Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ankara-İstanbul uçağında “memlekette ona benzer hukukçular varsa umut vardır” dedirten önemli bir hukuk adamıyla yan yana düştük. Sohbet koyulaştı. İkimizin de ülke meselelerine bakışı birbirine çok yakındı.

        Nasıl olduysa şu yüksek mahkemelerin (Yargıtay, Danıştay, Sayıştay) adının sonuna eklenen “TAY”lara geldi söz bir ara.

        Sanırım Latin alfabesine geçiş sırasındaki sancılardan konuşuyorduk. 1930’lu yıllarda Nazi zulmünden kaçıp memleketimize sığınan, burada filolojinin temellerini atan Yahudi bilim adamlarından Erich Auerbach’ın İstanbul’dan, arkadaşı Johannes Oeschger’e yazdığı bir mektupta sözü Türkiye’deki “dil devrimine” getirip iş “eski yazının yürürlükten kaldırılması, Arapçadan alınmış kelimelerin atılması ve yerlerine ‘Türkçe’ ya da kısmen Avrupa dillerinden alınmış kelimelerin konması yoluyla dilin tümüyle bozulmasına kadar vardı: Eski edebiyatı okuyabilecek tek bir genç bulamazsınız; düşünce alanında son derece tehlikeli bir yönsüzlük söz konusu,” demesini hatırlatınca hukukçu dostum büyük filoloğun o sırada yaptığı tespite önce şaşırdı, sonra da o tarihlerde kanun metinlerinin Latin alfabesine çevrilmesi sırasında ortaya çıkan hukuk facialarından bazı örnekler verdi.

        Ama benim aklım “TAY”lardaydı. “Dil Devrimi” beraberinde muazzam bir kelime “uydurma” furyasını da getirmişti. Önüne gelen yeni bir kelime “uydurup” ortalığa atıyordu. “Cerrah” yerine “yarman”, “mühendis” yerine “ölçmen” önerenler oldu. Danıştay, Yargıtay, Sayıştay kelimeleri de bu sırada ortaya çıktı. Zamanla bu kelimeler tuttu ama “yarman” tutmadı; “cerrah”, “cerrah” olarak kaldı. (İşin ilginç yanı biz dilimizin sağıyla soluyla oynarken, aynı sırada Sovyetler Birliği’nde de bizimkilere benzer “uydurukçu” uzmanlar işbaşındaydı ama onların bizden bir farkı vardı, Kiril alfabesini Latin alfabesiyle değiştirmemişlerdi.)

        Lafın tam burasında hukukçu dostum şahane bir anekdot anlattı. Süleyman Demirel’in iktidarda olduğu yıllar… Bir yığın icraat “yasaklara” çarpıyor, hemen Danıştay devreye giriyor. Yargıtay da başka davalarda sorun çıkarıyor ona… Bir sohbet sırasında Demirel’e bir dostu gidişatı sorunca Demirel şu cevabı verir:

        “Şu TAY’lar olmasa bizim KIRAT şahlanacak da TAY’lar engel oluyor.”

        Uzun bir süre, şahane bir fıkraya güler gibi güldük. İkimiz de Demirel’in köyden alıp şehirde siyasetin diliyle yoğurup büyük bir ustalıkla herkese gösterdiği keskin mizahına şapka çıkardık ama yolculuk daha bitmemişti.

        *

        Hukukçu dostuma; bir yazımda “Süleymaniye Camii” yazınca, Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk Hoca’nın arayıp neden “camii” yerine “camisi” yazmam gerektiğini uzun uzun anlatıp bana bir kitabına önsöz olarak yazdığı dile dair uzun ve öğretici makalesini gönderdiğini anlattım. Sami Selçuk Hoca’nın o makalesinde anlattığı meseleler, hukukçu dostumla uçaktaki sohbetimizin konusuydu zaten.

        Sami Selçuk, mezun olduktan sonra büyük şehirlerimizden birinde hakimlik stajına başlar. Başsavcı çağırır, odasında yer gösterir, o da oturur. Elinde purosu vardır savcının, bir nefes çektikten sonra, “Çok mu kitap okuyorsun?” diye sorar, o da “zaman buldukça”cevabını verir. Savcı okudukları arasında hukuk kitaplarının olup olmadığı sorar, “var”cevabını alınca, “Anladım” der ve bilgiç bir edayla ekler, “Bu meslekte başarılı olmak istiyorsan, onlardan uzak duracaksın! Nazariye başka uygulama başkadır.”

