Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ölüm; Attila İlhan’ın demesiyle, “sisli bir yağmur gibi çiselemeye” başlamamıştı henüz dünyanın üzerine. Ama kara bulutlar kaplamıştı semayı, yüklüydü bulutlar, çok değil dört ay sonra 1 Eylül 1939’da uğursuz kara bir kartal kanat çırpmaya başlayacak o semada, o anın şiirini Attila İlhan şöyle yazdı:

        toplar yine uğulduyor uzaktan uzağa

        gece sakin dağlar taşlar dinliyor

        ay ölmüş bulutların düşmüş kucağına

        bir kartal kanat açmış vistül’e doğru

        uçuyor işgal edip hür havaları

        gölgesi uzamış polonya toprağına.

        *

        Adolf Hitler’in doğum günü şenlikleri bir gün önceden başlamıştı. 20 Nisan 1939 günü Führer 50 yaşına giriyordu. Daha önce de doğum günleri kutlanmıştı, onun her doğum günü birer “Alman Bayramı”ydı zaten bu ülkede, ama o gün çok, ama çok özel bir gündü. Şaka değil, yarım asrı deviriyordu Führer; zaten pimpirikliydi, aileden herkes çok az yaşamış, annesi babası çok küçükken ölmüştü, bu yüzden ölümden it gibi korkuyordu, kronik evhamdan mustaripti.

        O Tanrı’nın bir elçisiydi, vazifeli olarak seçilip gönderilmişti bu dünyaya, fazla yaşamayacağına biliyordu, bundandır her şeyi bir an önce yapmak istiyordu, acelesi vardı; 50. yaş günü bu yüzden bir dönüm noktasıydı.

        Kutlama Komitesi’nin başında akıl hocası, çığırtkanı, tarihin gördüğü en büyük propaganda dâhisi Dr. Josef Goebbels vardı.

        Kutlamalar 19 Nisan günü akşam saat beşte başladı. Führer’in geçeceği yol boyunca kalabalıklar belli bir düzen içinde birikmiş, alevli meşaleler ve devasa Nazi bayrakları yolları, şehrin her yanını süslemişti. Boş yolun sonunda Brandenburg kapısında bir adam tek başına Hitler’i bekliyordu. Bu onun yanından hiç ayrılmayan baş mimarı Albert Speer’di.

        *

        Elias Canetti’nin “Sözcüklerin Bilinci” (Sel Yayıncılık) kitabında yazdığına göre Hitler’in “yakın çevresi” şaşılacak kadar yavandır, hepi topu birkaç kişiyle geçirir vaktini. Bunlar da fotoğrafçısı, şoförü, erkek sekreteri, metresi, iki kadın sekreteri, perhiz yemeklerini hazırlayan kadın aşçısı (“Göbekli bir Führer düşünülemez!”) ve hiç kimsenin yerini tutmadığı özel mimarı Albert Speer…

        Sonuncu hariç, hepsi ilkel ihtiyaçlarını karşılamak için seçilmiş kişilerdi ama Speer farklıdır. Onda kendi gençliğini görüyordu. İçinde bir mimar gizliydi. Büyük mimariye duyduğu hayranlık, hayalindeki mimariden de büyüktü.

        Berlin’de yaptıracağı Kupplberg’in (Kubbeli Dağ) tepesinde 290 metre yükseklikte bir kartal yer alacaktı. Bu kainatın gördüğü en devasa yapı olacaktı, ona göre “bu yapı dünyayı pençeleri arasına almış kartalla taçlandırılmalı, 1940 Olimpiyatları son defa Tokyo’da yapılacak, ondan sonra sonsuza dek Almanya’da düzenlenecek”ti.

        En sevdiği kitaplar savaş ve mimarlık kitaplarıydı, bu alandaki bilgisi uzmanları bile şaşırtıyordu. Taştan yapılmamış her şeyden nefret ediyordu. Arkasına saklanamayacağından, bir de kırılabileceğinden camdan yapılmış büyük yapılardan da tiksiniyordu.

        Tanıştıkları ilk gece Speer’in karısına törensel bir edayla şöyle demişti:

        “Eşiniz benim için, dört bin yıldan bu yana eşi görülmemiş yapılar kuracak.”

