Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Çocuklarımın anneannesinin evi tren yolunun yakınındadır. Ev ile göl arasında geniş bir cadde ile tren yolu var. Ta kuzeyden, dünyanın damından gelip Stockholm’e, oradan farklı farklı limanlara ve en sonunda Malmö’ye ulaşan uzun tren yolunun önemli duraklarından birisidir Östersund.

        Geçen trenlerin büyük bir kısmı kereste yüklü. Durmadan açık vagonlarda kereste taşınıyor bir yerlere.

        Trenlerin bu haline bir anlam veremeyen kızım, pencereden giden trene bakarak, “Baba bu odunları nereye taşıyorlar?” diye sordu.

        “Dünyaya kereste satıyorlar kızım,” dedim.

        “Nasıl? Bu kadar ağacı kesiyorlar mı yani?”

        “Kesiyorlar ama kestiklerinin yerine de yenisini dikiyorlar. Anadolu’nun iki katı bir kara parçası düşün. Dörtte birisinde şehirler var, gerisi orman... Hem kestikleri ağaçlar, genellikle kesme vakti gelmiş ağaçlardır, zamanı geldiğinde biçilen otlar gibi...”

        *

        18. yy’da kurulmuş İsveç’in ilk muntazam şehri olan Östersund ülkenin tam ortasında yer alır. Jamtland bölgesinin merkez şehridir. Bölgenin kendine özgü bayrağı, meclisi bile var.

        Şehir bir göl kenarındadır. Ülkenin en büyük ikinci gölü olarak kabul edilen Storsjön (Büyük Göl)’ün de bir canavarı var. Canavarı henüz gören yok ama canavarı görmek için ülkenin her yerinden buraya yüzlerce turist gelir.

        Dünyanın en düzenli şehirlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Şehrin bütün sokaklarını, göle dikine iner. Yamaç boyunca sokakları kesen dört büyük cadde var, hepsi çevre yoluna paralel akar, kutu kutu yerleştirmişler binaları, bütün bir 19.yy boyunca bu evlerin tümü ahşaptanmış. Daha sonra yavaş yavaş taş işçiliğine dönmüşler.

        Görüp görebileceğimiz en güzel meydanlardan birisi bu şehirdedir. Kare şeklinde düzenlenmiş şehir meydanı... Meydanın her yerinden dışarıya açılan sokaklar var, hangi sokaktan çıkarsan çık yolun mutlaka göle çıkar. Gölün üzerinden karşı mahalleye, Frösön adasına giden bir yayalar, bir de arabalar için inşa edilmiş iki köprü var, yaya köprüsünde kimse bisiklet yolunda yürümez.

        Bu kez adaya çıkıp bu cepheden şehre baktığınızda bambaşka bir manzara çıkar karşınıza.

        Hava açık ve güneş varsa göz alabildiğinde, yeşillikler içinde kalmış evlerin pencerelerinden yansıyan ışık, gölün maviliğine karışarak cennetten bir köşe gibi görünür gözünüze.

        Kışları nasıl bir kar yağar, bir yaşayanlar bilir.

        Erken bir dönemde göl donar; bir süre sonra gölün üstünden karşıya geçen arabalar dizilir arka arkaya. Bazen de üzerine küçük uçaklar iner.

        *

        Yaklaşık yirmi yıldan beri belirli aralıklarla gelirim bu şehre. Yazını da gördüm, kışını da... Soğuğun eksi 20 dereceye kadar indiği zamanlarını da gördüm, bu yıl gibi sıcak hallerini de.

        Daha önceki gelişlerimde bu aylarda gölün üzeri birkaç metre buzla kaplıydı.

        İki gün önce geldik, bu kez göl bütün maviliğiyle duruyordu yerinde. Bırakın buzu, kar bile yoktu yerde.

        Hayatını ona göre örgütlemiş, karın getirdikleriyle birlikte belirli alışkanlıklar edinmiş, her sene karla birlikte o alışkanlıklarını yaşamaya hazırlanan bura halkı, her halde hayatlarının en mutsuz zamanlarını yaşıyorlar bu sıra.

        Zira iklim en pis oyunlarından birisini oynuyor şu anda onlara.

        Çok uzun yıllardan beri burada yaşayan, tarihini, kültürünü çok iyi bilen, gelişmeleri takip eden çocuklarımın dayısı anlattı...

        Bu can sıkıcı, sonuçları konusunda kimsenin derinlemesine pek fazla bir şey bilmediği, sadece geldiği zaman felaketlerin neleri beraberinde getirebileceğini dünyadaki birçok toplumdan daha iyi kavramış bu örgütlü toplum, şimdiden şehrin o güzelim taş evlerinin yerine; yarının sel felaketlerine, daha keskin yıkıcı rüzgarlarına, doğanın yaratacağı felaketlere karşı yeni evler tasarlamaya başlamışlar. Evlerin şekli hakkında şu anda çok kişi pek fazla bir şey bilmiyor. Bu sene olduğu gibi şu ana kadar doğru düzgün karın yağmamış olması, havanın artı 10 derecelerde seyretmesi yeni önlemler alma konusunda devleti şimdiden alarma geçirmiş durumda.

