Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bu şehirde olmuş her şey. Burada doğmuş şairler, şair olmak isteyenler buraya koşmuş. Burada yazılmış o büyülü şiirler. Burada gelmiş ilham çoğuna, çoğu bu şehirde kesilmiş şiirden. Bu şehirde ölmüş çoğu, bu şehirde yeniden doğmuş daha önce başka şehirde doğan şairler.

        Hangi sokağına adımımı atsam biri çıkıyor karşıma. Hangi binaya baksam orada yaşanmış bir hatıra canlanıyor gözümde. Hangi bahçeyi görsem bir ağacın duldasına sığınmış bir şair görüyorum yatarken, hangi iskeleye baksam vapura geç kalmış bir muharrir koşuyor yanımdan.

        *

        İttihatçılar baskına gidiyor gündüz gözüyle Babıali’ye, Enver beyaz bir ata binmiş… Ömer Naci delicesine bağırıyor, “gel vatandaş gel, gel darbeye gidiyoruz gel, katıl bize…”

        Yokuştan iniyorum aşağı; yıllar önce 1983 yazında, yayınlanacak ilk yazımı “Edebiyat ‘81”dergisine vermek üzere koşuyorum Vedat Günyol’un arkasından, telaşlıyım. Yüreğim mermi gibi delecek göğüs kafesimi neredeyse. Kıvrılmıştım Vezirhan caddesine, ilerde sağda bir handadır derginin bürosu…

        Bugün tekrar inerken aynı yokuştan, yoluma çıktı Ömer Naci, nereye çağırıyordu bilmem. “Gitme” dedi Attila İlhan arkamdan, “tekin adamlar değil İttihatçılar”…

        Bu şehirde;

        “ittihatçılar da vardı hilâl bıyıklıydılar

        sustasına basılmış birer çakıydılar

        mor kumrular patlıyordu câmilerden

        mavzerlerin gözü dönmüştü

        kara kalpaklıydılar

        bir tambur kanat çırpmasın ıtrî'den

        eksiksiz bütün ölmüşlerimiz ayaktaydılar

        kılıçlar çekilmişti bâkî’nin gazellerinden

        budin'den yaşlı sipâhiler

        ezan okumaktaydılar

        ertuğrul gazi mi tutmuştu

        kemal paşa’nın ellerinden

        oğuzlar mıydı yoksa bismillâh

        yeniden başlamaktaydılar”

        *

        Yaşamış, ömrünü burada geçirmiş, bir semtine uğramış, bir gecelik konuk olarak kalmış kim varsa, herkes bu şehri anlatmış. Bu şehir ki yapıştı mı düşmez yakandan… Bu şehir ki bulaştı mı eline kiri geçirmez sebillerinden akan tekmil suyu… Bu şehir ki yaşamaya karar versen ölüm bile almaz onu senden. Buralı değilse bile her ölümlü bu şehirde olsun ister mezarı… Bu şehirde okumak ister mektebi talebe, bu şehirde karatahta başına geçmek ister her öğretmen…

        Bahar nasıldır bu şehirde bilirim

        Bilirim güzün gelişini haber veren yeli

        Kışı nasıldır bu şehrin yaşadım ben

        Yaz neleri getirir, giderek hangi hasretleri bırakır arkasından bu şehirde.

        Hasretseniz bu şehrin yazına, sorun, anlatırım size.

        *

        Yaşayanlar içinde Selim İleri bilir, bilirse o evi… Bazıları Şişli’de demiş, bazıları Akaretler’de, ama ikisi de değil, o ev Maçka’daydı. Defalarca dinlemiştim Vedat Günyol’dan. Hapishaneye girmeden önce, yıllardan beri hep aynı geleneği sürdürdü Sabahattin Bey (Eyüboğlu) o evde. O evde “Pazartesi toplantıları” düzenlerdi. O gün evinin kapısı herkese açık olurdu. Yiyeceğini, içeceğini alan kim olursa olsun o toplantılara gider, edebiyat, sanat, kültür muhabbetine diz kırardı.

