geceleri kilitlenmez.

        Buralarda herkes birbirini tanır, adıyla hitap eder birbirine. Güzel bir yemek pişmişse, mutlaka komşusunu eve davet eder.

        Doğa doyuruyor herkesi, herkes doğayla barışık, ona minnettar!

        Hiçbir ev üç kattan daha yüksek değil. Hiçbir ev, hiçbir ağacı ezmemiş, hiçbir ağaç hiçbir evin karşısında boynu bükük değil.

        Geleneksel Osmanlı mimarisine ne zaman karar verilmişse, işte o günden beri hepsi aynı mimari özellikleri, bütün güzelliğiyle muhafaza ediyor burada.

        *

        Butik Otel’e dönüştürülmüş muhteşem bir konakta bir gece geçirdikten sonra Göynük pazarına uyandık. Hava çok güzeldi, tezgahlarda satışa çıkmış ürünler çok güzeldi, satıcılar çok güzeldi.

        Sanki herkes, hep birlikte, hiç detone olmadan aynı türküyü söylüyordu.

        Oradan ayrılırken, işte nihayet yüzlerce yıldan beri insanların yaşadığına tanıklık edebilecek bir mimariyi muhafaza etmiş bir yer daha gördüm ahir ömrümde bu memlekette deyip arkama baktım.

        Bu kez yolumuza Geyve’ye çıkacaktı.

        Çıksın istiyordum.

        Ayvanın anavatanında, belki ki “siyah güllerin, ak güllerin” kokusunu duyacaktım

        Ama gül mevsimi değildi ki.

        1950’li yılların başında, soğuk, kasvetli, insanın içine tonlarca ağırlık oturtan bir parasız yatılı yurdunun camlarından ince bir sızı gibi keskin bir soğuk girerken; o yılbaşı gecesinde, Erganili bir delikanlı lapa lapa yağan karlı bir Ankara gecesine o sızıntılı camdan bakıp Geyve’li bir “muhacir kızı”na bir isim arıyordu.

        Nihayet yeni yıl eskisinden beter bir hüzünle odasına dolarken çoktan ona “Mona Roza” adını uygun görmüştü bile.

        O şiirin yazılmasının üzerinden altmış beş yıl geçti. O güllerden, onların kokusundan eser yoktu etrafta.

        Ama şiir bu, bakarsın Geyve’den geçerken Mona Roza’ya dair bir işaret gelip yapışır bilincime.

        Sırf o yüzden Geyve’ye girdiğimizde o dörtlük bırakmadı yakamı:

        “Mona Roza siyah güller, ak güller

        Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak

        Kanadı kırık kuş merhamet ister

        Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!

        Mona Roza siyah güller, ak güller”

        Geyveli muhacir kızının adı ve soyadının serpiştirildiği şiirin içindeki akrostişin birinci ve son harfini oluşturuyordu bu beyit.

        Geyve’den İznik’e doğru yol alırken öğlen üzeri, içinde olduğum otomobil “Şair ile Muhacir Kızın”nın aniden yoluma çıkan hayaletlerine çarpıyordu neredeyse.

        Şehre girdiğimizde, “Billûr bir âvize (gibiydi) Bursa'da zaman.”

        Diğer Yazılar