Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Edebiyatta akım yaratanlar, bir araya gelip “haydi akım yaratalım” diyerek planlı programlı “akım” yaratmazlar. Akım yaratanlar, yarattıkları şeyin “akım” olduğunu bilmeden yaparlar o işi.

        *

        Şiirde “İkinci Yeni” denilen akımın kurucu babaları İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer’dir...

        Muzaffer Erdost ise akımın isim babasıdır.

        *

        “İkinci Yeni”den önce “Garip” akımı vardı. Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat başlatmışlardı bu akımı. Kendilerinden önceki şiire başkaldırmış, o zamana kadar “yüksek sanat” olarak görülen şiire “nasırı” sokmuş, “göllerdeki kamış”ın yerini “rakı şişesindeki balık” almış, “Süleyman Efendi’nin derdine yanmaya” başlamışlardı şairler.

        Bir süre sonra bu “basit” şiire karşı çıkan sesler duyulmaya başlandı sağda solda. Bu pek aykırı, pek “kapalı” yeni sesi duyan Muzaffer Erdost 19 Ağustos 1956’da bu şiire dair “Son Havadis”te yazdığı yazıya “İkinci Yeni” başlığını koydu ve birçok kişinin şiir değil de “sabuklama” olarak gördüğü akım böylece bir isme kavuştu.

        *

        “Garip”ten sonra gelen bu “abuk sabuk” anlaşılmaz şiirleri yazan şairlerin çıkardığı ses o zamana kadar pek duyulmamış bir sesti. O “aykırılık nasıl bir aykırılıktı?” sorusuna bugün doyurucu bir cevap vermek bir hayli zor, zira bu “izah” bizi şiirin tanımına götürür.

        Günün birinde Cemal Süreya “Üvercinka” şiirinde “Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız” dizesi yazar, Sezai Karakoç da bu dizeden yola çıkarak “İkinci Yeni” akımının ne olduğunu şöyle açıklar:

        “İşte yeni (ikinci yeni) şiiri özetleyen bir mısra. Bu artık klasik şiirin yolculuğuna benzemiyor. Klasik şiir, azgın bir davetle nerdeyse toprağın sonuna gider. Orhan Veli akımında ise insan Laleli’den çıkar bir yolculuğa ve tramvaya atlar; ama mutlaka Sirkeci’ye gider. Yeni gerçekçi akımda ise (çünkü bence yeni akım bir çeşit neo-realist akımdır) Laleli’den çıkar yolculuğa tramvayla ama dünyaya gider. Ben’in en küçük davranışı bile büyük bir haber gibidir. Yaşama vardır ve önemlidir, ama bir haber olarak. Neyin haberi? Bunu şair de bilmez. Orhan Veli akımı günlük çırpınışların şiiri idi, bu ise yaşamayı, gerçek yaşamayı cevheri ile görmeye, yoklamaya çalışıyor...”

        *

        Şiirde “İkinci Yeni” akımının kurucu şairlerinin en yaşlısı 1918 doğumlu İlhan Berk, en genci Ülkü Tamer’di. İlhan Berk 2008’de vefat etti, 1937 doğumlu Ülkü Tamer ise 2018’de… Turgut Uyar 1927, Edip Cansever 1928 doğumludur. Cemal Süreya ile Ece Ayhan ise yaşıttır; ikisi de 1931’de doğmuş. Sezai Karakoç ise 1933 doğumludur, grubun Ülkü Tamer’den sonra en gencidir. İçlerinden en fazla yaşayan İlhan Berk oldu, 90 yaşında öldü, ikincilik ise Sezai Karakoç’a kaldı. Sezai Bey 88 yaşında kısa bir süre önce Hakk’ın rahmetine kavuştu.

        *

        Akımın içinde en yakın arkadaşlar Turgut Uyar ile Edip Cansever’di. İkisi de 58 yıl yaşadı. Turgut Uyar 1927’de doğdu 1985’te öldü, Edip Cansever ise ondan bir sene sonra 1928’de doğdu, onun ölümünden bir sene sonra, onun yaşındayken 1986’da öldü.

        Edip Cansever, Turgut Uyar’ın ölümü üzerine ona şu şiiri yazdı:

        “Kocaman bir avlunun ortasında durdu durdu

        İçindeki bomboş avluya bakarak

        Gökyüzünden arada bir oraya

        Ölü bir kuş ya düşüyor ya düşmüyordu.

        Görseydi içinin olmadığını

        Çekip onca çelenkten bir sap karanfili

        Koymak ister miydi hiç

        Bu ikindi vaktinin hırçın vazosuna.

        (…)

        Dün müydü, yüzyıllar mı geçti, bilmiyorum ki

        Bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik

        İki tek votka içtik varmadan Aşiyan’a

        Konuşmadık hiç, nedense hiç kouşmadık

        Az sonra kalkıp gitti o

        Kalakaldım ben oracıkta

        Kapadım gözlerimi ardından gene birlikte olduk

        -Garson bize iki tek votka daha.”