        Maçka’ya gelince göz gezdirdim sağdaki soldaki apartmanlara. Tahmin etmeye çalıştım o evin yerini. Öyle güzel bir oyundu ki… Bazılarını kestirdim gözüme, yakıştırmadım bazılarını da…

        O ev de miydi Orhan Veli’nin; hani evin balkonunda biraz sonra eve doluşacak olanları korkutmak için dudağına bir cıgara asıp, boynuna ip geçirip kendini asmış numarası yaptığı, yapıp da birçok kişiyi inandırdığı… Bazıları Şişli’deki evde derler. Evin ne önemi var… Ben çoktan yerini bulmuştum muhayyilemde.

        Hani günün birinde Orhan Veli gelmiş eve de, kapı duvar… Pencereden bakmış, kapıyı çalmış, yok kimse evde. Cebinden çıkarmış küt kurşun kalemini, sarı yapraklı küçük defterinden bir yaprak koparmış ve yazmış beyti kağıda, geldiğini haber veren not diye yapıştırmış kapıya, o beyit şu şekildeydi:

        “Kapılar, pencereler savletime bigane

        Ses seda yok, bu değil sanki o devlethane”

        Eve gelince notu bulmuştu Sabahattin Bey. Beyit aklını başından almıştı. İlk aklına gelen Yahya Kemal olmuştu, ne yapıp edecek, bir an önce Yahya Kemal’in burun kıvırdığı o “zıpır oğlanın” yazdığı notu aha şiirin hası diye gösterecek ona. Zira ona göre bu beytin ancak Divan şiirine aşina olanlar varabilir künhüne. İnşasında muazzam bir ustalık vardır, rahattır, kastırık değildir, iki dize de dizginler şiirin gücünü, ancak usta biri bu deyimleri böyle seçebilir dil denilen ummandan…

        O Yahya Kemal ki kendinden başka şaire pek kıymet vermez. Ortalığa dal “Yaprak” atılmış o üç delikanlıyı önce küçümser, şairdir, erken görür farkına varır cevherin, ilk şiirlerini okuduğunda biraz da müstehzi bir edayla der ki, “Boks eldivenle yapılır, tabancalarını çekip çıkmışlar bu oğlanlar ringe”.

        Kafamı kaldırdım, bir balkon çarptı gözüme, sahi bu balkon muydu, o “geldim sizi evde bulamadım” notunu anlatan iki mısralık muazzam şiiri Orhan Veli şu kapıya mı asmıştı?

        Sabahattin Bey’in elinde o sarı saman kağıdına yazılı dizelerle Yahya Kemal’le karşılaşmasını tahayyül ettim bir süre. Götürmüş kağıdı ona, onca sevdiği gencin nelere muktedir olduğunu ille de gösterecek geçmişin ağıtçısı üstadı azama.

        Sabahattin Bey okumuş beyti Yahya Kemal’e. Büyük şair ki “gelse şiirin hası ayak sesinden tanıyan” biridir; bu yüzden hemen kulak kabartmış ona. Birincisinde sesini çıkarmamış, “Sabahattin tekrar oku” demiş sanki daha iyi duymak için eli kulağında. İkinci okuyuşta kafasını kaldırmış, “Vay yezid, vay” sözleri dökülmüş dudağından da başka bir kelam etmemiş.

        *

        Madem Sabahattin Bey’le Orhan Veli’den gideceğiz bugün, aynı ikili alıp beni Maçka’dan götürdü Ankara’ya.

        Gri, kurşuni bir renk kaplamış şehrin semalarını. Fakr-u zaruret içinde şehir, tekmil memleket de… Harbin matem rengi zulmüyle oturmuş üzerine. Memurdur Cumhuriyet aydınları bu şehirde. Hep birlikte bir hayat inşa ediyorlar bize. Bir milletin kaderi biçimleniyor ellerinde. Bize lazım olan tek şey “aydınlanma”dır, zira uzun, kapkaranlık bir tünelden geçerek çıkmışız “ışığın” olduğu o yere ama o zifiri karanlık bir kere yapışmış her yerimize, onu oradan silip atmak meşakkatli iş, aydınlar bu işi yapacak!

