Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Gittiğim her şehre yanımda oraları görmüş bir iki şair götürürüm. O şairlerin çoğu benden önce gitmişler zaten o şehre; bu da işimi kolaylaştırır.

        Van’a gelirken Edip Cansever ile Ahmed Arif vardı yanımda. Edip Cansever’in “Su Altında Kanat Çırpan Üveyik” şiiri ile Ahmed Arif’in “Otuz Üç Kurşun” şiirlerini aşırmıştım şairlerin külliyatından.

        “Hayatımda denizi ilk defa gördüğüm” şehir olduğu için Van’a, “ufkumu genişleten şehir” diyorum. Bu yüzden her gelişimde ona sunmak üzere bir kırba minnet getiriyorum yanımda. Bu sefer de öyle yaptım.

        Üveyikin bir diğer adı dağ güvercinidir. Ahmed Arif’in “firari güvercin” dediği kuş bu kuştur işte. Eti pek lezzetlidir. Avcıların yoluna çıkmaya görsün… Zariftir. Ekili ovalarda, ormanların ovalara yakın eteklerinde gezinir. Siyah bir leke dövme gibi durur boynunda. Usul usul yürür. Kurumuş ağaç dallarına tünemeyi sever. Kumrugillerdendir.

        *

        Bu şehre geldi mi Edip Cansever bilmiyorum. Şiirini “İyi geceler sana da/Oğlum motoru ısıt/İyi geceler Van/Yolumuz bir başka Van'a,/Kars'a” dizeleriyle bitirdiğine göre gelmiş sayıyorum onu buraya. (Hem gelmemiş olsa ne yazar, Puşkin “Bahçesaray Çeşmesini” yazdığında Hansaray’a gitmiş miydi ki?)

        *

        Ben ilk defa Van Gölü’nü; Hakkari’den bu şehre aksıra tıksıra, ittire kaktıra, bağıra çağıra gelen bir eski zaman otobüsünün içinde Kurubaş Geçidinde görmüştüm. Bu kadar su buraya nasıl gelmiş diye şaşırmış, nutkum tutulmuştu. Aklıma “üveyik” falan gelmedi o anda, hem üveyik diye bir kuş bilmiyordum ki. O zamana kadar ufuk hep dağdı benim için. Bu yüzden “deniz” beni şaşırttı. Ufkun deniz halini görmüş bir şair, benim deniz sandığım gölü gördüğünde şaşırmaz, yapacağı ilk şey o gölün sularına bir üveyik daldırıp, ona “su altından kanat çırptırmak” olur.

        Belli ki şair, Van’a Tatvan’dan feribotla gelmiş veya böyle hayal etmiş. Ve “Tatvan’a giden vapur bir de/Ekler bütün hüzünlere/Bir sabah bir Van hüznünün özgünlüğünü”. Ses kuşatmış etrafını şairin, “Bir çift Van sesi/Van’ın doğurgan sesi/Bin çift nar düşürülmüş gibi dalından/Bu onun sesi/Sessizce yağan karda nar sesi.”

        “Su altında kanat çırpan üveyik”, kendi resmini çizer, “düşünde kendini görür”, şaire göre Van’da anmak, anılmak “üveyiktir”, “üveyiktir sanırım üvey kardeşi.” “Dağ yollarında yalnız gezen çeşmeler” vardır bu şehirde, “suyu eşkıya soluğu/akışı aralıksız nal sesi”.

        Bundan sonra tarihe dalar şair. Asur hüznüne, Bizans gözlerine, gelen “eski bir habercinin” yolunu gözler bu şehirde.

        “Kapamam gözlerimi, kapamam

        Korkarım kapayınca bir başka şehirde uyursam”

        *

        Üveyik hep yanındadır. Suyun altından çıkar üveyik, yağmurda yıkar yüzünü. Ormanlar, sis yüklü kamyonlar, atların yükü hep hüzündür, hüznü kendine mahsustur Van’ın çünkü.