        *

        Bu yazıyı gecenin geç bir saatinde yazıyorum. Salondaki duvar saatinin tik taklarından başka bir hiç ses duyulmuyor etrafta. Sanki şehirde tek bir insan bile yaşamıyor. Ne evin önünde geçen ana caddede bir araba sesi, ne geçen bir tren, ne de başka bir mahlukatın sesi yok!

        Sanki her şey bir anda sırra kadem basmış durumda.

        Pencereden bakıyorum, şehir yaşıyor oysa. Evlerin hepsinde ışıklar yanıyor. Hiçbir evde perde yok mesela. Nereye bakarsan bak, pencerelerde yaşayan insanların devinimini görmek mümkün.

        Burada kimsenin kimseden sakladığı bir şeyi yok. Her şey çok şeffaf, her şey çok olağan.

        *

        Bu ülkede geceleri başını yastığa koyduğunda, kişisel sorunların hariç tedirginlik hissetmiyorsun.

        Gecenin bir vakti askeri darbe olmaz mesela. Bir deprem seni uyandırmaz. Sel felaketi yaşanmaz, toprak kaymaz, freni patlamış bir kamyon olur olmadık bir zamanda evine girmez, elektrikler, sular kesilmez. Bütün ülkeyi baştan başa ısıtan ısıtma sistemi bozulmaz. Kapını hiç kimse sana telefon etmeden çalmaz. Kapını açık bıraksan hiç kimse evine girmez. Polis gördüğün zaman içine bir korku düşmez.

        Sabah kalktığında neyi nerede bıraktıysan o şey oradadır. Evinin önündeki arabanın önüne başkası park etmemiştir. Kimse arabanı çizmemiştir, kimse arabanı çalıp götürmemiştir.

        Tanısa da, yabancı olsa da herkes herkese selam verir. Kimse yüksek sesle birbirine küfretmez. Kimse kimseyi sokak ortasında dövmez. Yere tükürmez. Elinde levye çarşıda kimse kimseyi kovalamaz. Kimse bir kadına el kaldırmaz. (Burada vergi kaçırmakla kadın dövmek cinayetten daha ağır iki bağışlanmaz büyük suçtur.)

        Her işini kendin yaparsın. Evde bir alet bozulsa kendin tamir edersin. Bozulan musluğu, ufak tefek boya işlerini kendin yaparsın. Tamir işleri eline bakar. Bir hizmetçi tutarsan eğer, yüklü sigortasını yatırmak zorundasın. Bir kuruşluk alışveriş yapsan bile fişini vermek zorunda esnaf. Kimse vergi kaçırmayı, devleti dolandırmayı, katakulli çevirmeyi aklına getirmez. Aklına getiren devletten zinhar kaçamaz.

        Para yavaş yavaş tedavülden kalkıyor. Birkaç yıla bu işi tamamen bitirmek istiyorlar, artık bütün hayat bir kartın içinde gizli olacak. Böylece tek bir üçkağıtçı, tek bir kuruş bile vergi kaçırmamış olacak.

        O yüzden dünyada vergi gelirleri en yüksek devletlerden birisidir buradaki devlet.

        İktidar değiştiğinde kimse kaygılanmaz. Kazanılan haklara kimse dokunamaz. Hayat biçimlerine kimse müdahale edemez. Memleket kurulurken kimin hangi hakkı varsa, hangi parti iktidara gelirse gelsin o hak herkes için geçerlidir.

        O yüzden burada pek çok kimse politika konuşmaz. Siyaset siyasetçilerin işidir. Televizyonlarda gece yarılarına kadar fizik kimyadan yüksek matematiğe kadar, Hurufilikten tasavvufa kadar her şeyi bilen aynı adamlar, geri zekalı saydıkları topluma akıl vermeye çalışmaz. Herkes haddini ve işini bilir.

        Bütün bunlardan dolayı bir araya gelen dostlar yedikleri güzel bir yemekten, seyrettikleri güzel bir filmden, seyahate çıktıkları bir ülkeden, okudukları çok iyi bir kitaptan bahsederler. Sıradan, basit bizim gibi hengame içinde yaşayan bireyler için hiçbir zaman önemli olmayan şeyler onlar için o kadar önemlidir ki, bir öğlen yemeğinden saatlerce bir köpeğin bakımından bahsedebilirler birbirlerine mesela.

        *

        İskandinavya kesinlikle Avrupa değildir. Buradan yola çıkarsan Avrupa’da yeni bir kültür çıkar yoluna, devam edersen Balkanlar’da başka, Trakya’ya vardığında bambaşka bir kültür, bambaşka bir hayat biçimiyle karşılaşırsın.

        Buranın saydığım diğer yerlerden farkı, kendi doğrusunu tek doğru belleyip geri kalan bütün dünyayı kendi doğrusuna davet etmeye kalkışmamasıdır...

        Dünya onlara benzerse amenna, benzemezse keyfi bilir, hayat olağan seyrinde devam ediyor burada.

        Diğer Yazılar