        Turgut Uyar’ın ölümünden bir sene sonra Edip Cansever ölünce bu kez Cemal Süreya onun için bir şiir yazdı:

        “Yeşil ipek gömleğinin yakası

        Büyük zamana düşer.

        Her şeyin fazlası zararlıdır ya,

        Fazla şiirden öldü Edip Cansever.”

        *

        Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Ülkü Tamer aynı kadına aşık oldular, bu gruba bir parça Edip Cansever de katıldı. Kadın Ülkü Tamer’le evlendi, bir kızları oldu, çocuğunu emzirirken, süt boğazına kaçtı çocuğun, boğuldu, bu korkunç olay ilişkilerini bitirdi; Ülkü Tamer’den boşandıktan sonra Cemal Süreya ile birlikte yaşamaya başladı kadın, “ondan dayak yedi” ayrıldı, Turgut Uyar’la evlendi, onun soyadını alarak sürdürdü yazarlık hayatını.

        Turgut Uyar da Cemal Süreya da Edip Cansever de aynı kadına, Tomris Uyar’a çok güzel şiirler yazdılar.

        Turgut Uyar, onun için yazdığı şiire “Bir Bozuk Saattir Yüreğim Hep Sende Durur” başlığını koydu.

        Cemal Süreya da “Daha nen olayım isterdin/onursuzunum senin’’ dedi.

        Edip Cansever ise hep uzaktan baktı ona, aralarında bir aşk filizlenmedi ama “Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç” ve “Bir adın vardı senin, Tomris Uyar'dı/Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene” dedi.

        *

        Akımın içinde Turgut Uyar-Edip Cansever dostluğuna benzer bir dostluk da Cemal Süreya ile Sezai Karakoç arasında vardı. İkisi mektep arkadaşıydı. Mülkiye’de okurken tanışmışlardı. Yıllar yılı sıkı dost kaldılar. Öylesine bir dostluktu ki aralarındaki, Cemal Süreya ne zaman çok beğendiği bir dizesini görse arkadaşının, “Bu dizeyi bana borç versene Sezo” derdi, Sezai Karakoç da cömert davranır hemen dizeyi bağışlardı. Mesela, Cemal Süreya, Sezai Karakoç’un;

        “Asker su ver asker

        Ben asker değil, nişanlıyım...”

        dizelerini çok beğenmiş, istemiş ondan, o da hiçbir “karşılık” beklemeden vermiş bu iki dizeyi ona.

        Bu iki dizeyi okuyan herkesin “nişanlı” deyince, birisiyle gönül bağı kurmuş kişi gelir aklına ama Cemal Süreya evlilik öncesi nişanlılıktan bahsetmiyor, onun nişanlı dediği “rütbeli asker”dir. Bu mısraları yazarken Sezai Karakoç’un aklından geçen neydi bilinmez, zira o hiç “nişanlanmadı”. Oysa Cemal Süreya ile mezun oldukları senelerde Mülkiye’de mezun olurken “nişanlanma” geleneği vardı. O “Monna Rosa” şiirini yazdığı Muazzez Akkaya’yla “nişanlanacak” adaydı o sırada…

        Soğuk bir Ankara kışında; 1952 yılının yılbaşı gecesi, “Allah kar gibi gökten” yağarken, o kasvet dolu yurt odasında tek başına oturmuş sabaha kadar, ilk bölümünü bahar aylarında yazdığı “Monna Rosa”nın ikinci bölümünü yazmıştı. Zaten kısa bir süre önce dönmüştü trenle çıktığı Geyve yolculuğundan, amacı “muhacir kızını” değil onun doğduğu, yaşadığı yeri görmekti belki… Uzun şiirinin “Çerçeveler” başlığını koyduğu ikinci bölümünde bu yolculuğunu mısralara şöyle döker:

        Bir lamba yanıyor hafif ve sarı

        Garip bir yolculuk, tren ve Geyve

        Bir hançer bölüyor, ah… rüyaları

        Bir rüya, bir hançer, bir el: ve, ve, ve…

        En yakın dostlarından birisiydi Rasim Özdenören… Yaşarken, bir entelektüel olarak profilini o yazdı. O yazıda Rasim Bey bu Geyve yolculuğundan da bahseder:

        “Kalbi aşkın hallerine sonuna değin açık olan birisi” o aşk için her şey yapabilir. “Bu ruh hali içinde, yağmurlu bir gecede, bir trene atlayıp sevgilinin yaşadığı farz edilen kasabaya bir yolculuk” düşünebilir. “(…) Kendini sevgilinin kasabasında bulan biri orada ne yapabilir? Nereye gidebilir? Sevgilinin evi? O da neresi? Yabancı bir kasabada, yabancı birinin uğrayacağı üçüncü sınıf bir otel aramak da düşünülemez mi? Hayır. Yalnızca yağmurun altında” dolaştı. Yalnızca “sevgili”yi düşündü, “ve sevgilinin olduğu” farz ettiği “bir evin önünden” geçti, bir daha geçti, sevgili de dahil kimseye görünmek istemedi, ama o sevgiliyi görse ne güzel olacaktı!