        “Kış bitecek birazdan, kışa geç kalma

        Böyle diyordu savat ustası Hasan

        Gelirken az tütün getir

        Bir dağ keçisi parçala

        Tuz bas düşümde gördüğüm kana, tuz bas

        Ne derdi güz ortalarında baban sana

        Dokunma Van’a

        Van köylüsü kendini çavlan gibi üretir

        Göl gibi dokur

        Ve beklemesini bilir, burkulur

        Eğiktir şimdi boynu, sen de eğiksin

        O kadarını anlarım

        Ben bu savatları bunun için işlerim

        Üç beş kuruşa satarım

        Gözümün yeşili üstünde kalır

        Balkır güz kırmızısı eğiminde

        Üveyikler kalkar her bir nakışından

        Durur belleğimde konuk sayılır

        Senin olsun şu eski mavzer

        Biri armağan ettiydi babama

        Okşadı sevdi yıllarca onu

        Bir gün hiç konuşmadan

        Uzattı verdi bana

        İşine yarar mı bilmem

        Bildiğim bir şey varsa

        Mavzerle denenmek ister dağlar

        Hüzünle değil”

        *

        Edip Cansever’in “üveyik”i kanat çırpa dursun gölün çivit mavisi durgun sularında, Van’da kanatlanmış bir uzun destana, Ahmed Arif’in “Otuz Üç Kurşun”una gitti aklım “firari dağ güvercini” ve “mavzer” bahsi açılınca.

        “Düştü nazlı filintası aklına,

        Yastığı altında küsmüş,

        Düştü, Harran ovasından getirdiği tay

        Perçemi mavi boncuklu,

        Alnında akıtma

        Üç topuğu ak,

        Eşkini hovarda, kıvrak,

        Doru, seglavi kısrağı.

        Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!”

        *

        “Biliyor musun, Mengene Dağı adında bir dağ yoktur Van’da,” dedi bana birkaç saatten beri Van’ı, kılıcın bıyığımızı kesmediği uçarı gençliğimizi, bu deniz kadar geniş eski zaman hülyalarımızı havalandırdığımız arkadaşım Rıza Polat.

        “33’ler vakasının yaşandığı köyde doğmuşum Muhsin. Ahmed Arif’in şiirinde anlattığı ‘otuz üç kan pınarının akmadığı’ o dağın eteklerinde yani. O dağın Kürtçe adı ‘Çiyayê Mayê’dir, ‘Mayê Dağı’ yani… Bizim buralarda dağın eteklerinde ovaya uzanan otlaklara ‘menge’ denir, hangi aklı evvelin aklına geldiyse artık, muhtemelen buraların yer adlarını Türkçeleştirirken, ‘menge’den ‘Mayê’ dağına ‘Mengene’ demişler, hem dağın hiçbir yeri mengeneye benzemiyor ki.”

        Bir anda “Otuz Üç Kurşun” şiirinin tarihine götürdü beni Rıza’nın söyledikleri.

        *

        O dağda olup bitenleri, General Mustafa Muğlalı’nın 1943 yılında şiirde geçen dağda koyun kaçakçılığı yapıyorlar diye 33 köylüyü sorgusuz sualsiz kurşuna dizmesini, bir kişinin cesetlerin altında kalarak İran’a kaçmasını, daha sonra gelip Muğlalı’nın elini öpmesi halinde af edilebileceğini, hadisenin kapanmasından sonra 1948 yılında olayın Meclis gündemine gelmesini, Muğlalı’nın 1950 yılında yargılanarak önce idama, sonra da yaşından dolayı 20 yıla mahkum olmasını, cezasının bozulması üzerine yeniden yargılanırken 1951 yılında hapishanede ölmesini; bunların hepsini hepimizin bilmesini Ahmed Arif’in “süt dayımız” dediği Demokrat Parti Diyarbekir milletvekili Mustafa Ekinci sağladı şaire göre.

        Hayatına dair hiçbir şey yazmamış, bırakın anılarını topu topu 19 şiir yazmış olan Ahmed Arif, Allah’tan çok sonra Refik Durbaş’la uzun bir mülakat yaparak kendine dair hepimizin merak ettiği bir yığın şey anlattı da “Otuz Üç Kurşun”un yazılma serüvenini de öğrenmiş olduk bu vesileyle.

        Şair Hürriyet Gazetesinde yayınlanan General Muğlalı hadisesini anlatan bir haber üzerine şiiri yazmaya karar vermiş.

