Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Evime yakın bir yerde büyük bir kitapçı var. Haftada en az bir iki kez uğrarım. Artık hangi kitap nerede kendi kütüphanem gibi biliyorum. Yeni çıkanların yeri bellidir. “Çok satanlar” rafına bakmıyorum bile, benim asıl ilgimi çeken dükkanın girişinde tam karşıdaki raftır. Sanki kitapçı o rafı sadece benim için düzenlemiş gibi.

        O rafın önüne vardığımda, her defasında aynı duyguyu yaşıyorum. “Bu kez olacak, evet bu kez tam da aradığım kitap orada olacak, elimi uzatacağım, alıp gideceğim, oturup okuyacağım ve hayatım değişecek,” diyorum kendi kendime.

        Ama olmuyor.

        O kitapla şimdiye kadar hiç karşılaşmadım.

        Onu ararken başka kitaplar çıkıyor yoluma. Şimdiye kadar sizinle dertleştiğimiz bütün yazılarımda andığım kitapların büyük bir kısmı o duyguyla içim doluyken yoluma çıkanlardır.

        O sırada o raflardan alıp götürdüğüm kitaplar, asıl beklediğim kitabı bulamamanın tesellisi midir bilmiyorum, ama şunu çok biliyorum, insana bir kitaptan başka bir kitabı sürükleyen şey elimizdeki ilk kitaptır.

        Peki çok uzun bir süreden beri aradığım kitap gerçekten de var mı?

        Bu sorunun cevabı yok bende.

        Kitabın adı yok, yazarı belli değil ama bir kitap aradığım muhakkak.

        *

        İdlib’den gelen şehit haberleri beni apaydınlık bir günde, ölümün karanlık kuyularına sürüklerken yine aynı hissi yaşıyordum.

        Yine aynı rafın önündeydim ve gözlerimin önünden bayrağa sarılı tabutlar geçiyordu.

        Tabutların gerisinde takati kesilmiş, göz pınarları kurumuş, başındaki siyah yazmaya içinin bütün acısını yüklemiş de yükü sırtlamış bir halde ayaklarını sürükleyen kederli bir anne, içi kanayan bir eş, yüreğine köz düşmüş bir bacı, çaresiz bir abla görüyorum.

        Dayan kardeşlik, dayan anne! Ölüm başında ağlayarak hafifleyen bir yük değil biliyorum; kuyunun dibine düşen bir taş gibi içe oturan bir ağırlıktır ölüm, taşınması dünyanın en zor yüküdür, biliyorum gücün yok bu yükü taşımaya, topla kendini de taşı demeye hakkım yok, biliyorum böyle anlarda hayat, ölümden daha ürkütücü gelir insana.

        O yüzden ölüme değil hayata katlanacağız her halükarda!

        *

        Hiç bahsetmeyeyim diyorum ölümden. Gündelik hayatın her anı bizi bir şekilde ölüm fikrine götürüyor yine de. Ya cephede can veren bıyıkları yeni terlemiş bir nefere, ya virüs karşısında çaresiz kalmış, incecik tülden bir maskeden medet uman bir insanın çırpınışına, ya da hayata sarılmak için şişme bir bota binip cennete koştuğunu sanırken soğuk sularda ölümün tuzlu pençesine düşen bir sabiye.

        Ne yaparsak yapalım, ne ölüme sırt çevirebiliyoruz, ne de hayata.

        *

        İşte yavaş yavaş o kitaba yaklaşıyorum. Aradığım kitaba değil de, o kitaba yakın bir kitabın adına.

        Aklıma o sırada nereden düştü o üç kelime bilmiyorum; bir anda mırıldandım kendi kendime:

        “İnternet çağının virüsü!”

        Evet bir yerlerden çağrışımdı, kesin! Bir roman adından gelmiştim buraya.

        Rafın içinde kitapların tümü, kitap boyutlarında bayraklara sarılı küçük tabutlara dönüştü gözümde.

        Oysa çok az kitap ölümü kutsar!

        Bir hayli zaman oldu bağım kopalı o zehirli kitaplarla.

        Yaşasın hayat diyen yeni dostlara uzatmak istiyorum elimi, biliyorum uzanmış elimi yakalamaya hazır milyonlarca el var sizin oralarda.

        Ama işte buldum beni “virüs” kavramına götüren kitabı...

        Vüs’at O. Bener’in romanı...

        Yıllar önce girmişti hayatıma, hiç çıkmadı.

        “Buzul Çağının Virüsü!”

        *

        Yazmak, içinin dipsiz kuyusuna incecik bir iple inip orada kendini aramaktır!

        Yazmak, ilk önce ölümden, sonra onu çağrıştıran her şeyden kuduz bir köpekten kaçmak gibi kaçmaktır.

        Kim çözdü ki sırrını hayatın, deşifre etmek sana, bana kalsın!

        İçinde kaybolduğumuz şey kader midir? Yoksa siz buna yazgı deyip sıvışıyor musunuz oradan?

        *

        “Koruna virüsü” kapıdayken, “buzul çağının virüsüne” kadar geri gitmek de neyin nesi ey muharrir?