        Batı ve Rus edebiyatının külliyatından oluşan temel eserler Türkçeleşecek. Sabahattin Bey’i bu işle memur etmiş Maarif Nazırı Hasan Ali Bey. Onun arkasında da İsmet Paşa var. Başta Çehov’un “Vişne Bahçesi”, ‘Gogol’un “Müfettiş”i ile Gonçarov’un “Oblomov”u olmak üzere daha bir yığın önemli kitabın tercümesini borçlu olduğumuz mütercimlerden Erol Güney der ki; “O yıl 29 Ekim'de İsmet Paşa 100 klasik kitap istedi bizden... Topçu ya, tek topla savaş kazanılmayacağını biliyor. Savaş cephesinde nasıl 100 top lazımsa, kültür cephesinde de 100 kitap lazımdı. Sıvadık kolları...”

        Harıl harıl tercüme ediyorlar o büyük romanları, felsefe kitaplarını, piyesleri… Platon, Montaigne, La Fontaine, Shakespeare, Rousseau, Ömer Hayyam, Hafız’ı konuşturuyorlar Türkçe. Tercüme odasında doğmuş aydın, şimdi başka bir tercüme odasında emekliyor, serpiliyor, inşada devamlılık esastır, devlet geleneğimiz bunu öğretmiştir bize.

        Geceleri, tatil günleri, mesai dışı saatlerde Sabahattin Bey’in Yeniköy’deki evinde cem oluyorlar; Erol Güney, Orhan Veli, Pertev N. Boratav, Mustafa Nihat, Bedrettin Tuncel, Cahit Sıtkı Tarancı, Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Cahit Külebi, Azra Erhat müdavimleridir o evin.

        Modern şiire başkaldıran, şiire “nasırı”, “Mualla’yı”, “Süleyman’ı” sokan üç delikanlı, bir sopanın ucuna geçirdikleri “Yaprak” şeklindeki isyan bayrağını bu evde diktiler diyor bazıları.

        Haluk Oral, M. Şeref Özsoy anlatmışlar “Erol Güney’in Ke(n)disi” kitabında, oradan nakletmek düştü bana:

        O evde, güzel, genç bir kız sedire uzanmış, sevmediği bir yemeği zorla yiyen bir çocuk edasıyla ders çalışıyor. Odanın bir köşesinde de Veli’nin oğlu Orhan var, onun da elinde kalem kağıt şiir yazıyor. Şiir yazmak için ilham beklemez o, gördüğü her şey gözüne şiir görünür. Yazdığı şiiri kıza uzatır, “Sereserpe”dir şiirin adı:

        “Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;

        Entarisi sıyrılmış, hafiften;

        Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;

        Bir eliyle de göğsünü tutmuş.

        İçinde kötülüğü yok, biliyorum;

        Yok, benim de yok ama…

        Olmaz ki!

        Böyle de yatılmaz ki!”

        Adı Bella’dır kızın, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde kütüphaneci olarak çalışıyor, aynı zamanda da Almanca da öğretiyor çocuklara. “Bella” adı daha sonra “bela” olur başına. Sabahattin Bey ve Tonguç onu işe almadan önce İsmet Paşa’ya adının “Bella”olduğunu söylemişler, Paşa sorun yapmamış. Ama birkaç yıl sonra 1948’te Meclis’te verilen bir soru önergesinde, Köy Enstitüsü’nde öğretmen olmadığı halde bir Yahudi kıza öğretmenlik yaptırılıp yaptırılmadığı sorulur hükümete, kızı işten atarlar.

        Orhan Veli “Düşes” diye bir isim bulmuş ona. Her fırsatta kur yapıyor. “Karşı” Orhan Veli’nin son şiir kitabıdır, işte bu kitabı Bella’ya imzalarken, “Bu iş böyle yürümez duchesse!” diye yazmış ilk sayfasına. “Yaprak” antetli kağıda da her cümlesi “B” ile başlayan şu mektubu yazmış:

        “Bella,

        Bir gazeteci evinde mürekkep bulunamadı. Bu yüzden mektubumu kurşun kalemle yazmak zorunda kaldım, özür dilerim. Benim hakkımda ISTANBUL gazetesinde çıkan yazıdan dolayı yazdıklarınıza teşekkür ederim. Bununla beraber beni daha evvel yazılmış yazılardan daha iyi tanımak mümkündü. Burada, Seza geldiğinden beri, çok güzel vakit geçiriyoruz. Birkaç defa, Ralfi’ye, Lüküs Hayat operetinden parçalar söyledim. Bugün de o parçaları tekrar ettim. Benden, bilhassa bu noktayı yazmamı isteyen Seza’dır. Bu hafta Ankara’da at yarışları başlıyor. Belki de kazanırız. Benimle ortaksınız. Bir vurgun vurursak haber veririm.