        “(…) okudum, başım döndü. Ondan sonra da basın yasağı geldi. 20-30 yıl da sürdü bu yasak.”

        Olaydan haberdar oluyor ama teferruatı bilmiyor henüz Ahmed Arif. O sıralarda 21-22 yaşlarında toy bir delikanlıdır. Olayı öğrenir öğrenmez 33 kurşundan birisi de onun kalbine saplanıyor. Gece gündüz bu korkunç hadiseyi nasıl şiirleştirebileceğini düşünüyor. Piyesini yazmak kolay, hikayesini yazmak, romanını yazmak da hakeza ama şiirini… işte o zor. Bölüm bölüm yazıyor, şarap gibi yıllansın, “damıtılsın” diye bir kenara bırakıyor yazdıklarını.

        Bu arada şairin yoluna Leyla Erbil çıkıyor. Kör kütük, deli divane aşık oluyor kadına. Ona mektuplar yazmaya başlıyor. Her mektubu bir şiirdir. Zaten çoğu şiirini ona yazıyor. O aşk, gürül gürül şiir oluyor, döktürüyor eteklerinden şairin. Daha önce yazdıklarını da gönderiyor Leyla Erbil’e, bütün derdi kendini ona beğendirmektir. “Demlensin” diye bıraktığı şiirlerinden birisi de “Otuz Üç Kurşun”dur; “33 Kurşun Destanı’ndan bölümler” başlığıyla, “Merhaba! Gerisi var daha. Şimdilik gözlerinden öperim” notuyla Leyla Erbil’e gönderiyor.

        Şiirin macerasını Refik Durbaş’a şöyle anlatıyor:

        “(…) yazdım ama, bir hamlık olduğunu biliyorum. Benim için çok yeni bir tarz. Fakat çok seviyorum.”

        Şiirini okuduğu arkadaşları ise ona tepki gösteriyorlar. Anlatmaya devam ediyor:

        Şimdi bana söylenen şudur: ‘Sen niye yazdın bunu?’ Bir konu yasağı mı var kardeşim? Ben yazmasam kim yazacak? Şunu da söyleyeyim: ‘Otuz Üç Kurşunu’ bir ağıt olarak yazdım. Bugün de öyle düşünüyorum. Klasik ağıt. Bizim Türkçemizde sözlü ağıtlar var ya, divan. Öyle kaleme aldım. Yayımlayacağım filan hiçbir zaman aklıma gelmedi. Çok yakınlarım, arkadaşlarım ‘niye yazdın bunu?’ dediler. ‘Bunu yazacağına Mustafa Suphi’yi yaz.’ Ben Mustafa Suphi hakkında bir şey bilmiyorum ki… Ayrıca Mustafa Suphi çok eskide kalmış. Bu ise gözümün önünde canlı bir olay. Dedim ki: ‘Şu Bahçelievler’de manyağın biri otuz tane tavuğu çalsa, kesse, sokağa atsa, ertesi gün Ulus Gazetesi olayı dört sütun üzerinden verir. Tavuk değil bu yahu, 33 tane senin vatandaşın. Hiçbir suçu yok. Tertemiz. Belki hepimizden daha suçsuz. Kimsesizlikten başka suçu yok. Kimsesiz adamlar, o kadar.’ İçlerinde genci var, yaşlısı var. Öldürmüşler, kurşuna dizmişler. Birisi ölmemiş. Bunu da çok sonradan öğrendim. Sürüne sürüne İran’a gitmiş. Orada tedavi görmüş. Yıllar sonra mektup yazmış. Olay da böylece su yüzüne çıkmış. Bir kardeşi var o yaralı adamın, ya da amcasının oğlu. Dişli bir adam, hukukçu. Devamlı telgraf çekmiş İsmet Paşa’ya, yani sıcak tutmuş konuyu. Bu da Demokrat Parti’nin arayıp da bulamadığı bir şey. DP bunu bir siyasi sömürü haline getirdi. Demek ki halkı yaralayan bir olay bu. Dediğim gibi ben bunu bir ağıt olarak ele aldım. Yüreğim doldu. Gerçekten bir köylü kadın, mesela onlardan birinin annesi ya da o öldürülenlerden birinin kardeşi neyi duyuyorsa ben de aynı acıları duydum. Elbet benim biraz farklı bir yanım olacak. İyi kötü mürekkep yalamış bir adamım. Destan nedir, ağıt nedir biliyorum. Bu havayı vermeye çalıştım. Ve dikkat edersen utanıyorum. Çünkü öğünmek namertliktir. Ama şunu da söylemek lazım. Bu, Türk şiirinde Türkçeyi çok geniş ufuklara götüren bir şiirdir. Bir de bu gözle bak.”

