Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Nişantaşı Parkı’nın içinden geçerek Harbiye’deki Askeri Müze’ye doğru giderken kafamın içinde; birkaç gün önce uzak bir Akdeniz şehrinde, Torosların tepesinde bir yayla evinde, önümüzde sonsuzluğa uzanan geniş ufkunun içinde kaybolmuş aleme bakarak sohbet ederken ev sahibi arkadaşımla, evde çalışan bir Gürcü kadının kahveleri getirdikten sonra ayak üstü anlattığı o tuhaf hikaye vardı.

        Günlerdir o hikayeyi düşünüyorum. Gürcü kadın, memleketinden bahsediyordu fırsat buldukça. Konuşkandı, sohbeti seviyordu, Stalin’e hâlâ aşkla bağlıydı. Söz nasıl oraya geldi bilmiyorum, kadın o tuhaf ressamın hikayesini anlattı konuştuklarımıza kulak misafiri olunca.

        Hikaye şöyle:

        İşi gücü kiliselerde duvar resimleri, melek tasvirleri, aziz suretleri yapmak olan bir ressam varmış bir vakitler Gürcistan’da. Ressam oralarda herkesin bildiği meşhur bir sanatkarmış… Her resim işine o koşuyormuş. Hangi kilisede bir tasvir bozulsa, hangi yeni kilisede bir resim işi olsa onu çağırıyorlar. O da gidiyor, birbirinden güzel melek tasvirleri, aziz suretleri çizip dindarları mutlu ediyormuş. Ama yaptığı işte bir süre sonra bir tuhaflık sezmişler. Yaptığı iş güzel güzel olmasına da resimlerim hepsinde aynı yüz varmış! Bunu kim tespit etmiş, ilk kimin dikkatini çekmiş bu durum bilinmiyor ama dikkatli gözler, ressamın yaptığı bütün işlerde aynı yüzü çizdiğini hemen fark etmiş bir süre sonra. Çizdiği yüz de kendi yüzüymüş!

        REKLAM

        Bunu yaparken kendini meleklerin yerine mi koymuş, olmadı kendini aziz mertebesine mi ulaştırmak istemiş bilinmez, ama memleketin bütün kiliselerinde meleklerin, azizlerin, hatta bazı yerlerde Meryem'in bile yüzü yerine kendi suretini teşhir etmiş uyanık ressam.

        Böyle bir “sahtekarlığın” Hıristiyan inancında cezası var mı, varsa nasıl bir cezadır bilmem ama ressamın bu “had bilmezliği” ortaya çıkınca, Stalin ajanları alıp onu kurşuna dizmişler.

        O Gürcü kadından bu hikayeyi duyduğumdan beri durup durup aklıma geliyor hikaye olmadık zamanlarda.

        *

        Aklımda yine bu hikaye, Valikonağı Caddesi’nde yönüm Taksim’e dönük yürürken Harbiye Askeri Müzesi’nin önünde durdum. Vakti zamanında, tutukladıkları 50 Kürt aydınından birisi şimdi müze olan bu eski hapishanede ölünce tarihe “49’lar olayı” olarak geçen hadise üzerine düşünmeyi bir tarafa bırakarak, Mahmut Şevket Paşa’ya gitti aklım bir anda.

        Biliyordum; 11 Haziran 1913’te suikasta uğrayan Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın içinde öldürüldüğü otomobil ile yakalanıp asılan katillerinin tabancaları ve mermileri bu müzede sergileniyor uzun yıllardan beri.

        Mahmut Şevket Paşa tam 4 ay 19 gün Sadrazamlık yaptı. İçinde öldürüldüğü otomobil, tarihte bir Sadrazam’a yani Başbakana tahsis edilen memleketimizin ilk makam otomobiliydi. İlk makam otomobiline binen bu ülkenin başbakanı o otomobilin içinde öldürüldü. Bazıları otomobil zırhlıydı diyor, doğru mu bilmiyorum ama zaten katiller uzaktan ateş etmediler.

        *

        Tesadüfe bakın ki, gece yatmadan önce, bir hayli geç bir saatte, hapishaneden bir süre önce çıkmış olan romancı Ahmet Altan’la Yasemin Çongar’ın yaptığı uzun mülakatı seyretmiş, öyle girmiştim yatağa. Ahmet Altan hapishanede kaldığı beş sene zarfında birkaç kitap yazmış. Bunlardan ikisi de romanmış… O kitaplar dünyanın birçok dilinde yayınlanmış ama henüz kendi ülkesinde, anadilinde çıkmamışlar okur karşısına. Yazdığı iki romandan birisinin adı “Zar”mış. “Zar”ın başkahramanı da Kumarbaz Ziya’ymış.

