Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bir yalnızın bir bayram günü, tek başına yaptığı sabah kahvaltısı kadar kederli, hüzün verici çok az durum vardır bence bu hayatta.

        *

        Çocukken ben, Ramazan ayını sahura kalkmak için dört gözle beklerdim. Oruç tutacak yaşa gelmediğim için de annem uykum bölünmesin diye bazen uyandırmaz, olur da gürültüye kendim uyanmamışsam ertesi güne ağlayarak başlardım.

        Kaçırdığım şey sahurda yenen yiyecekler değildi, gecenin yemekle hiç ilişkisi olmayan bir vaktinde hep birlikte bir ritüeli tekrarlar gibi oturulan sofradaki şenlikti belki de kaçırdığımı sandığım şey.

        Kalabalık bir ailede sofraya hep birlikte oturmak, aynı yiyecekleri bölüşmek, herkesin yemek yerken aldığı hazzı onlarla paylaşmak, yemek pişirenin -ki bir aşçının hayatta en büyük beklentisi pişirdiği yemeğin yiyenler tarafından beğenildiğine şahit olmasıdır- kimse sesini çıkarmadıysa “beğendiniz mi?” diye sofradakilere ürkekçe sorması aile olmanın en güzel yanıdır.

        Bir lokmayı bölüşüyorsan birisiyle onunla kardeşsin demek.

        *

        Çocukken Ramazanı sahura kalkma oyununu oynamak için nasıl sabırsızlıkla bekliyorsam, bayramı da aynı şekilde, kalabalık ailede hep birlikte yapılan sabah kahvaltısı için beklerdim.

        Uyandığımda babam, ağabeylerim çoktan bayram namazını kılmış, mezarlığa gitmiş, kışsa eğer annem sobayı yakmış, kavurma, tereyağı kokuları arasında açardım gözlerimi.

        REKLAM

        Bayram gününün sabah kahvaltısı bir tür sahurun devamı gibi olurdu. Tam teşekküllü bir sofrada mutlaka kavurma, yanında üstünde kızgın tereyağı gezdirilmiş pilav, hoşaf, içine un, şeker ve ceviz içi ve tereyağı karışımı doldurulup üstü yumurta sarısıyla sıvanmış ve tandırda pişen “kade” ve başka kahvaltılık şeyler olurdu. “Kade” sadece bayram günleri için yapılırdı.

        Bu saydığım şeyler işin bahanesi; hepsi bayram olmayan bir günde de konabilir sofraya ama bir bayram günü sabahında sofrada ne olduğu değil kimin olduğu sorusudur mühim olan ve bu soru yaşadıkça bir daha da çıkmaz insanın aklından.

        Kalabalık bir ailede yapılan bayram sabah kahvaltısında insan sanki ilk defa o an birbirinin farkına varır.

        *

        Şimdi bunları yazarken kuşkusuz “nerede o eski bayramlar” yazısını yazmak değil amacım.

        Yazılarına eski İstanbul’un kokusu sinmiş olan “Şehir Mektupçusu” Ahmet Rasim’in 1920’lerin başında yazdığı bir bayram yazısı her bayramda mutlaka gelir aklıma. Üstat yazsısında, “nerede o eski bayramlar” nostaljisinin derinliklerinde dolaşıyor, 1920'lerdeki bayramların tatsızlığından, tuzsuzluğundan, ruhsuzluğundan dem vuruyordu.

        Demek ki zaman boyutunda ne kadar geriye gidersek gidelim, hep eski biçimlerden değişmiş yeni biçimler çıkar karşımıza. Çocukluğumuz zamanın hangi boyutuna tekabül etmişse en güzel hatıralarımız orda donar; sonradan güzel diye peşine düştüğümüz her anıyı, geçmişte donan o çocukluk anı resminin arabında arar dururuz.

        Oysa güzel olan eski bayramlar değil, çocukluğumuzdur.

        Değişen bayramlar değil, biziz.

        Bir daha yaşayamayacağımız çocukluğumuzdur eski güzel bayramlar.

        *

        “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem/Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” şiirini yazan, Dersim tedibinden sonra ailesiyle Bilecik’e sürgüne gönderilen Cemal Süreya o sürgünlüğü şöyle anlatır.

        REKLAM

        “Bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde… Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler… Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”

        İstanbul’da Haydarpaşa Lisesi’ne yatılı yazdırdılar Cemal’i. Annesi ölünce eve annesinin yerine sığmayan bir üvey anne geldi. Babası karısını çocuklarından çok seviyor olacak ki, “Sizin hiç babanız öldü mü?” şiirini babasının ölümünden dört sene önce yazdı.