        Bunları söylerken dört bin yıldan beri ayakta kalmış Mısır piramitleri vardı aklında. O piramitlerden farklı olarak, onlar kadar azametli ama iç mekanları da o kadar büyük olacaktı…

        *

        Hitler’i getiren araba Albert Speer’in yanında durdu, Berlin’deki rezidansa kalan yolu (Reich Chancellery) birlikte gittiler. Rezidansın balkonundan altı kilometre uzunluktaki sırada, ellerinde yanan meşalelerle bekleyen coşkulu kalabalığa hitap etti. Führer Berlinlilere ilk kez yüzünü gösteriyordu.

        Gece yarısına doğru Speer’le birlikte gösterişli rezidansına çekildi. Odanın her tarafı, gelen hediyelerle doluydu. Ama o en çok Speer’in vereceği hediyeyi merak ediyordu.

        Speer herkesten önce, hediyesini ilk takdim eden kişi oldu.

        İkisi birbirini çok iyi tanıyordu. Daha 1925 yılında Hitler Berlin için bir Zafer Anıtı planlamıştı. Bu “Kubbeli Dağ”ın yanı sıra en değer verdiği yapıydı. Bunu bilen Speer onun çizdiği taslağa uygun olarak, Zafer Anıtı’nın yüksekliği 4 metreyi bulan bir maketini yapmış, efendisi Führer’e 50. doğum günü sürprizi olarak getirmişti. Speer hediyeyi verince Führer çok duygulandı, çocuk gibi oldu. Maketin yanında durdu ve hayran gözlerle, sessizlik içinde uzun uzun baktı, orada bulunanlara coşkuyla gösterdi. Fotoğrafçısı o anı, maketin önünde dondurdu; bir hediyenin bir insanı bu kadar etkilendiğine tarihte belki de hiç rastlanmamıştır.

        Hitler ile Speer bu anıt üzerine daha önce çok sohbet etmişlerdi. Yapının yüksekliği 120 metreyi bulacak, böylece Napoleon’nun Paris için yaptırdığı Zafer Anıtı’ndan iki kat yüksek olacaktı. Birinci Cihan Harbi’nde ölen 1.8 milyon Alman’ın şanına yakışan bir anıt olacaktı. Ölenlerin her birinin adı granite kazılacaktı. Amacı savaşın yenilgisini yok sayarak onu bir zafere dönüştürmekti. Napoleon bütün zaferleri için 50 metre yükseklikte bir anıt dikmişti, o ise zaferini iki kat büyüklüğünde bir Zafer Anıtı ile kutlayacaktı. Bu Napoleon’a bir meydan okumaydı. (Zaten her şeyiyle Napoleon’a öykünüyordu. Napoleon Rusya’ya saldırmasaydı, muhtemelen o da saldırmayacaktı.)

        Anıt sonsuza kadar kalacaktı. Bu yüzden sert taştan yapılacaktı.

        Canetti’ye göre, “ama gerçekten daha değerli bir şeyden, adı granite kazılmış 1.8 milyon ölüden” oluşacaktı. Böylece ölüler hem onurlandırılmış hem de yoğun bir biçimde bir araya gelmiş olacaklardı. Bir araya gelerek Hitler’in Zafer Anıtını yaratacaklardı. Bu ölüler, dört ay sonra başlatacağı İkinci Cihan Savaşı'nın değil, kendisinin de katıldığı, üstelik iki kez yaralandığı İlk Savaşın ölüleriydi. Böyle yaparak, o savaşın sonuçlarını ret ettiğini dünyaya duyuracaktı.

        İktidara gelişini bu ölülere borçluydu çünkü.

        *

        Hitler’in Mustafa Kemal Atatürk’e olan hayranlığı da buradan gelir. Birinci Harbin sonunda galip devletler, müttefik olarak girdikleri savaşın sonucunda Osmanlı’ya Sevr, Almanya’ya da Versay’ı dayattı. Mustafa Kemal, Sevr’i kabul etmedi, yırtıp attı ama Almanya boyun eğdi Versay’a, o yenilginin utancı; “ölen öldü, biz büyük bir ulusuz, haydi silkinin, onurumuza sahip çıkalım, eski görkemli günlerimize kavuşalım” diyen bir onbaşıdan Almanya’nın ve dünyanın en güçlü, en korkunç, en zalim, en vahşi diktatörünü yarattı.