        REKLAM

        Roman Mahmut Şevket Paşa Suikastı üzerine kurulu ama esasında bir kumarbazın hikayesiymiş… Bu suikasta tetikçi olarak katılmış Kumarbaz Ziya, kardeşi Hakkı’yla aynı çeteye mensuplarmış. Ayrıntılarını roman memleketimizde de basıldığında okuyacağız ama Ahmet Altan’ın anlattığına göre bu romanda bir kumarbazı anlatmayı bir yazarlık hüneri olarak koymuş önüne. Zira bazı mevzuları bazı yazarlar bitirmişler. Dostoyevski’den sonra “Kumarbaz”ın dünyasına girmeye çalışmak, “Madam Bovary”den sonra “aldatmanın” romanını yazmaya benzer. Ne yazarsan yaz eksik, ne yazarsan yaz bir şeyler fazla gelecek! Ama işte bazen bir büyük yazarla “aşık atmaya” kalkışmak, yazı dünyasında bir külhanbeyi edasıyla dalan bazı yazarların yazı masasına zar atmalarına benzer. Bakalım Ahmet Altan’ın “Zar”ı nasıl gelecek, doğrusu çok merak ediyorum.

        *

        “31 Mart Vakası”ndan sonra İstanbul’a giren Hareket Ordusu’nun komutanı, gündüz gözüyle İttihatçıların Babıali’yi basarak yönetimi ele geçirmeleri üzerine Sadrazamlığa getirdikleri Mahmut Şevket Paşa’yı öldürmekle muhalifler neyi amaçlıyordu bugün de tam anlamıyla net değildir ama her siyasi suikastte olduğu gibi, o suikast onu yapanlardan çok karşıtlarının işine yarar.

        Paşa’nın öldürülmesi, İttihatçılara ilaç gibi gelir. Hem birçok muhaliften kurtulurlar bu vesileyle hem de uzun bir süreden beri gelmek istedikleri iktidara, günün moda deyimiyle "çökerler".

        Osmanlıyı batıran İttihatçı üçlü, o sırada değil memleket idaresini yürütmek, mühim bir devlet görevi teslim edilmeyecek kadar tıfıl delikanlılardı. En yaşlıları Talat’tı, 39 yaşındaydı, Cemal Paşa 37, Enver 32 yaşındaydı. Attila İlhan’ın deyimiyle “biber bıyıklarını” bura bura koca imparatorluğun canına okudular.

        *

        İttihatçılar Sadrazam’ın öldürüleceği istihbaratını almışlardı. Hatta suikast günü daha sonra paşa unvanını alacak olan İstanbul Muhafızı Cemal Bey Harbiye Nezareti’ne gitmiş, bizzat Mahmut Şevket Paşa’ya muhtemel bir suikastın haberini vermişti. Hatta böyle bir suikast girişimi karşısında tutuklanacak muhalif gazeteci ve yazarların listesini bile hazırlamıştı. Her melanetin arkasında “yazar parmağı” arayan devlet geleneği o zaman da revaçtaydı.

        Mahmut Şevket Paşa, Cemal Bey’i dinlemedi. Etrafındaki muhafız sayısını arttırmaya yanaşmadı, sadece şunları söyledi emniyet müdürüne:

        REKLAM

        “Adam sen de… iş olacağına varır. Ne yapalım, Elhükmüllillah.”

        *

        İsmail Hami Danişmend, “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi”nin 4. cildinde hadiseyi an be an şöyle anlatır:

        Mahmut Şevket Paşa, her zamanki saatte, saat 11’de Babıali’ye gitmek üzere, bugünkü İstanbul Üniversitesi binası olan Harbiye Nezaretinden ayrıldı. Arabası Beyazıt Meydanı’ndan geçerek Divanyolu’na girdi. Saka Çeşmesi civarında otomobili durdu. Saraylı Hanım adında bir kadın vefat etmişti, onun cenaze alayı geçiyordu oradan. Arabada ondan başka seryaveri Eşref ve Bahriye Mülazım-ı Evveli Yaver İbrahim Beyler ile uşağı Kazım Ağa ve şoför İsmail Hakkı vardı.

        Az ötelerinde bir otomobil bozulmuş da tamir ediliyormuş gibi duruyordu. Kalabalık katil sürüsünün bir kısmı arabanın içinde bir kısmı da etrafındaydı.

