Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Zamanı dipsiz bir kuyu; insanı o kuyuya inen ipe sarılmış da onun dibini bulmak üzere aşağı doğru bir yolculuğa çıkmış telaşlı bir yolcu farz edersek eğer, yolculuğun zahmetini, zamanın dibini bulmanın beyhude bir çaba olduğunu hatırlatmadan önce, yolculuğunun her aşamasında karşılaştığı şeylerin, bir önceki aşamadan o aşamaya gelmiş olan eski biçimlerden değişmiş yeni biçimler olduğunu hatırlatmamız gerekir her şeyden önce ona.

        Aksi taktirde “modernden” “ilkele” doğru bir yolculuk yaptığını sanır. İlk karşılaştıklarına “yeni” diye selam verip, sonradan yoluna çıkanlara “eski” diye burun kıvırabilir veya “eskiye” özlem duyup “yeniye” sırtını dönebilir.

        O yüzden siz siz olun ne eskiyi, ne de yeniyi yüceltmeyin veya yerin dibine batırmayın. Çünkü “yeni” diye bildiğimiz her şey “eskinin” biçim değiştirmiş yeni halidir.

        O yüzen özgün bir şey yoktur kainatta, aramayın!

        Bu her şeyde böyledir, edebiyatta da, sanatta da, siyasette de...

        Özgün, otantik diye bizi sevindiren, bizi heyecanlandıran şeyler, eski biçimden değişmiş, yaratıcısının ona verdiği yeni bir biçimdir.

        Edebiyatta bunu yazarın zekası, yazma yeteneği, kısacası ne kadar velut olduğu belirler.

        REKLAM

        Eski biçimlere kendi muhayyilesinin sınırlarını zorlayarak yeni bir şey ekler iyi yazar. Bu eklediği şey o zamana kadar başkasının aklına gelmediği için de şimdiye dek söylenen şeylerin içinde hemen öne çıkar, kendine mahsus bir yer edinir, orada parlar.

        Roman denilen burjuvazinin muazzam buluşu, eski hikayelerin başka türlü söylenmesidir aslında. Kahramanların fiziksel yapıları, karşılıklı duruşları, çatışmaları, psikolojileri eskinin tek düze, düz bir çizgide ilerleyen, köşeleri kıvrımları az, sığ sularda yüzen hikayelerine eklenince yeni bir tür doğdu. Bu tür o zamana kadar anlatılan bileği bükülmez, bir kılıç darbesiyle onlarca kişiyi deviren, surlara tırmanan, ters ve düz taklalar atabilen, at üstünden ok fırlatıp turnayı gözünden vuran, iyi nişancı, iyi avcı, iyi kılıç sallayan erkek kahramanların; saçları şelale, gözleri sürmeli, yanakları elma, dudakları kiraz, bir bakışı cihana bedel, salım salım giderken endamı nefes kesen güzeller güzeli prenseslerin yanına kusurları olan, kambur, dili lal, düzgün yürüyemeyen, kekeme, silahtan korkan, çirkin, kusurlu, silaha tapan, ana baba katili, acımasız, iyi yürekli, tecavüzcü, bilgin, başkası için de kendini feda edebilen, içinde iyiliği de, merhameti de, kötülüğü de, zalimliği de barındıran karmaşık sıradan bireyleri aldı.

        O zamana kadar anlatılmaya değer bulunmayan hayatlar romanla birlikte bir anda kıymete bindi.

        Yani aslında hepimizin hayatları...

        Ama işte her hayattan roman olmuyor ne yazık ki. O yüzden “benim hayatım roman” klişesi hep klişe olarak kaldı. Bir hayatın bir roman olabilmesi; o tekdüze, bir aks üzerinde yürüyen, sıkıcı, rutin hayata bir yaratıcının kaleminin değmesi, ona kavisler çizmesi, onu yaşayan bireyin bile aklına gelmeyen bir karmaşanın, bir çatışmanın içine sokmasıyla mümkündür.

        Sanatın, edebiyatın dışına çıkın, kainatta bizi biz yapan, yarattığımız ne kadar “yeni” şey varsa hepsinin geçmişine bakın, tümünde böylesine bir evrim süreci göreceksiniz.

        REKLAM

        Bazen “yeni” denilen şey “eskinin” yanına bile yaklaşamıyor... Misal, göğe doğru yükselen bir gökdelenin Mısır piramitleriyle boy ölçmesi mümkün mü sizce?

        *

        Yazının burasında bu soruyu sordum ve durdum. Amacım, memleketimizde bütün zamanların en büyük klişelerinden birisi olan, en akıllımızdan en ümmimize herkesin tekrarlamaktan bıkmadığı “nerede o eski bayramlar” klişesine dair bir şeyler yazmaktı aslında. Yazının dalgaları sürükledi beni; “Eski bayramlar diye bir şey yoktur”un kıyısına getirip bıraktı!

        *

        Evet hep özlediğimiz, burnumuzda tüten eski bayramlar diye bir şey yok; çocukluk diye bir şey vardır.

        Mesela Ahmet Rasim’in 1928 yılında yazdığı bir yazının başlığı “Nerede o eski bayramlar”dır. “Şehir mektupçusu”nun bu yazısından bugüne geçen yüz yılda Türk matbuatında sanırım binlerce “nerede o eski bayramlar” yazısı yazıldı, hala yazılıyor.

        Zaman bir kuyu, biz de o kuyuya inen bir ipe sarılmış da zamanın dibine ulaşmak isteyen bir yolcuysak eğer, zaman boyutunda ne kadar geriye gidersek gidelim, “eski bayramları”, bırakın bayramları, aradığımız her ne ise onlara ait harabe haline gelmiş bazı yıkıntılardan başka hiçbir şey bulamayacağız.

        Yeni bayramların tümü, eski bayramlardan değişerek kendini bize “yeni” diye yutturan bayramlardır çünkü.

        Değişmeyen tek şey herkesin çocukluğudur.

        Çocukluğumuzda bizi mutlu eden şey her neyse, büyüdüğümüzde ulaşmak istediğiniz tek şey hep o olarak kalır. Sevdiğimiz bütün yemekler, çocukluğumuzda tadı damağımızda kalanlardır. O yüzden herkesin annesi güzel yemek yapar! O şeye, o tada bir daha ulaşamadığımız için de hepsi özlem olur, keder olur, oturur içimize.

        REKLAM

        “Yurttaş Kane”nin ki bir kızaktı mesela...

        Bazılarımızınki ise bir avuç şekerleme, ütülü bir yeşil pantolon, fırfırlı bir etek, bir lunapark gezisi, buzda dönenen bir topaç, pırıl pırıl parlayan bir pabuç, belki de diken batıp patlayan bir plastik toptur.

        *

        “Nerede o eski bayramlar” beyhude bir hayıflanmadır.

        Ama mesela benim oğlum 2070 yılında, aşağı yukarı benim bugünkü yaşımda olacak.

        O gün dönüp bu sene geçirdiği bayrama bakıp da, “nerede 2020’nin bayramı... evden dışarı çıkmadık hiç” diye hayıflanırsa eğer, işte o zaman anlamlı bir cümle kurmuş olacak.

        Bu süre içinde, bu sene geçirdiğimiz Ramazan Bayramı’na benzer bir birkaç bayram daha yaşamazsa eğer İslam alemi -ki inşallah yaşamaz-, Miro’nun hayıflanması çok anlamlı bir hayıflanma olacak o zaman.

        Özlemle mi, yoksa nefretle mi anacak bu bayramı, işte onu bilmiyorum.

        Diğer Yazılar