Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ne zaman “helalleşme” kelimesini duysam, devletin en çok mağdur ettiği yazarların başında gelen Kemal Tahir gelir aklıma. Çok eziyet ettiler ona. Hayatının on üç yılını çaldılar. Öldükten sonra da rahat bırakmadılar, babasından yadigar antika kılıcını da “suç aleti” sayıp götürdüler.

        *

        Bıçkın, çapkın, başında kavak yelleri esen yakışıklı bir delikanlıydı alıp yüz elli basamakla inilen sintinenin dibine attıklarında. Tek suçu gedikli başçavuş olan kardeşi Nuri Tahir ve iki arkadaşına Sabahattin Ali’nin hikaye kitaplarını vermesiydi. 15 yıl ağır hapisle sonuçlanan mahkeme boyunca savcının yaptığı tek suçlama, o gün bile serbestçe satılan kitapları kardeşine vermiş olmasıydı. Savcıya göre kitapları verirken, “okuyun ve çalışın” demek suretiyle onlara bir mesaj vermişti. Bütün iddiası buydu savcının. Üstelik mahkemede kardeşi, “Bu kitapları ağabeyim bana vermedi, ben dükkandan satın aldım, piyasada hâlâ satılıyorlar” dediği; öbür iki kişi de kendilerine “okuyun ve çalışın” demediğini söyledikleri halde 15 yıla mahkum oldu ve kardeşiyle birlikte tam tamına 13 sene yattı.

        İstanbul Tevkifhanesinden, Çankırı’ya, oradan Malatya’ya, oradan Çorum’a, Çorum’dan da Nevşehir’e yatmadığı cezaevi kalmadı.

        *

        En fenası Nevşehir mahpushanesiydi. Hele o ilk birkaç ayı… Oradaki şartları Va-Nu’ya anlattı, o da “Bu Dünyadan Nazım Geçti” kitabında bize aktardı. O zaman Nevşehir kaza… Cezaevi de siyasi mahkumlar için özel hazırlanmış…

        Sene 1949… Şemsettin Günaltay adında eski “İslamcı” bir başbakan var, İnönü devrinin son senesi…

        Cezaevi, cezaevi değil, eski bir kilise…Siyasi mahkumlar zemin katında kubbeli, altı üstü taş, pencereleri insan boyundan yüksekte, Kemal Tahir’in deyimiyle “tıpkı Kapalıçarşı’nın dar sokaklarından birine benzeyen” bir yerde yatıyor. Mevsim kış, aylardan Şubat… Nevşehir, tilki öldüren bozkır soğuğundan kaskatı kesilmiş. Uzun bir koridora benzeyen koğuşta küçük bir sac soba var. İçinde kaysı ağaçları yakılıyor. Kemal Tahir oraya gittiğinde, orada kalan siyasi mahkumlar iki sene sonranın odun tayınlarını yakmış, tüketmişlerdi. Koğuşun apteshanesi yok. Geceleri içeri bırakılan bir gaz tenekesinde ihtiyacını gideriyor mahkumlar. Günde bir kara tayın, bir kap yemek, hepsi o kadar…

        *

        1950 yılında DP iktidara gelince; CHP’lilerin cansiperane, fedaice direnişlerine rağmen bir af kanununu çıkardı. Kemal Tahir ve Nazım Hikmet de yararlandı bu kanundan, dışarı çıktılar.

        Çok geçmedi, bu kez 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da, Hürriyet Gazetesi’nin yarattığı “Kıbrıs sorunu” bahane edilerek Beyoğlu’ndan ekalliyetlerin, özellikle Rumların etkinliğini kırmak için başlatılan bir güruh ayaklanmasının günah keçilerinden birisi olarak seçildi Kemal Tahir. Aziz Nesin’le birlikte tekrar alıp götürdüler onu. (O günden itibaren Beyoğlu'nda "Kulüp"ün yerini "pavyon" aldı.)

        Öldüğünde, mezarı başında, boğazına düğümlenen hıçkırıktan dolayı yarım bıraktığı konuşmasında Aziz Nesin, en yakın arkadaşıyla Harbiye tabutluklarında geçirdikleri iki aydan da bahsetti.

        Daracık bir hücreye koymuşlardı ikisini. Hücreye ikisi sığmıyordu, o kadar dar. Geceleri yatarken birisinin başı ötekinin ayaklarına, ötekinin ayakları öbürünün başına gelecek şekilde, birbirlerine ters uzanıyorlardı. Hücre karanlıktı. Tepede, örgü telin içinde kör bir lamba aydınlatıyordu içeriyi, bu durum karanlığın yoğunluğunu daha da çoğaltıyordu. “Öylesine daracık bir yerdeydik ki, yerdeki taşlara uzanınca, dört duvar tavan ile taban, yani içinde bulunduğumuz hacmin altı yüzünü birden aynı zamanda görüp duyumlayabiliyorduk” diyor Aziz Nesin.