        Sadrazam’ın otomobili durur durmaz, pencereden uzanan bir el Paşa’ya kurşun sıkmaya başladı. Aynı anda Topal Tevfik, Kumarbaz Ziya, Nazmi, Şevki, Mehmet Ali, Abdullah Safa, Abdurrahman ve şoförleri Cevat de silahlarını konuşturmaya başladılar. İlk mermi Mahmut Şevket Paşa’nın sağ yanağından girdi, ikinci ve üçüncü kurşunlar da yaver İbrahim Bey’e isabet etti, yaver oracıkta can verdi. Kazım Ağa hemen otomobilden çıkarak karşılık verdi, birkaç mermi yedi. Eşref Bey ile şoför İsmail Hakkı yara almadı. Topal Tevfik hızlıca otomobilin basamağına atladı. Pencereden Paşa’nın kafasına arka arkaya dört el ateş etti, beynini parçaladı.

        Katil sürüsü arabaya binerek hızlıca oradan uzaklaştı, Topal Tevfik arabaya binmeye fırsat bulamadı, yayan kaçmaya başladı.

        REKLAM

        Paşa hemen Harbiye Nezareti’ne geri götürüldü. Burada bir saat bilinci kapalı kaldı, sonra innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn…

        *

        Danişmend’e göre hadise bir “etki-tepki” meselesiydi. “Men dakka dukka” veya “etme bulma dünyas”ı… İttihatçılar, dünya darbeler tarihinde yaşanmamış bir tuhaflıkla gündüz gözüyle Babıali’yi basarak iktidarı ele geçirmişlerdi, muhaliflerine kalan da aynı yöntemle onlara karşı durmak… Onlara onların metotlarıyla mukabele etmek… Aynı kitaptaki şu yorum da Danişmend’indir:

        “Şiddet şiddetle ve kan da kanla karşılanır. Tabiatın da, tarihin de kanunu böyledir. ‘Su testisi su yolunda kırılır’ darbımeseli bu ezeli ve ebedi hakikatin amiyane bir ifadesinden başka bir şey değildir. Kanla, baskınla, çetecilikle ve zorbalıkla kabine devirmek usulünü İttihatçılar icat etmiş oldukları için, muhaliflerin de kendilerine aynı silahla mukabele etmeleri pek tabiidir.”

        *

        Katilleri yakalamak için bir sürek avı başladı. İlk yakalanan Topal Tevfik oldu. Bir polis onu takip etti, topallıyordu, Gedikpaşa’da sığındığı bir kadın tuvaletinde silahı ve kalan mermileriyle yakayı ele verdi.

        En son yakalanan ise, Ahmet Altan’ın henüz okumadığımız “Zar” romanının baş kahramanı Kumarbaz Ziya oldu.

        *

        İttihatçıları iktidarın mutlak sahibi yapan Sait Halim Paşa Kabinesi 17 Haziran 1913’te kuruldu. Talat Paşa Dahiliye Nazırı oldu ve ne olduysa ondan sonra oldu.

        *

        23 Haziran 1913 günü Beyazıt Meydanı’na darağaçları kuruldu.

        Sabaha karşı saat 03:20’de beyaz idam gömlekleri giydirilmiş mahkumlar süngülü askerlerin arasında meydana getirildi. İdam sehpaları eğri bir hat üzerinde kurulmuşlardı. Şafak sökerken idam fermanları okunmaya başlandı. Önce Kazım çıkartıldı sehpaya. Ardından sağ yanındaki Hakkı’ya sıra geldi. Salih Paşa’dan sonra sıra Ahmet Altan’ın roman kahramanı Kumarbaz Ziya’ya geldi. Sonra da Mehmet Ali, Muhip, Miralay Fuat, Topal Tevfik ve Şevki, jandarma Kemal ve Şoför Cevat…

        REKLAM

        Hepsinin işi yirmi dakikada bitirildi.

        *

        Toroslar’da Gürcü kadından dinlediğim "uyanık" ressamın yaptığı gibi; Mahmut Şevket Paşa suikastının çok öncesinden bugüne kadar siyasi hayatımızın resmini çizenler sanki hep aynı manzarayı çizip duruyorlar bıkmadan. Resme dikkatlice bakanlar, hemen hemen bütün resimlerde pis pis sırıtarak bakan aynı yüzü görüyor.

        İşin ilginç yanı bunu hiç kimsenin fark etmemesi, fark etse bile bunu umursamamasıdır.

        Diğer Yazılar