Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bir süre önce yayınlanan “Nazım Hikmet nasıl komünist oldu?” başlıklı yazımın girişinde İstanbul’a giren işgal kuvvetleri komutanı Fransız General Franchet d’Espèrey’nin Galata rıhtımından Fransız Konsolosluğuna giderken bindiği atın beyaz bir at olduğunu söylemiş, aynı cümle içinde atın bir Rum tarafından kendisine tahsis edildiğini ve generalin bu “sembolik beyaz atla” İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed’e adeta nispet yaptığını söylemiştim.

        Meğerse o paragrafta yazdığım her şey uydurmaymış!

        Ne at beyazmış ne onu bir Rum tahsis etmiş ne de Fatih Sultan Mehmed’e bir “gönderme” varmış işin içinde.

        Ama Allah’tan bunların hiç birisini ben uydurmamışım. Meğer tam 61 seneden, yani 1950 yılından beri dünyanın önde gelen anlı şanlı tarihçileri, profesörleri, araştırmacıları benim düştüğüm bu hatayı tekrar edip duruyorlarmış. Yani benim yaptığım hata, aralarında Şevket Süreyya, Falih Rıfkı, Afet İnan, İsmet Giritli, Şerif Mardin, Sina Akşin, Taner Akçam gibi birçok ünlü Türk uzmanın da bulunduğu listenin yanı sıra Bernard Lewis, Lord Kinross, Paul Dumont, Carter Findley, Stefanos Yerasimos, Benjamin Fortna gibi önde gelen beynelmilel uzmanlardan bencileyin amatör yazara da sirayet etmiş.

        İnsanın herkesin tekrarladığı bir “gerçeğin” aslında tarihi bir “uydurma” olduğunu öğrenmesi ne kadar eğlenceli bir şey anlatamam!

        *

        Yazım yayınlandıktan sonra; son yıllarda “Latife Hanım”, “Halide Edip” ve “Mustafa Kemal Atatürk” üzerine çok önemli üç biyografi çalışmasına imza atmış olan arkadaşım İpek Çalışlar bir makale gönderdi bana. İpek Çalışlar, yakın dönem tarihini iyi incelemiş bir gazeteci-yazardır. Çok şey okumuş, okuyor. Arada bir başım sıkıştığında arar bilgi sorarım, ondan gelen makaleyi hemen açtım.

        Makale “Toplumsal Tarih” dergisinde Eylül 2015’te yayınlanmış. Yaşayan kıymetli tarihçilerden Edhem Eldem’in yazdığı makale, “Tarihte Gerçek Konusunda Küçük Bir Araştırma: İstanbul’un Beyaz Atlı Fatihi” başlığını taşıyor.

        İşin doğrusu o yazıyı yazarken bu makale bir yerlerde karşıma çıktı. Çok uzun bir makale olduğu için hepsini okumadım, şöyle bir göz gezdirdim, atın beyaz olmadığını öğrendikten sonra kaynak olarak Lord Kinross’u gösteren bir cümle kurdum, sonra ne olduysa o cümleden vazgeçtim, cümleden söz konusu ismi atarak herkesin tekrarladığı o meşhur “uydurma” bilgiyi ben de tekrarlamış oldum. Açıkçası cümlenin içinde “beyaz at” geçen hali bana daha görkemli, daha şiirsel geldi, ona kandım galiba.

        Madem İpek Çalışlar göndermiş, bir bildiği var dedim, oturdum makaleyi baştan sona büyük bir dikkat ve zevkle okudum.

        Meğer bambaşka bir hikaye varmış işin içinde.

        *

        Peşinen söyleyelim; Eldem’in makalesinden sonra kesin olan bir şey var; 8 Şubat 1919 Cumartesi günü İstanbul’a giren işgal kuvveleri komutanı Fransız General Franchet d’Espèrey’nin Galata rıhtımında binip İstiklal Caddesi’nden geçerek Fransız Konsolosluğuna giderken bindiği atın rengi beyaz değil, doru, yani koyu kızılmış. Peki ne olmuş da koyu renkli olan at aniden don değiştirerek beyaza bürünmüş?

        Eldem’e göre atın beyaz bir at olduğuna ilk söyleyen kişi İsmail Hami Danişmend’tir. Danişmend muhafazakar bir tarihçidir; Eldem’in deyimiyle “gayrimüslimlerden, yabancılardan, Jön Türkler’den, İttihatçılardan ve Abdülhamid’e dil uzatanlardan” pek haz etmiyor. Bu beyaz atı; onu generale tahsis eden Rum’u ve Fatih referansını bayıla bayıla ilk o anlatmış “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi” isimli eserinde.