        Yakınları nerede olduklarını bilmiyordu. Hiç kimseyle görüştürmüyorlardı. Geceleri hücrenin çıplak taş tabanına uzanıp demin tarif edilen şekliyle yatıyorlardı.

        Irkçı, faşist bir güruhun işlediği suçu onlara yüklemek istiyorlardı. Vakti gelince idam edeceklerdi.

        Aziz Nesin şöyle devam ediyor:

        “İşte bu koşullar altında birlikte kaldığımız hücreyi, Kemal Tahir çın çın öten kahkahalarıyla, patlayan sövgüleriyle ışıtıyor, canlandırıyordu. Kemal Tahir’deki iyimserliği başka hiç kimsede görmedim. İnsanın yiğitliği, zor yerlerde, dar geçitlerde belli olur. Kaç kez denemişimdir, Kemal zor koşulların, kötü yerlerin, dar geçitlerin yiğit arkadaşıydı.”

        *

        İşin ilginç yanı Kemal Tahir’in eserlerinde kendisine yapılan bu zulme dair tek satır yoktur.

        *

        Hayatının son demlerini, şimdi Suadiye’de müze haline getirilmiş olan, Küçükağa Sokak’taki evinde geçirdi.

        Tanıyanlar der ki, “Allah herkese Kemal Tahir’in kardeşlerine benzeyen kardeş nasip etsin!” Onunla beraber aynı koğuşlarda yatan kardeşi Nuri ile küçük kardeşi Ratip… İkisi de çalıştı, ağabeylerinin geçim sıkıntısı çekmemesi için ellerinden geleni yaptılar. İkisi de ağabeylerinin “yaşamak için yazmadığını, tam tersine yazmak için yaşadığını” biliyorlardı. Amacı yazarak geçimini sağlamak değildi Kemal Tahir’in. O, o işi hapishanede takma adla polisiye romanlar yazarak yapmıştı. Şimdi dışarıdayken hapishanede kafasında olgunlaştırdığı “tarih tezini” roman formatıyla aktarması gerekiyordu. Şimdiye kadar Osmanlı tarihi yanlış okumuştu Türk münevveri. Marksizm kendilerini Marksist sanan Türk solcularının bildiği şey değildi! Marks’ın Avrupa’nın sınıflı, sanayi toplumları için geliştirdiği tezler, bizim gibi bugüne “sınıfsız” gelmiş, mülkiyetin padişaha ait olduğu bir topluma uzaktı. Bunları anlatması lazımdı. Onun için yazmalıydı, yazdıklarını bir geçim aracı haline getirmeden...

        Mezarı başındaki konuşmasında Aziz Nesin kardeşlerinden da bahsetmişti.

        Aziz Nesin’e göre kardeşleri Kemal Tahir’in “yeryüzü için yaşadığını” biliyorlardı. O yüzden kendilerini onun yoluna adamışlardı. İki güçlü destek, iki koltuk değneğiydi.

        Artık bir buluşma mekanı haline gelen evine kitapları sığmıyordu. Bir gün Aziz Nesin’e, “Arkadaş, bu kitapları ne yapacağız yahuuu?” diye sormuştu. Aziz Nesin’e göre zengin kitaplığına verdiği değer, okuduğu her kitaba yazdığı notlardan geliyordu. O kitapların her sayfasında bulduğu her boşluğa fikirlerini yazmıştı. Aziz Nesin şöyle devam eder o meşhur mezar başı konuşmasında:

        “Bir gün zengin kitaplığındaki kitaplarını inceleyenler, o kitapların satırları arasına yazılmış çok özgün düşünceler, eleştiriler­le birlikte çok ağır sövgüler de bulacaklardır.

        ‘Ben bir Vakıf kuracağım Kemal’, dedim.

        ‘Çok iyi olur, çok iyi’, de­di, ‘Ben de bir Vakıf kurayım. Hele sen bir kur da...’

        Kanser canavarını yendi, hem de nasıl yendi! Ama ölüm, o çileli altmış üç yıllık yiğit Kemal Tahir'i en zayıf yerinden, yüreğinden vurdu.”

        *

        O gece oldu ne olduysa...