        Dolayısıyla Birinci Cihan Harbi’nde 1.8 milyon Alman toprağa düşüp üstüne Versay utancı gelmeseydi, Hitler hiçbir zaman var olmayacaktı. Şimdi Zafer Anıtı’na bu 1.8 milyon ölüyü bir araya getirerek, onlara olan borcunu ödeyecekti.

        *

        Speer’in Zafer Anıtı maketi hediyesinden sonra Hitler, geride kalan odalar dolusu hediyeyle ilgilenmedi bile. Oysa dünyanın her tarafından on binden fazla doğum günü hediyesi gelmişti. Mermer heykeller, tablolar, porselenler, gümüşler, antika silahlar, duvar halıları, nadir sanat eserleri, kıymetli kitaplar, hatta Titian (Tiziano Vecellio isimli İtalyan ressam)’ın bir eseri bile vardır. Hitler için “alelade” olan bu hediyelere şöyle bir baktı, bazılarını sevdi, diğerleriyle de dalga geçti.

        *

        Bu yazıyı yazarken; DergiPark’ta bulduğum ve bu meseleyle ilgili ender kaynaklardan birisi olan “Hitler’in 50. Doğum Günü Kutlamaları” başlıklı makalesinde Tuğba Benli, kutlamalara giden Türk heyetinin Führer’e doğum günü hediyesi olarak ne götürdüğünü yazmaz, (bir Hereke halısı, bir Devrek bastonu, bir Kütahya porselen takımı, bir Siirt battaniyesi, bilemedin şöyle keskin Bursa işi bir kasap bıçağı, olmadı vaktiyle haya burmada ecdadımızın işine çok yaramış antika bir mengene, bilemedin süslü bir ibrik yakışmaz mı Führer’e!) başka yerlerde de rastlamadım ama heyetin Berlin’e gidişi, orada geçirdiği süre, temasları ve memlekete dönüşü hakkında son derece ayrıntılı bilgiler var Benli’nin makalesinde.

        Zira Hitler’in doğum gününe gitmek, ona heyetlerle hediyeler göndermek o sırada birçok devlet için en önemli vazifeydi. Gerek Hitler’in bizzat davetiyle gerek Alman Dışişlerinin resmi çağrısıyla 23 ülkeyi temsilen iki yüzü aşkın kişi katıldı bu doğum gününe.

        Amerika, İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği törene temsilci göndermedi.

        *

        Tuğba Benli’nin araştırmasına göre Nafıa (Bayındırlık) Vekili General Ali Fuat Cebesoy Başkanlığı’ndaki Türk heyeti şu şahsiyetlerden oluşuyordu:

        Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Asım Gündüz, Erzurum Milletvekili General Pertev Demirhan, Ankara Milletvekili Falih Rıfkı Atay, Muğla Milletvekili Yunus Nadi, Sivas Milletvekili Necmettin Sadak ve Çankırı Milletvekili Hüseyin Cahit Yalçın…

        Heyette dört ünlü gazeteci var ancak kimi kaynaklarda yazıldığı gibi bu şahsiyetler “gazeteci kimlikleriyle” değil, Cumhurbaşkanı İnönü tarafından görevlendirilen, 11 Nisan 1939 günü kabul edilen Bakanlar Kurulu kararnamesiyle resmi Türk heyetinin azaları hüviyetiyle yer alıyorlardı heyette.

        Heyet, 15 Nisan gecesi Sirkeci İstasyonu’nda İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar tarafından Berlin’e uğurlandı.

        Çok sonra yazacağı “Perde Aralığında” adlı kitabında Nadir Nadi, “20 Nisan günü Hitler'in ellinci doğum yılı münasebetiyle Berlin’de yapılan kutlama şenliklerinde Türkiye’den de bir heyet davet edilmişti. Genelkurmay İkinci Başkanı General Asım Gündüz’ün başkanlığındaki bu heyete Necmettin Sadak ve Falih Rıfkı Atay’la beraber Hüseyin Cahit Yalçın da katılmıştı,” diyerek babası Yunus Nadi’nin heyetteki yerini özenle gizlemeye çalıştı.

        Türk basını doğum günü şenliklerini çok yakından izledi. Olup bitenler an be an, Babıali basını tarafından büyük bir coşkuyla bütün memlekete duyuruldu.