        Ama işte öyle yazarı azarlamakla hükmedilemiyor zamana!

        Kendisine benzer bir adamla başlangıç yapmış, ona adamış kitabını Bener; Oğuz Atay’a, diyor ki:

        "Duyuyor musun Oğuz Atay! Çınar elli, kızdı mı kezzap gibi bakan, oysa iri çağla gözlü, kapılardan sığmaz, güzel adamım! O zamanlar pek ayırdında değildin sanırım, ‘tutunamadığının.’ ‘Sabahtan kalktı erken, piyano çaldı derken! Çok karışık pek muazzam mes’ele / Apışır, allâme-i riyâzi Newton bile!’ Canımların, katılırdı gülmekten. Oturduğun salıncaklı koltuk yıllardır soğumadı. Ne vardı büyütecek beynini o kadar? Suçlusun! Bu tutturulan koşu ne?....”

        Vay be! Büyük beyinler pek sığmıyor bu memlekete demek.

        *

        Arkadaşım Mazhar Bağlı haber haberdar etti beni “derindusunce.org”taki Mehmet Yılmaz’ın yazısından. Marilyn Monroe’nun “Kırık Parçalar”ını tanıtıyor bize.

        Beklemezsiniz değil mi bunu o güzelim kadından?

        Ama işte hayatı boyunca kadın küçük kağıtlara, günlük sayfalarına çiziktirdiği şiirlerini, mektuplarını bir kitapta toplamış meğer ve bu ismi vermiş ona. (Bizde yayınlanmış mı bilmiyorum, sanırım yok!)

        Diyormuş ki:

        “Ey hayat!

        Senin iki yönünü takip ediyorum, havaya asılıyım, daha çok aşağıya düşer gibiyim... Ama kuvvetliyim, rüzgardaki bir örümcek ağı gibi. Kırağı ile varlığım kuvvetleniyor, soğuk ve ışıltılı. Ama inci dizili çizgilerim bir tablo gibi rengarenk.

        Ah hayat, seni aldattılar...”

        Hayata böyle bakan birisinin mutlu olması mümkün mü? O yüzden hep “içine” bakmış. İçinden kopya çekerek yazmış belli.

        O yüzden bastığı zemin hep yumuşak kaldı. Gömüldü içine, bataklık kendine doğru çekti.

        İçi onu çağırdı, kendini içinin kuyusuna inen bir iple astı.

        Bir psikanaliste yazdığı mektubuna, “Sadece birkaç kırık parçamız bir gün diğer insanların kırıklarına temas edecek. Gerçek bundan ibaret. Bir tek insanın gerçeği,” diye başladı.

        Kendisini diğer insanlardan “daha az insan” hissediyordu Marilyn Monroe çünkü.

        *

        “Karanlık, bir yargıdır” diyor Vüs’at O. Bener. Marilyn Monroe, Oğuz Atay gibi “kırgındı” hayata o da. “Gri” bir alanda, bir nevi “ara bölgede” yaşadı hayatı boyunca.

        En büyüğümüz, ağabeyim Kadir abim yedi yaşındayken gözlerinin ışığını kaptırmıştı trahoma. Ben doğduğumda evimizde gözleri görmeyen bir abim vardı. İlk öğretmenimdir! İçinin bütün ışığını benim karanlık dünyama gark etti. Onun sayesinde ışığa koştum dört nala. Hayatım boyunca, hep merak ettiğim halde, bir türlü dilim varıp da soramadım ona körün dünyayı nasıl gördüğünü. Sahiden “karanlık bir yargı” mıydı?

        Sorunun cevabını, yolunu aklının ışığıyla bulan başka bir kör, büyük Borges’te vardı:

        “Biz körlerin dünyası zifiri karanlık değil, bulanıktır...”

        O yüzden...

        “Düşşüz uykulardan bile uyanmak. Yol tükendiğinde dönüşsüzlüğün mutlu kesinliğini ayırt edebileceğine inansa, dayanmak daha mı dayanılır olurdu? Yürekleri duranlar yaşama tekrar döndürülebildiklerinde ‘bitti’yi algılayabildiklerini söyleyemiyorlarmış. Karanlık da bir yargıdır, açıklamadır. Demek beynin kısacık dirimi bilinçle bağlantılı değil. Ne akıl ne bellek susturulduğunu, sustuğunu bilmeden susacak."

        *

        Kitap rafında, çok uzun bir süreden beri bir türlü bulamadığım kitabı ararken çaresizce, gözlerimin önünde dikdörtgen oyuncaklar gibi geçmeye başladı tabutlar.

        Her tabutta açan bir gül vardı.

        Hepsi benziyordu “Hafız’ın kabrinde açan güle.”

        *

        “Bütün bir ömrü yaşadık duygusu... Sende de var mı?” diye soruyor Vüs’at O. Bener.

        Ne yaman soru değil mi?

        Sahiden kim biliyor bu sorunun cevabını?

        Biz “hep yanılgı ve yenilgilerden oluştuğu(muz) için yaşayabilen(leriz)...”

        O yüzden bir cevap bulamıyoruz bu soruya.

        Diğer Yazılar