        Sene 1973, aylardan Nisan’dı. Gecenin bir saatinde eve dönerken apartmanın giriş merdivenlerinde takati kesildi. Girişteki komşunun kapısını çaldı koluna girmiş olan eşi Semiha Hanım. Bir koltuğa yığıldı hemen. Güçlükle nefes alıyordu.

        Mehmet Barlas’ın evinden dönüyorlardı karı-koca. Yemek davetine gitmişlerdi. Ondan başka yemekte İsmail Cem, Ali Sirmen, Mete Tunçay ve eşleri vardı. Kemal Tahir’in olduğu yerde mutlaka bir mesele tartışılırdı. Daha doğrusu herkes susar o konuşurdu. Aslında uzun bir süreden beri fazla konuşmuyordu. Akciğer kanseri olup ciğerinin tekini aldıkları günden beri… Çok az konuşuyor, daha çok tefekküre dalıyordu.

        O gece de öyle olmuştu. Ama o günlerin genç akademisyeni Mete Tunçay, Kara Kemal bahsini açınca kendini tutamamıştı. Hele hele Mete Tunçay; “Kurt Kanunu” romanına kahraman yaptığı İttihatçıların eski İaşe Nazırı Kara Kemal’e “Nasıl olur da Marksist analizler yaptırırsın?” diye “çıkışınca” nevri dönmüş, eşi Semiha’ya “Burada daha fazla durmanın manası yok” deyip ayrılmıştı evden.

        Marksizm ve kendi toplumları hakkındaki cehaletlerini yüzlerine vurduğu için fikirlerini pek beğenmeyen bazı solcu aydınların yakıştırmasıyla eğer “Tahiri” diye bir tarikat varsa, o tarikatın baş müritlerinden birisi sinema yönetmeni Halit Refiğ’di. Hatıralarında Kemal Tahir’in Mehmet Barlas’ın evine gitme anını da anlatır.

        Ona göre hadise şöyle vuku bulur:

        Halit Refiğ çoğu zaman olduğu gibi yine Kemal Tahir’in evindedir. Kemal Tahir, Mehmet Barlas’ın davetinden bahseder ona. Ancak, “Soldaki Bölünmeler” kitabının yazarı Mete Tunçay’ın da davetli olduğunu ama onu görmek istemediği için gitmeyeceğini söyler. Halit Refiğ, o kitabı Mete Tunçay’ın değil Çetin Yetkin’in yazdığını, Mete Tunçay’ın kitabının adının “Türkiye’de Sol Akımlar” olduğunu anlatır ona. “Öyleyse ben Barlas’ın davetine gideyim” der Kemal Tahir, Barlas’a telefon eder, davete katılacağını söyler. Eşi Semiha Hanım’la kalkar gider.

        Sonrası sekteyi kalptir.

        Halit Refiğ şunları da yazar:

        “Onu Mehmet Barlas’ın evine gitmesi için teşvik etmekle çok mu yanlış yapmıştım? Ömür boyu karşılığını veremeyeceğim acı vicdani sorunlarla yaşıyorum.”

        O gece o yemek davetinde bulunanlardan birisi de Ali Sirmen’di. O da şöyle anlattı o geceyi yıllar sonra gazeteci Gülden Aydın’a:

        “O gece Mete Tunçay, Kemal Tahir’e yanlış tarih tezleri ürettiğini, kitaplarının olsa olsa erotik değeri olduğunu söyledi. Kemal Tahir'e tarih tezi hazırlamayı yasaklamak gerektiğini söyleyince biz de ona ‘Sen 12 Martçı mısın?’ dedik.

        Kemal, pencere önünde oturuyordu. Bir ara sırtını şöyle bir yaptı. ‘Soğuk mu geliyor?’ diye Mehmet Barlas koştu. Çok iyi ev sahibidir. Kemal Tahir, ‘Yok’ dedi.

        Belki kalp krizi geçiriyordu. Yemekte içli köfte, lahmacun vardı. Kemal Tahir erken kalktı. Hepimiz asansörün yanında dizilmiş onu geçiriyorduk. Ama ölümünün Mete Tunçay'la tartışmasından kaynaklandığını sanmıyorum. Halit Refiğ'in öyle ilginç fikirleri vardır ki bende zaman zaman gülümseme uyandırır. Beni mazur görsün. Bu yazısı da böyle oldu. Bu yüzden ‘Alarefiğdir’!”

        *

        Komşunun evinde, yığıldığı koltukta can veren Kemal Tahir’den geriye yazdığı binlerce sayfadan başka, binlerce kitapla dolu bir ev kaldı. O evde küçük kardeşi Ratip “mirasını” beklemeye başladı.