        Orhan Veli

        Bu mektubun bütün cümleleri tesadüfen, B ile başladı. Belki de Bella B ile başladığı için.”

        Mektuptaki gazeteci Erol Güney’dir. Seza ise Erol Güney’in baldızı, yani Dora… Bella Dora’nın kız kardeşidir.

        *

        Yapı Kredi Yayınları’nın satıldığı dükkandan çıktım. Aradığım “Obur Zihin” kitabının ikinci baskısını yapmışlar, aldım. Başka şehirlerde de kitapçı raflarında eşelenmek güzeldir ama bu şehirde aldığım her kitap sanki şehrin kokusunu benimle gezdirir gittiğim her yerde. Çıktım dışarı, tam karşımda Hacopulo Pasajı… Herkesin dikkatini çeker, avlusunda tuhafiye dükkanları, çay ocakları, kahvehaneler, kebapçılar vardır. Geçitin içinden geçerken, çoktan Ankara’dan gelmiştim bile. “Bella” alıp getirmişti beni buraya.

        Öyle bir şehirdir ki bu şehir, başka bir şehirde başlayan hikayeler mutlaka gelip burada biter. Bakın işte Yeşilçam filmlerine, şimdiki televizyon dizileri prodüksiyon maliyetlerini azaltmak için yapıyorlar bunu ama bu şehri hakikaten sevenler, hikayenin sonunu buraya getirirler bile bile. Çukura Ankara’da düşmüştü ya Orhan Veli, ölmek için bu şehre gelmişti hani, öyle. “Bella” da öyle…

        Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki iş akdi fesih edilince annesi almış kızını bu şehre getirmiş; bu Han’ın çekme katında, Boğaz’ın ve altınboynuz Haliç’in ayaklarının altına serildiği bir daireye yerleşmişler. Tam dört yıl yaşamış bu evde ana kız; tabi Orhan Veli onları çok az yalnız bırakmış. Eve gelir, bir köşeye siner, ana kızın konuşmalarını dinler, evde içki yoktur, arada bir aşağı iner Lambo’ya gider, yarım saat demlenir, tekrar eve gelirmiş. Bir seferinde evin cumbasında, Bella’yla oturdukları basamakta sızmış.

        Ölünceye kadar hep Bella’yı ziyaret etmiş Orhan Veli. Cenazesi, o güne kadar kaldırılmış en kalabalık şair cenazesi olarak geçer tarihe. O gün bu şehirdeki bütün kitapçı dükkanları kapılarına kilit vurmuş. Şairin mezar yerini de Urumeli Hisarına oturmuşum/Oturmuş ta bir türkü tutturmuşum” dizelerinden giderek Sabahattin Eyüboğlu seçmiş.

        Şairin ölümünden sonra Bella’yı mı merak ettiniz? Söyleyeyim.

        Orhan Veli’nin yattığı yere yakın olsun diye Bebek’e taşınmış. Bildiği Almancaya İngilizce, Fransızca, Yunanca ve İtalyancayı da eklemiş. Evlenmiş daha sonra, bir kızı olmuş, kızı ona bir torun vermiş.

        Yaşıyor mu, ölmüş mü, öğrenemedim.

        *

        Bu şehre dair bir şeyler yazmak için oturdum bilgisayarın başına. Yazı bu şehirden alıp götürdü beni başka yere ama yazıya konu olanlar gibi hep birlikte döndük başladığımız yere. Kavafis bir asır önce yazmıştı ya bu halin şiirini, bu şehirde buldum o şiiri de… şiir şöyle:

        “Yeni bir ülke bulamazsın,

        başka bir deniz bulamazsın.

        Bu şehir arkandan gelecektir.

        Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.

        Aynı mahallede kocayacaksın;

        aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

        Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

        Başka bir şey umma-

        Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.

        Ömrünü nasıl tükettiysen burada,

        bu köşecikte,

        öyle tükettin demektir

        bütün yeryüzünde de.”

        Diğer Yazılar