        Staj gördüğü adliyede Asliye Ceza Hakimi de o sırada ünlü bir tiyatro sanatçısının babasıdır, Sami Selçuk odasına girince mükemmel bir İstanbul ağzı ve teatral bir edayla şu öğüdü verir genç hakim adayına:

        “Hakim olduğun zaman kararlarını yazarken sakın ayrıntıya girme, açık verirsin. Kararın bozulur, notun kırılır, mesleğinde yükselemezsin. Kararlarını benim gibi kısa tut.”

        Gerçekten de o hakimin bütün kararları bir dosya kağıdının dörtte biri kadardır ve değişmez gerekçesi şu şekildedir:

        “Toplanan delâile, dosya münderecatına ve yapılan duruşmaya göre, failin cürmü işlediği sübut bulunduğundan…”

        Makalesinde işin yorum kısmında Sami Selçuk şunları söyler:

        “Demek yükselmenin yolu, tarafları ve herkesi inandırıp doyurucu ‘gerekçe’ler yazmaktan değil, açık vermemek için, kısa kararlar kaleme almaktan geçiyordu. İşin hilesini de öğrenmiştim. Buna uyup uymamak, artık bana kalmıştı.”

        Ben bunları anlatırken, şu andaki görevinden önce hukuk mektebinde verdiği dersler sırasında öğrencilerine anlattıklarından birtakım şeyler aklına gelmiş miydi dostumun bilmiyorum ama Sami Selçuk’tan bir anekdot daha anlatmam lazımdı.

        Sene 1993… Ege Bölgesinde uluslararası bilimsel bir toplantıya Alman bir yargıç da katılır. Yargıç meraklı, Sami Selçuk’tan Türk mahkemelerinde yapılan bir duruşmaya katılmak istediğini söyler.

        O da savcıyı arar. Misafir yargıcın bir duruşmaya katılmasını sağlamasını ister. Alman yargıç bir duruşmaya katılır, ertesi gün Selçuk ona izlenimlerini sorar, Alman yargıç konuşmak istemediğini, düşüncelerini yazarak bir mektupla bildireceğini söyler.

        Almanya’ya döner dönmez de yazar. Özetle der ki:

        “Sizler, anlaşılan bizden aldığınız yasaları çok değiştirmişsiniz. Ben çok ülke gezdim. Ama sizin ülkenizdeki gibi duruşma yapıldığına hiç tanık olmadım. Yargıçlarınız tarafları hiç dinlemiyor, sadece daktilo yazan yazmanlarla ilgileniyorlar.”

        Bu hikayeyi anlattıktan sonra, “Çünkü katip devlettir. Bu yüzden ‘yaz kızım’ başlığıyla bir mizah külliyatı vardır memleketimizde” dedim hukukçu dostuma, tekrar güldük ikimiz de…

        “Biz Medeni Hukuku İsviçre’den, İdare Hukuku’nu Fransa’dan, Ticareti Almanya’dan, Ceza Hukuku’nu İtalya’dan aldık” dedi Hoca.

        “Evet, Anglosaksonlardan sadece Soyadı Kanunu’nu almışız galiba. O da soyluluk, hanedan peşinden koşmanın önüne geçmek için olsa gerek… Anglosaksonlar çalı çırpı, hayvan böcek, dağ nehir soyadlarını seçerken, Avrupa’nın birçok milleti sonu “son”la, yani “oğlu” diye biten soyadları almışlar. Yeni bir genesis için eski kök ortadan kalkmalıydı bizde de sanırım bunu yaptılar, köksüzlüğe giden ilk adım...”

        “Biraz da Mustafa Kemal Atatürk’ün İngilizce bilmemesinde aramak lazım bu bölük pörçüklüğü…”

        “Haklısın” dedim hocaya. “Ama o kadar da kendimizi boşa çıkarmayalım. Bizim de çıkardığımız bazı kanunları alıp uygulayanlar var.”