        Yirmi üç ülkenin temsilcisi için düzenlenen o çay partisi yok mu, işte o partide olan her şeyin hiçbir ayrıntısı kaçırılmadı. Bizim heyet de o partideki yerini almıştı. “Akşam” ve “Yeni Sabah” gazetelerinde çıkan habere göre, çay partisinde Hitler’in o keskin gözleri en çok Türk heyetini aradı ve nihayet buldu. Heyet hemen ona takdim edildi. Nazik Führer bizim heyetteki şahsiyetlerin ellerini teker teker, bir faşiste yakışır sertlikte sıktı, manalı manalı yüzlerine baktı, her birisine ayrı ayrı iltifatlarda bulundu.

        Onlara Atatürk’ten bahsetti, O’na olan hayranlığını açık etti, (oysa Atatürk’ün Hitler’den hiç haz etmediği bilinen bir şeydir!) ve şunları söyledi:

        “Asrın en büyük adamı Atatürk idi. Büyük bir kahraman ve dâhi idi. Türkiye’ye ve Türk milletine karşı hürmet ve muhabbetim çok büyüktür. Zira haksızlığa karşı isyan ederek silaha sarılmak ve muvaffak olmak hususunda bize ilk numuneyi veren Türkiye olmuştur.”

        Gazete haberlerine göre Almanlar yirmi üç ülkenin heyeti arasında en çok bizim heyete ilgi göstermişti. Diğer devlet yetkilileri arasında en büyük iltifatı, geçmişi ve devlet adamı niteliğiyle Ali Fuat Cebesoy görmüştü. (Ali Fuat Cebesoy İstiklal Mahkemesi’nden paçayı zor kurtarmış bir paşadır. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet Paşa, o dönemde gözden düşmüş Atatürk’ün bütün yakın arkadaşları gibi, onun hakkında olumsuz hiçbir şey söylememek koşuluyla hepsinin itibarını iade eder, Cebesoy da o şahsiyetlerden birisidir.)

        *

        Heyet azalarından memlekete ilk dönen Hüseyin Cahit Yalçın oldu. Diğerleri Almanya’nın “muhtelif mıntıkalarında tetkik seyahatlerine” çıktılar. Yalçın, kendisiyle görüşen “Son Posta” Gazetesi muhabirine şunları söyledi:

        “Almanya’da faaliyet içinde çalışıyorlar. Azametli bir askeri geçit resmi gördük. Führer’le de görüştük. Almanya’da yaptığımız temaslardan memnun olarak geri döndük.”

        Daha sonra köşe yazdığı Yeni Sabah’ta Führer’e övgüler yağdırdı ve şunları söyledi:

        “Bütün Almanya’nın pek haklı bir şevk ve heyecan ile Führer’lerini alkışladığı bu tatlı günde, şu kısa siyasi tahlili daha ileriye götürmek ve Almanya’nın hayatında başlayan devreye bahsi geçirmek istemeyiz. Burada duracağız ve silah arkadaşlığı ile kendilerine bağlı olduğumuz milletin bugünkü bayramı karşısında meçhul Alman askerinin kabri önünde duyduğumuz heyecan hâlâ kalbimizde olduğu halde, tebriklerimizi ifade edeceğiz.”

        Heyet üyelerinden Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Asım Gündüz, Alman ordusundaki birçok askerle Alman Harp Akademisi’nde birlikte okumuştu. Berlin’deyken önceden tanıştığı General Keitel ona cepheyi gezdirdi. Gündüz, 30 Nisan’da ekspresle İstanbul’a döndü.

        Berlin’den İstanbul’a dönen Ali Fuat Cebesoy Ankara’ya gitmeden önce Pera Palas Otelinde kendisini ziyaret eden “Son Posta” muhabirine seyahatleriyle ilgili şu bilgiyi verdi:

        “Almanya’ya girişimizde ve orada ikametimizde olduğu kadar, Almanya’yı terk ederken de her taraftan heyetimize karşı gösterilen büyük hüsnükabul ve dostane muameleyi bilhassa kaydetmek ve hakkımızda gösterilen bu duygulardan dolayı müteşekkir olduğumuzu söylemek isterim. Nisan’ın 20’nci günü öğleden sonra Almanya devlet reisi Hitler doğumlarının 50’nci yılını kutlamaya gelen misafirlerini kabul ettikleri sırada, heyetimize karşı hususi bir alaka ve nezaket göstermişler ve sözlerinin arasında milletimize, ebedi şef Atatürk’e ve Millî Şefimiz İsmet İnönü’ye karşı birçok vesilelerle takdirkârlık ve hayranlık duygularını tekrar eylemişlerdir. Şerefli milletimizin ve büyük şeflerimizin yabancı bir memleketin dostluk havası içinde büyük bir devlet reisi ağzından samimi ifadelerle takdiri heyetimizi pek mütehassis etmiştir.”