        *

        Şiir daha yayınlanmadan elden ele dolaşmaya başlar. Şiiri beğenmeyenler Ahmed Arif’in bazı “komünist”, “Kemalist” arkadaşları değildir sadece, polis de işkillenmeye, şiiri bir biçimde yayınlanmadan gömmeye çalışır.

        Yayınlanmamış bir şiir hakkında kovuşturma başlar. Şairi alıp götürürler. Falakaya yatırırlar, ona şiiri okutmaya çalışırlar ama şairdeki inat Zaza inadı, sopayı yedikçe inadı büyür, okumaz da okumaz! Gerisini şöyle anlatıyor Refik Durbaş’a:

        “Şimdi Atatürk Spor Salonu var ya, o zaman spor salonu yok, stadyum berilere kadar geliyor. Antrenman falan yapıyor çocuklar orada. Çevresi tellerle gerili. Dövdükten sonra o tellerden aşağıya attılar beni. Orada öylece kalmışım. Sabah çöpçüler gelip buluyorlar. Sokak köpekleri gelip gelip kokladılar beni. Ödüm koptu, ölü sanıp yiyecekler diye. Acıyıp oradan çıkarıyorlar. Ancak bir haftada kendime gelebildim. Bir hafta sonra sokağa çıkabildim. Hiç kimseye de anlatmadım bu olayı. En yakın arkadaşlarıma bile…”

        *

        “Otuz Üç Kurşun” şiiri çok uzun süre, 1968 yılına kadar elde ele dolaştı. Dost meclislerinde okundu, sır gibi taşıdı insanlar onu zulalarında. 1968 yılında, o zamana kadar, çoğu Leyla Erbil’in aşkına yazılmış topu topu 19 şiirini bir kitaba dönüştürmesine ikna ettiler dostları Ahmed Arif’i, içinde “Otuz Üç Kurşun”un da yer aldığı “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı çıktı Bilgi Yayınevi’nden.

        Kitabın “sosyalist hareketin kutsal kitaplarından birisi” olmasının tarihi ise 1975 yılıdır. 9 Nisan 1975 günü; Ahmed Arif'in "Benden on yaş küçüktür. Ama bana onur verir. Benim hemşehrimdir. Kurban olayım, benim kardeşimdir,” dediği Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filmi vizyona girdi.

        Filmin bir sahnesinde Türkiye’deki “devrimci mücadeleden habersiz” şımarık zengin kızını oynayan Melike Demirağ’la Yılmaz Güney karşı karşıyadır. Yılmaz Güney’in amacı bu güzel kızı “bilinçlendirip, saflara kazandırmak”tır. Aralarında şöyle bir diyalog geçer:

        Yılmaz Güney: Ne haber arkadaş, iyi misin?

        Melika Demirağ: İyiyim.

        Yılmaz Güney cebinden bir kitap çıkarıp uzatır ona.

        Yılmaz Güney: Bak sana ne getirdim.

        Kamera yakın plan kitabın kapağına zom yapar:

        “Ahmed Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim, Cem Yayınevi, 4. Basım.”

        Başka bir sahnede Melike Demirağ, Yılmaz Güney’e kitaptan, “Terk etmedi sevdan beni” şiirini okur, Yılmaz Güney de ezberinden “İçerde” şiiriyle cevap verir ona.

        Galiba Ahmed Arif şiirinin kaderine bu sahne damgasını vurur. O zamana kadar da kitap çok satar ama sinemadan çıkan özellikle kitaba hücum eder, yayınevi kitap yetiştiremez olur. O tarihten itibaren her devrimcinin evine girer kitap, kısa sürede “sosyalistlerin kutsal kitaplarından birisi” payesini alır.