        Hoca gülümsedi, devam ettim:

        “Mesela Stalin; 1936-38 arasında tarihe Moskova Duruşmaları olarak geçen ve 681 bin 692 kişinin ‘koyunları zehirlediği, standart denizaltı inşa etmediği, demir yollarına sabotaj düzenlediği veya Stalin’e suikast tertiplediği’ gerekçesiyle kurşuna dizildiği davaları gören mahkemeleri bizim İstiklal Mahkemelerimizi örnek alarak kurmuş. Tarihçi Halil Berktay’ın bu konuda birkaç makalesinde yazdıkları hep aklımda.”

        “Sahi ya, bunu hiç düşünmemiştim,” dedi dostum, ardından da “Ya o kadar insanı kurşuna mı dizmişler?” diye sordu hayretle.

        “Evet, o sırada ülke nüfusundan her 300 bin kişiden biri kurşuna dizilmiş.”

        *

        Tesadüfe bakın ki, o sırada Arthur Koestler’in “Gün Ortasında Karanlık” romanını yeni bitirmiş, bazı satırların altını çizmiş, uçakta biraz daha hazmedeyim diye yanıma almıştım.

        Kitap tam da muhabbetimiz sırasında sözün geldiği “Moskova Duruşmaları”na dairdi.

        Elimdeki kitabı sordu hukukçu dostum, anlatmaya başladım:

        Arhur Koestler 1940’ların sonlarına doğru en meşhur anti-komünist yazarı olarak bilinir. Macar asıllıdır. Hapishaneyi çok iyi biliyor. Bir komünist olarak İspanya iç savaşına katılmış, orada tutuklanmış, sonra Fransa’da bir yıl hapis yatmış, ardından İngiltere’ye kaçmış orada da hapishaneyi görmüş. Girdiği hiçbir hapishanede somut bir suçlamayla karşılaşmamış, George Orwell’ın deyimiyle o tarihlerde insanlar, “…. yaptıkları şey yüzünden değil, oldukları kişi, daha doğrusu, oldukları sanılan kişi yüzünden hapsediliyorlar”dı ki aradan yüz yıla yakın bir zaman geçtiği halde bu durum bütün siyasi davalarda hala öyle.

        *

        “Gün Ortasında Karanlık” romanında kendi hapishane deneyimlerini, Buharin ile Troçki’yi harmanlayarak yarattığı Rubashov karakteri üzerinden eski bir Bolşeviğin tutuklanması, itiraflara zorlanması ve kurşuna dizilmesini anlatır Koestler.

        Romanda ülke adı ve diktatörün adı verilmez. Stalin’in adı “1 Numara”dır, 1 Numara’dan şöyle bahseder yazar:

        “Kendi aralarında pek çok isim takmışlardı ona, sonunda 1 Numara tutmuştu. 1 Numara’nın çevresine saçtığı dehşetin en korkunç yanı, onun haklı olma ihtimaliydi; yani öldürdüğü kişilerin her biri, enselerine dayamış bir silah nedeniyle bile olsa, onun haklı olabileceğini kabullenmeleriydi. Kesin olarak bilinen hiçbir şey yoktur; yalnızca tarih denilen o alaycı kahine gönderilen talepler vardı. Ve o da talepleri dile getirenler toprağın altında iyice çürümeden kararını açıklamazdı.”

        Eski Halk Komiseri Rubashov, akıl almaz suçlamalarla karşı karşıya kalır. Hiç birisini kabul etmez. Sonunda aç ve uykusuz bırakılır, direnci düşer, her şeyi itiraf eder ve ensesinden bir kurşunla hayata veda eder.

        Roman, Rubashov’un zamanında kiracı olarak kaldığı evde yaşayan genç bir kızın, bir daireye ve kocaya sahip olmak için babasını gizli polise ihbar etmesini zihninden geçirdiği bir sahneyle sona erer ama romanın asıl aksı Rubashov ve iki sorgucusu İvanov ile Gletkin arasında geçen entelektüel mücadele üzerinde yürür. İvanov, Rubashov’un kuşağından eski tüfektir, yolda tökezler, o da kurşuna dizilir, Rubashov ise yeni kuşaktan, “iyi bir partili”, rejimin yarattığı insan tipinin mükemmel bir örneği olan Gletkin’le karşı karşıya kalır.