        “Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;

        Esmer delikanlı, hatıra ve kan.

        Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları

        Sızıyor bir kapı aralığından;

        Lambalar yanıyor, hafif ve sarı.”

        “Sonra? Sonrası yoğun bir hüzündür. Bir başka trene binip gerisin geri, bir öğrenci yurdunun alışılmış kasvetli” odasına geri döndü ve şiire oturdu.

        “Böyle bir aşkın itirafı da zordur” diyor Rasim Abi. “Böyle birinin aşkını ilan ve itiraf etmesi ne kadar zordur! Kekelememesi ne mümkündür.”

        İşte şairin ölümü üzerine bugünlerde yeniden herkesin diline düşen “Monna Rosa” şiiri bu “zorluğun” içinde yazıldı.

        *

        “İkinci Yeni” içinde “solcu” olmayan tek şair Sezai Karakoç’tu veya tek dindar şairdi o. Üvey evlattı orada sanki. Başka bir evrenden gelmiş gibiydi. Murat Belge’nin aktardığına göre, altmışlı yıllarda İkinci Yeniciler bir dergi çıkarmayı düşündüğünde projeye dahil olmak isteyen Ercümet Uçarı’ya; onu şair olarak hiç beğenmeyen Edip Cansever’in “Sen dergide ne yapacaksın? Spor sayfası mı yapacaksın?” diye sorması gibi, hiç kimse Sezai Karakoç’a “senin grupta ne işin var, bize namaz mı öğreteceksin” deme cesaretini göstermedi. Göstermedi çünkü hepsi onu "takdir" ediyordu, şiirine diyecek yoktu, yirmi dört ayar bir şairdi o, bunda hepsi hemfikirdi. Yine de hep “başka mahalleden gelip oyuna dahil olmuş çocuk” muamelesi gördü.

        Ölümü üzerine güzel yazılardan birisini yazan Süleyman Seyfi Öğün’ün de belirttiği gibi, “Sezâî Karakoç’u, sol cenaha tanıtan ve sekter bir şekilde kurban edilmesine mânî olan başta arkadaşı Cemâl Süreya olmak üzere solcu şâirlerin ‘takdirleridir’. Diğer taraftan Monna Rosa şiiri, arkasında dünyevî bir aşk hikâyesini taşıdığı için Sezâî Karakoç’u sol çevrelere şirin göstermiştir. Sol, onu daha çok bu hikâye üzerinden tanır. Bunun hâricinde ne diğer şiirlerini ne de fikirleri hakkında bir bilgi sâhibidirler.”

        Bu böyle olduğu için “Türkiye’de Modern Şiir”in kitabını yazmış olan Murat Belge “Cemal Süreya’dan Sezai Karakoç hakkında birçok olumlu söz dinlemiş” olmasına rağmen ona kitabında yer vermedi.

        Hep bir “uç beyi” olarak durdu hepsinin içinde.

        *

        “İkinci Yenicilerin Uç Beyi” Sezai Karakoç da “sürgünden anayurduna” göç etti en sonunda. Son o kalmıştı zaten.

        “İkinci Yeni”ciler bize muhteşem şiirler, muhteşem dizeler bırakıp gittiler. Ece Ayhan sözü aldı hepsinin yerine: “Şiirimiz karadır abiler”, “şiirimiz her işi yapar abiler”, “şiirimiz gül kurutur abiler” dedi.

        Onlar için mühim olan mana değil imgeydi. Kelimelerin çağrışımlarını kovaladılar, konuşma dilinden kaçtılar, “folklor şiire düşman” dediler. “Süleyman Efendiyi” kapı dışarı edip “Çağrılmayan Yakup”u buyur ettiler içeri. Onlara göre her şey yeni bir yoruma muhtaçtı, şiir aklın, ahlaki endişelerin, kanunların ve her türlü baskılayıcı düzenlemenin dışında bir şeydi, siyaseti sokmadan siyasi şiirler yazdılar, yoksulluğun değil, yoksunluğun şiiriydi onlarınki, şiirin içine erotizm kattılar, şiiri diğer sanatlara resme, müziğe, romana yaklaştırdılar.

        Sonra yakalarına birer “yerçekimli karanfil” taktılar, “kanayan mendillerini” sallayarak, ardı ardına, birer birer göçüp gittiler.

        Hepsi, “…kirli ve temiz çamaşırları/Aynı zaman aynı minval üzere katlar/koşu bittikten sonra da koşan atlar”dı.

        Sezai Karakoç en son kalandı.

        Diğer Yazılar