        Dağ taş Ahmed Arif’in şiiriyle inler. Piyes olur, beste olur, kartpostal olur… Mektup olur sevgiliye gider, “Otuz Üç Kurşun” şiiri Kürtçeye çevrilir, devrimci gecelere coşku katar.

        *

        12 Eylül kabusu üzerimize çöktüğünde, Ahmed Arif’in kitabının “resmi baskı sayısı” 19’du. Kitap 19’ncu baskıdayken darbe olur. Şair kitabını yeniden çıkarmaya cesaret edemez, bir süre sonra yayıncısı Cem Yayınevi kitabı basmak ister ancak şair izin vermez. Kitap çıkarsa eğer faşistler biricik oğlunu ondan alıp götürecekler diye korkar.

        Ahmed Arif, şiirini oğluna feda etmiş bir şairdir bu yüzden. Her defasında “oğlum zarar görecek” diyerek kitabın yeni baskısını geciktirdiği gibi oturup kendisi de yeni şiir yazmaz. O çoktan “şiirin peygamberi” payesini kazanmıştır, bütün peygamberlerin tek kitabı vardır zaten!

        Bu arada kitap çuval çuval korsan basılmaktadır. Hepsinin üzerinde “19’ncu Baskı” yazar.

        Yeni baskı için yayıncısı onu sıkıştırırken en çok da “ekselans” dediği yakın arkadaşı Ümit Fırat ona cesaret verir. “Sen halka mal olmuşsun, senin senden xeberin yox” der Ümit Fırat müstehzi müstehzi gülerek. Şair de dostunun bu ikna çabasına, “Benimle dalga geçme ekselans,” diyerek her defasında savuşturur.

        En çok “Otuz Üç Kurşun” şiirinden korkmaktadır Ahmed Arif. Askeri darbenin etkileri var hâlâ her yerde, hazır şiir unutulmuşken uyuyan zalimi uyandırmanın manası yok, ama en sonunda ısrarlara dayanamaz.

        Şiirde bir dizeyi çıkarmaya izin verirse yayıncısı, o da kitabı yayınlamaya izin verecektir. Karşılıklı anlaşırlar ve Ahmed Arif, eline “suyu zehir Bursa işi bıçağını” alır, “Otuz Üç Kurşun” şiirinin içinde geçen “Şifre buyurmuş bir paşa” mısraını sanki o bıçakla yüreğinden bir parça kesiyormuş gibi, şiirinden içinden kesip atar. Şairin içi hâlâ rahat değildir. Yayıncısına “General Mustafa Muğlalı ve 33 Kurşun” şiiriyle ilgili bir de “açıklama” yazdırır, kitaba ekler. O açıklama da şöyledir:

        "Olay, 1942 yılında meydana gelmiş ancak yıllarca sonra kamuoyuna yansımıştır. Mâsum ve günahsız bir grup yurttaşımızın öldürülmesi konusunda soruşturma yapan Parlamento Tahkikat Komisyonu'nun vardığı sonucu 1950 yılında bir rapor halinde açıklamış ve bu rapor, o zamanki iktidarın yayın organı olan Zafer Gazetesi'nde tam metin olarak yayınlanmıştır. Ayrıca kanlı olayın sanıkları mahkemede yargılanmış ve ağır cezalara mahkûm edilmiştir.

        Ozanımız bu ağıdı, işte bu bilgilerin ışığında kaleme almıştır (1950). Ozanın bazı şiirleri gibi bu ağıt da elinizdeki kitabın birinci baskısı çıkıncaya kadar 20 yıl elden ele dolaşıp çoğaltılmıştır… Konu bugün için elbette tarihe mal olmuştur. Ne var ki işin aslını bilmeyen bazı yazarlar, haliyle yanlış yorumlara varmıştır. Böylesi yanlış anlaşılmaları göz önüne alan yayınevimiz okuyuculara yardımcı olmak için bu açıklamayı yapmak gereğini duymuştur."