        Bu yüzden tatillerde eve gitmek istemedi.

        Bayram günlerini o yatılı okulun gri, soğuk duvarları arasında geçirdi. Belki de yine bu yüzden hiçbir bayram günü ailesiyle birlikte bir bayram kahvaltısı yapmadı.

        Şiirsel “duyarlığı” çokça sürgündeki “o çocukluk izlenimleri”, bir de tatillerini geçirdiği o paslı demir tadındaki yatılı okulda biçimlendi.

        Başka bir yalnızın, yalnızlıktan şiir söyleye söyleye ölen Cahit Sıtkı’nın da “Bir Bayram Yemeği” şiir vardır, o da der ki:

        “Korkarım felekte bir gün

        Bir bayram yemeğinde.

        Anam, babam gibi kardeşlerimde,

        En güzel dalgınlığında ömrün.

        Beni gurbette sanıp

        Keşke gelseydi bu bayram

        Diyecekler.

        Ve birdenbire yürekler,

        Aynı acıyla yanıp

        Hepsinin gözleri yaşaracak.

        Öldüğümü hatırlayarak.”

        Cahit Zarifoğlu biliyordu bu hali, bu yüzden, “İyi bayramlar ey hüzün” mısraı dökülmüş kaleminden.

        *

        Bir annenin başına gelebilecek en büyük felaket, çocuğunu yatılı okula kendi eliyle teslim etmektir. Beni bayrama yakın bir zamanda annem teslim etti yatılı okula; dünya onun üzerine, karşımdaki dağ benim üzerime yıkıldı.

        REKLAM

        Çetin Altan’ı ise çocukluğunda doyasıya bayram sofralarına oturmadan babası alıp götürdü yatılı okula. O anları şöyle anlatır bir bayram günü yazdığı yazıların birinde:

        “Tanışık ailelilerin birbirlerine ‘bayram ziyareti’ne gitme geleneği sürüp giderdi.

        Babamla annem, bayram ziyaretine çıktıklarında, beni de yanlarına aldıklarında; babamın ağzından, tam kapının zilini çalarken, anneme dönüp:

        ‘İnşallah evde yoklardır da bir kart bırakır gideriz. Daha gidecek çok yerimiz var,’ dediğini çok duymuştum.

        Bütün bunlar, 1936 yılının Eylül ayı sonunda bitiverdi.

        Sabah erkenden kalkıp, Göztepe’den Ortaköy’e kadar gitmek zor diye; Eylül’ün son akşamı, babam bendenizi elimden tutup Göztepe’den Ortaköy’e Galatasaray Lisesi’nin ilkokuluna götürdü.

        Taşradan gelme 5-10 çocuk daha vardı ilkokulda.

        Ve babam, bendenizle vedalaşmadan bile ortalıktan kayboldu.

        Okul, gece yatılıydı. Orada 3 yıl, sonra da Beyoğlu’nda 7 yıl okuyacaktım.

        Ankara’ya epey önce tayin edilmişti babam. Beni okula bıraktıkları akşamın sabahında, yine gidiyorlardı.

        Ben ‘bekâr öğrenci’ olmuştum.

        Gecesi gündüzü, cumartesisi pazarı, bayram tatilleriyle birlikte hep okulda kalacaktık.

        Bayram tatillerinde; çok uzaktan da olsa, ziyaretine gidecek bir akraba arardım.

        Gittiklerim de, kendimi tanıttığımda çok şaşar; başlarına dert olmamdan çekinirlerdi.

        İnsan yaşlandıkça çocukluk yıllarını, öğleyin yediği yemekten daha iyi hatırlıyor.

        Çünkü o yıllarda ‘hafıza’ çok taze, çok daha keskin kaydediyor anıları.

        Yıllar geçtikçe başka organlar gibi, o da aşınıyor, eskimiş taş plaklara dönüşüyor.”

        REKLAM

        *

        İnsan, sadece bayram kahvaltısı için bile olsa büyüdüğünde çocukluğunu özler.

        Kalabalık bir ailede, bir bayram günü, cümbür cemaat hep birlikte yapılan bir sabah kahvaltısı kadar bir insana daha çok mutluluk verebilecek bir an şu yaşıma kadar gelmedi hatırıma.

        Diğer Yazılar