        Bu hikayeyi anlattığı tarih 1950… O günden itibaren bu hadise üzerine yazılan 60’a yakın eser tespit etmiş Eldem, biri hariç yerli yabancı, muhafazakar-laik tarihçi ve araştırmacıların hepsi atın beyaz olduğundan hemfikir.

        Beyaz atın güçlü bir simge olduğu aşikar.

        Bu yazarlardan 20’si beyaz atı Roma’dan mülhem bir zafer veya fetihle özdeşleştirmiş. 34’üne göre beyaz at seçilerek Fatih Sultan Mehmed’e öykünülmüş, 14 yazara göre ise at bir Rum’un hediyesiymiş. İçlerinden 17 yazara göre ise “fetih alayı” İstanbul sokaklarından geçerken gayrimüslimler tarafından çılgınca alkışlanmış. Bendeki kaynaklarda da özellikle Philip Mansel (“Konstantinopolis, Dünyanın Arzuladığı Şehir, 1453-1924) İstanbul’daki bütün kiliselerde aynı anda çalınan çanlardan da bahseder ki bunu bende yazımda belirttim.

        *

        Franchet d’Espèrey belki de aklında hiç Roma, Fatih Sultan Mehmed yokken sıradan bir hareketle boz atına atlayıp Konsolosluğa doğru giderken, şehirde onun bu “geçit resmini”seyreden iki kesim var. Bir tarafı oluşturan Müslümanlar ki, gavurun at nallarının çiğnediği mukaddes payitahtının düştüğü duruma bakıp içi yanıyor -ki Süleyman Nazif “Kara Bir Gün” adlı meşhur makalesini bu sırada yazar-; diğer tarafta gayrimüslimler -ki büyük çoğunluğunu Rum ve Ermeniler oluşturuyor- onlar da Eldem’in deyimiyle “kurtuluşlarını kutladıklarını” düşünüyorlar. Türkler için oldukça onur kırıcı bir gün olan o günü anlatan Türk tarihçisi şöyle düşünmüş olmalı; madem Fatih Bizans’a beyaz bir atla girmişti, (Eldem’e göre Fatih’in “beyaz atı” da muhtemelen uydurulmuş bir efsanedir!) o halde İstanbul düşerken buraya girecek “gavur fatih” de beyaz ata binecekti, salak değildi ya.

        Edhem Eldem, makalesinde özetle şunları söylüyor:

        “Franchet d’Espèrey’nin beyaz atı, Türk milliyetçi tarih kurgularının gücünü ve duyarsızlığını bir kez daha ortaya koyan ilginç bir örnektir. Bu hikâye, bir taraftan bir hezimeti mazlumiyete çevirirken hafifletmeye çalışmakta, diğer taraftan da gayrimüslimlerin sevincinin muhtemel nedenlerini en ufak bir şekilde kaale almadan sadece özlerindeki hıyanetlerine bağlayarak, İttihat ve Terakki döneminde başlanan ve ileride Cumhuriyet’le nihayet bulacak olan homojen ulus idealinin bir müdafaasını oluşturmaktadır.”

        Demek ki neymiş, bu “beyaz at” kurgusu, “hezimeti mazlumiyete çevirme girişiminden” başka bir şey değilmiş.

        *

        Ha, İttihatçıların basiretsizliği ve çapsızlığı İstanbul’un işgalini getirdiğinde Müslümanların üzüldüğü kadar, gayrimüslimler de kuşkusuz bir o kadar sevinmiştir. Yaptıkları ilk iş, camilere Yunan bayrağını asmak olmuş (genç Nazım Hikmet gibilerine de o durumun şiirini yazmak düşmüş), beş yüz sene sonra İstanbul’un tekrar “dindaşlarının” eline geçmesini bir bayram havası içinde kutlamışlar.

        Ben söylemiyorum Bergson söylüyor; fırsatını bulmasın “mazlum iktidara geldiği an en az zalim kadar zalimleşir”, bu tarih boyunca hep böyle olmuştur.

        O günlerde Türklerin cephesinde yaşananlarla ilgili olarak Refik Halit Karay “Bir Ömür Boyunca” adlı hatıratında hoş bir hikaye anlatır ki şöyle:

        *

        Üstat mütareke sırasında “Aydede”yi; Necmettin Sadak, Falih Rıfkı, Kazım Şinasi ve Ali Naci (Karacan) de “Akşam” gazetesini çıkarıyorlar. Hepsi yakın dosttur. Refik Halit başarılara sevinen bir muarrız, yani muhalif; diğerleri de şiddetli Kuvayı Milliye taraftarları… Hepsi Büyükada’da oturuyorlar, ikindi üzeri bir vapur var, hep birlikte koşuyorlar, vapur kaçıyor, yetişemiyorlar.