        Heyet üyelerinden Falih Rıfkı Atay ise izlenimlerini “Ulus” gazetesinde yazarak şunları söyledi:

        “Hitler şüphesiz bir fani vatandaşa milli kahraman vasfı kazandıran bütün hizmetleri yapmıştır. Almanya onun şahsında bütün davalarını tahakkuk ettiren bir şef bulabilmiştir. Zayıf ve mağlup Almanya’nın en karışık, en buhranlı ve en düşük günlerinde bir avuç arkadaşı ile mücadeleye girişen Hitler yalnız kendi milletine siyasi hak müsavatı kazandırmak, yeni bir ordu vücuda getirmek, toprak istiklallerine nihayet vermekle kalmamış, Alman ırki birliğini hemen hemen temin etmiştir.”

        Yazı, Hitler’in her alanda yaptığı yenilikler bol bol övüldükten şöyle sona erer:

        “Bu devirde Almanya’nın gördüğü imar, esasen Avrupa’nın en ileri devletlerinden biri olan bu memleketin manzarasını değiştirecek kadar şümullü olmuştur. Her tarafı donatan yeni yollar şebekesi, zamanımızın harikaları arasında sayılsa yeri vardır. Kendi milleti böyle bir şefin ellinci doğum yıldönümü için ne kadar şenlik yapsa, hiç kimse bunu mübalağalı addedemez.”

        Tuğba Benli makalesinde Necmettin Sadak ve Yunus Nadi’nin gazetelerinde (Cumhuriyet, Akşam) izlenimlerini yazıp yazmadığını belirtmez. Yunus Nadi ve gazetesinin o sıralarda Almanya yakın durduğu, Nazi rejimini desteklediği, yerli Türk faşistlerini de sık sık kışkırttığı bilinen bir gerçektir.

        Uzun yıllar Babıali’de gazete patronluğu, Dışişleri Bakanlığı ve bir ara Galatasaray Spor Kulübü Başkanlığı da yapan Necmettin Sadak ise, zaten “doğuştan” Almancıdır. Nazilerin kendisine bir Mercedes hediye ettiği Babıali’de dolaşan en meşhur dedikodudur. Hatta bu dedikoduya, Türkiye’deki Alman Büyükelçiliği’nin birkaç kez “kumar borçlarını” karşıladığı dedikodusunu bile ekleyenler var. Ancak Hitler düşmana esir düşmemek için bir fare deliğinde kafasına sıkınca; Necmettin Sadak da saf değiştirerek ilk haline, Ziya Gökalp’ın asistanıyken büründüğü solcu sosyoloji hocası pozlarına büründü.

        Albert Speer mi? Savaş sırasında Savaş Bakanı oldu, Yahudileri yok etmektense onları fabrikalarda çalıştırmayı önerdi, insan gücüne ihtiyaçları vardı, erkekler askere alındığı için silah üretimine kadınları koşturdu. Hitler onu intihara ikna edemedi, Nürnberg’te yargılandı, bilfiil yirmi sene yattı, 1 Eylül 1981’de bir hatunun peşinden gittiği Britanya’da sekteyi kalpten öldü.

        *

        Türk heyeti yurda döndükten dört ay sonra 1 Eylül 1939’da Hitler’in orduları Polonya’ya girdi, o anın şiirini Attila İlhan şöyle söyledi:

        “yine indi akşamlar

        duvar diplerinde gözleri bağlı adamlar

        mapusane çeşmesi yandan akıyor yandan

        efkarım var

        çiçekli bir dal gibi dünyamız güzel ama

        kör olmuş gözler kör olmuş ağlamaktan

        harp girdi bir tanem benim kanıma”

        *

        Evet “harp girdi” insanlığın kanına ve dünyanın üzerine “sisli bir yağmur gibi çiselemeye” başladı ölüm.

        Diğer Yazılar