        *

        Şairin, içi kanaya kanaya şiirinden bir dize çıkarması ve yukarıdaki tuhaf açıklamayı kitabın 20. baskısına eklediği 1988 yılı General Mustafa Muğlalı’nın tekrar gündeme geldiği yıldır.

        Kitabın yeni baskıyla piyasaya çıktığı 1988 yılında, hapishanede ölmüş olan General Muğlalı’nın Edirnekapı Şehitliği’nde bulunan mezarı törenle açıldı, kemikleri Ankara’daki Devlet Mezarlığı’na nakledildi. 33 köylüyü kurşuna dizdirdikten dokuz yıl sonra yargılanarak hapse atılan “paşanın” itibarı böylece iade edildi. Aynı yıl Harp Akademileri Komutanlığı’nın bahçesindeki “Kahramanlar Geçidi”ne de büstü dikildi.

        *

        Şair, tekrar yayınlanan kitabından dolayı kimsenin oğluna ilişmediğini ve hiçbir paşanın “alınmadığını” görünce aynı yıl yapılan 21. Baskı’da şiirinin “itibarını iade” etti, içi yana yana çıkardığı “Şifre buyurmuş bir paşa” mısraını tekrar geri koydu şiirine ve o tarih hatası taşıyan tuhaf açıklamayı da çıkardı kitaptan.

        (Buradan koleksiyonerlere, “kusurlu kitap” meraklılarına duyuru; Bir yerde “Hasretinden Prangalar Eskittim”in 20. baskısını bulursanız eğer kaçırmayın, hemen alın, zira “sansürlü” tek baskıdır o!)

        “Hasretinden Prangalar Eskittim” 22. baskıdayken Refik Durbaş şairle, daha sonra “Kalbim Dinamit Kuyusu” adıyla bir kitaba dönüştürdüğü uzun röportajı yaptı. O zamana kadar 22 şiir kitabı yazmış olan ünlü bir şair Durbaş’a, “Benim 22 kitabım olduğu halde benimle böyle uzun bir röportaj yapmadın, oysa Ahmed Arif’in tek kitabı var,” deyince Refik Durbaş ona, “Ama senin hiçbir kitabın ikinci baskıyı yapmadı, onun tek kitabı korsanlar hariç şu ana kadar 22 baskı yaptı” cevabını verdi.

        *

        General Mustafa Muğlalı tekrar gündeme geldiğinde Ahmed Arif öleli 12 sene olmuştu. 6 Mayıs 2004 yılında, 33 kurşun hadisesinin yaşandığı Van’ın Özalp ilçesindeki “Özalp Tabur Sınır Komutanlığı Kışlası”nın adı bir gün, “General Mustafa Muğlalı Kışlası” olarak değiştirildi. Şairin şiirini bilenler ve öldürülenlerin akrabaları ayaklandı, tepkiler çoğaldı, imza kampanyası başladı, hadisenin büyümesi üzerine Genelkurmay Başkanlığı geri adım attı. 2011 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Genelkurmay Başkanına talimat vermesiyle “General Mustafa Muğlalı” tabelası indirildi, yerine “Şehit Astsubay Erkan Durukan Kışlası” tabelası asıldı.

        Dönemin Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, bu değişim üzerine, “Sadece Van’a dair değil, bütün yerlerin isimlerini gözden geçirip, yenileme ve mümkün olduğunca terörde şehit verdiğimiz kişilerin ismini verme yönünde bir karardır,” dedi.

        *

        Van’a gelirken yanıma aldığım iki şiirden birisi olan Edip Cansever’in “üveyiki”i Van Gölü’nde “su altında kanat çırptı” durdu burada bulunduğum süre boyunca.

        İkinci şiir olan Ahmed Arif’in şiirinde geçen ve adına “firari güvercin” dediği “üveyik” ise “bir yanı “çığ” tutan Kafkas ufku, bir yanı seccade gibi Acem mülkü, doruklarında buzul salkımları, karaca sürüsü ve keklik takımının dolaştığı “Nemrut yavrusu” dediği asıl adı “Mayê” olan “Mengene” dağının doruklarında o kayadan o kayaya sekip durdu.

        İkisi de aynı şiiri okuyordu.

        Şiir, kuşların dilinden dökülen melodidir biraz da.

        Diğer Yazılar