        Sonraki vapura daha çok var, haydi ne yapalım derken Karaköy’de bir birahanede bira içmeye karar veriyorlar. O sırada nerden katıldıysa aralarına “Servet-i Fünun” sahibi Ahmet İhsan da karışıyor, hep birlikte cümbür cemaat daha önce bildikleri, “şişman, iriyarı, domuz kasabı denilerek tarif edilen” bir Rum’un meyhanesine dalıyorlar.

        İşyerleri henüz açık olduğu için içerisi tenha. Dar sokağa bakan bir masaya kuruluyor, bira ve meze ısmarlıyorlar. Bakışlarından belli, meyhaneci gelenlerden haz etmiyor, üstadın demesiyle, “domuz kasabı, domuzuna düşman Türklere!” Garsonlar da işlerini ağırdan alıyor, her halleri mırın kırın yani...

        Sanki o salaş meyhaneye, kılık kıyafeti pejmürde, o nezih mekana uygun olmayan serseriler dalmış gibi, öyle bir muamele görüyorlar. Halbuki hepsinin üstü başı fiyakalı, iki dirhem bir çekirdek… Aldırmazlığa vururlar. O günlerde böylesi vakalarla çok sık karşılaşılıyordu İstanbul’da, aldırış etmemeyi öğrenmişler.

        O sırada sokakta bir midyeci geçiyor, canları çekiyor, garsondan bir tabak istiyorlar. Vay sen misin bu nezih müesseseye dışarıdan pis yiyecek getirmek isteyen? Şişman bedeninden beklenmeyen bir atiklikle önlerine dikiliyor, açıyor ağzını yumuyor gözünü meyhaneci… Burası Bomonti Bahçesi miymiş ki dışarıdan meze getirtiyorsunuz? Sizin gibiler ancak oraya layıktır, böylesi kibar yerlerde ne işiniz var, derhal burayı terk edip gidin layık olduğunuz yere, ne olacak Türk değil misiniz!

        Susuyorlar. Bekliyorlar. Zılgıtı yiyince yavaş yavaş toparlanıp kös kös çıkıyorlar meyhaneden.

        Peki neden böyle davranıyorlar? Direnip kavga çıkarırlarsa -ki meyhaneci de bunu istiyor-, lokantasında beleş yiyip içen İngiliz polisini çağıracak, hepsi hapishane olarak kullanılan “İstanbul Hanı”nı boylayacak. Kullandıkları Ermeni ajanlardan yiyecekleri dayak da cabası...

        Bunları göze alamıyorlar.

        Berbat, perişan bir halde, kin ve garez içinde kendilerini sokağa zor atıyorlar.

        Refik Halit hariç, ekibin diğer elemanları çok değil birkaç sene sonra Ankara hükümetinde çok önemli görevlere gelirler. Hepsi yeni idarenin sivrilmiş şahsiyetleri, mebusları ve mesulleri mertebesine yükselirler. Refik Halit’e göre bu olayı çabuk unuturlar. O gariban meyhaneci kimdi ki onunla uğraşsınlar!

        O Rum meyhaneci ise memlekette yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak kalır. Meyhanesini Tepebaşı’na taşır, ünlenir, yeni yeri onun adıyla bilinen (Refik Halit lokantanın adını vermiyor) meşhur bir lokanta olur çıkar.

        Refik Halit ise muhalifliğinden dolayı yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlığından çıkartılır, 150’likler listesine girer, 16 yıl falan sürgünde kalır, Atatürk’ün zoruyla çıkarılan bir afla Kemalistler ıkına sıkına onu yeniden zar zor vatandaşlığa alırlar.

        On altı yıl süren sürgünlüğünden sonra yurda dönünce tekrar o meyhaneye gitmek ister üstat ama tam o sırada ünlü Rum meyhanecinin ölüm haberini okur bir gazetede.

        *

        İstanbul’un işgaline sevinen Rum ve Ermenilerin; işgalden sonra İstanbul tekrar eski haline kavuşunca bu kez yaşadıkları hikayeler de en az Refik Halit ve arkadaşlarının işgal sırasında başına gelenler kadar onur kırıcı olsa gerek. Sadece onur kırıcı mı? Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül hadiselerine bakın, ne demek istediğim daha iyi anlarsınız sanırım.

        Diğer Yazılar