        Müzehher Va-Nu, “Bir Dönemin Tanıklığı” adını verdiği hatıratında Ratip’ten ve Kemal Tahir’in babasından kalan ve devlet tarafından el konulan kılıcından da bahseder.

        Müzehher Hanım’a göre, Ratip ağabeyinin gençliğine çok benziyordu. Yalnız daha ufak tefek ve zayıftı. Avareydi. Namusluydu. Efendiydi. Hiç evlenmemişti. Özel şoförlükten taksi şoförlüğüne, otel müdürlüğüne kadar bulduğu her işte çalışmış, kazandığını da getirip ağabeyine harcatmıştı. Ölünceye kadar yanından ayrılmadı, öldükten sonra da yengesini yalnız bırakmadı. Semiha Hanım ölünce de o evde tek başına kaldı Ratip… Kitaplarının gönüllü bekçisiydi.

        Avareliği ona pahalıya patladı. Perdeleri sevmezdi. Geceleri evde otururken perdeleri hiç çekmezdi. Sokaktan geçenler evin içini görür, durup seyrederlerdi.

        *

        Kardeşin kardeşi vurduğu 1970’li yıllar... Devlet silahtan çok kitaptan korkuyor. Bir “anarşist” yakaladıklarında önce suç aleti olarak kitapları sayıyor, onları gösteriyorlar aleme. Bir devriye ekibi bir gece vakti Küçükağa Sokak’tan geçerken, perdeleri sonuna kadar açık duran evin penceresinin önünde durur. Aman Allah’ım o da ne? Duvarlar boydan boya kitaplarla dolu… Tavana kadar, silme… Gökte aradıkları yerde çıkmıştı karşılarına. Burası olsa olsa bir “hücre evi”ydi. Yoksa kim bu kadar kitap doldurur bir eve? Kim okur bu kadar kitabı? Okumuşsa eğer kim bilir beyninde ne çok zararlı fikir vardır vatan haininin! Hayda, kitap yetmezmiş gibi duvarın boş kalan bir yerinde de bir kılıç asmış anarşist! Kimin lan bu ev! Kitapla kılıç… Mutlaka başka silahlar da vardır.

        Zırrrr kapı… Gelenler polis. Ratip evde bir başına. Polisin ne işi var ki burada? Kendini biliyor, işinde gücünde, avare bir adam… Anarşiyle, sağla solla ilişkisi yok! Ömür boyu şoförlük, otel müdürlüğü yapmış. Tek bir gün dahi karakola düşmüş değil.

        Kapıyı açar, içeri giren polis evin kimin evi olduğunu sorar. O da evin yazar Kemal Tahir’in evi olduğunu, vefat ettiğini, şimdi evin bir vakfa dönüştüğünü, onun da eve bekçilik yaptığını söyler polise.

        Polis duvardaki resmi sorar:

        “Şu kimin resmi?”

        “Nazım Hikmet’in.”

        “Kaldır onu oradan.”

        “Ya şu koca fotoğraf?”

        “Ağabeyimin, Kemal Tahir’in.”

        “Hımmm. Ya şu duvarda asılı kılıç neyin nesi?”

        “Tarihidir… babamdan kalma.”

        Babası Tahir Bey’in 2. Abdülhamit’in marangozhanesinde çalışan namlı bir marangoz ve aynı zamanda Hünkar yaverlerinden biri olduğunu, bu kılıcın o yaverlik günlerinden en büyük oğlu, rahmetli Kemal Tahir’e kalan tek eşya olduğunu polise anlatmaz, polis de bu kadar izahat istemez zaten.

        Evi aramaya başlarlar. Yazı masasının çekmecesinden kabzası işlemeli bir altıpatlar da çıkmaz mı?

        “Ya bu ne?”

        “O da antika… Dedemlerden kalma…”

        “Sen onu mahkemede anlatırsın.. haydi karakola…”

        Müzehher Hanım’ın verdiği bilgiye göre Ratip, Erenköy Karakolu’nda tam dokuz gün kaldı. Mahkemeye çıktı, salıverdiler. Tabancayı bin bir zahmetle geri aldı.

        Ama kılıç? Kılıcın akıbeti meçhul. Karakolda mı kayboldu, adli emanetin deposunda mı bilinmiyor.

        Kitap ile kılıç aynı duvarda… Polisin gözünden kaçar mı?

        *

        Bundan sonra ne zaman birisi “helalleşme” dese bana, ona şu soruyu soracağım:

        “Sahi, Kemal Tahir’in padişah yaveri babasından kalma kılıcı sence nerde acaba?”

        Diğer Yazılar