        Zihninde suçla suçsuzluk arasında bir ayrım yapamayan Gletkin tipini analiz eden George Orwell, onun hakkında şunları söyler:

        “Aklının aldığı tek eleştiri biçimi cinayet. Ona göre, Stalin hakkında saygısızca düşünebilen herkes doğal olarak onu öldürmeye kalkışabilir. Eski Bolşeviklerin zaafı onların özünde Avrupalı olarak kalmaları, yarattıkları yeni canavarlar ırkından çok devirdikleri topluma yakın olmalarıydı.”

        Aslında Rubashov da bir zamanlar bu genç gibi düşünüyordu, onun yaşlarındayken ve partide önemli bir mevkideyken, parti hakkındaki düşünceleri şöyleydi:

        “Parti sizden, benden ve bizim gibi binlerce kişiden daha fazla bir şeydir. Parti tarihteki devrim idealinin vücut bulmuş halidir. Tarihin çekincesi de tereddüdü de yoktur. O yolunu hiç şaşırmadan amacına doğru akıp gider. Yolunun üstündeki her dönemeçte fazladan taşıdığı çamuru ve ölülerin cesetlerini bırakır. Tarih yolunu bilir, hata yapmaz. Ve de… Tarihe yüzde yüz inanmayan kişilerin Parti’nin saflarında yeri yoktur.”

        Şimdi başkaları için düşündükleri kendi başına gelmiştir.

        Geçmişi mi? Onu da şöyle anlatır Koestler:

        “Rubashov’un tüm geçmişi bir yaraydı, sanki ve her dokunuşta iltihaplanıyordu. Geçmişini oluşturan devrimci hareket Parti’ydi. Şimdiki zaman da gelecek de Parti’ye aitti; her ikisi de yazgının ayrılmaz ve çözülmez yumağıydı ama geçmişi de aynı yumaktaydı.”

        İktidara geldikten bir süre sonra durumları hakkında şöyle düşünür Rubashov:

        “Hastalıklı bir yüzyılda yaşıyoruz. Hastalığın tüm sebeplerini mikroskobik bir dikkatle saptadık ama nereye bir neşter attıysak yeni yaralar açıldı. Halk tarafından sevilmemiz gerekiyordu ama bizden nefret ediyorlar. Neden böyle bir dehşet, tiksinti uyandırıyoruz?”

        “İktidar” kavramını yok etmek üzere “iktidara” gelmiş, halkı “yönetilme alışkanlığından” kurtarmak için “yönetime” gelmişlerdi. Ama durum öyle değildi:

        “Size gerçeği getirdik ama ağzımızdan yalanmış gibi çıktı. Size özgürlük getirdik ama elimizde kırbaç gibi göründü. Size capcanlı bir hayat getirdik ama sesimizin duyulduğu her yerde ağaçlar kavruluyor, kuru yaprakların hışırtısı kaplıyor ortalığı. Size gerçeği vaat ettik ama dilimiz dolandı, kekeledik, havladık…”

        Bunları düşünürken bireyin bir “hiç” Parti’nin de “her şey” olduğunu biliyor. Ağaçtan kopan dalın kurumaya mahkum olduğunu da…

        Bu yüzden sorgucusunun karşısına yaptıklarını inkar ederek durmaz Rubashov. Boyun eğip “itirafçı” olmaya karar vermesinin sebebi gördüğü işkenceler değildir; girdiği derin iç hesaplaşma sonucu inancını yitirmiş, içi bomboş kalmıştır. Nerdeyse, Buharin’in sözlerini bire bir tekrarlar hem yargıcı hem de celladına:

        “Kendime sordum, ‘Ben ne uğruna mücadele ediyorum?’”

        Her şeyden vazgeçer, çünkü buraya gelinceye kadar olup bitenlerde bire bir kendisinin de dahli vardır. Şu anda kendisinden hesap soran Gletkinler hep onların ürünüdür, devrimi ileri noktalara taşıma görevini Gletkinlere onlar vermiştir.

        *

        1941 yılında Koestler’in kitabıyla ilgili bir yazı yazmış olan George Orwell, “Moskova Duruşmaları”yla ilgili de şunları söyler:

        “Moskova Duruşmaları korkunç bir manzaraydı ama eski Bolşeviklerin geçmişini hatırlayınca birey olarak onlara üzülmek zor. Onlar silaha sarıldılar ve silahla yok oldular ve Lenin gibi vakitsiz ölmediği sürece herhalde Stalin’e de aynısı olacak.”

        Orwell’in kehaneti tutmadı, Stalin’in ölümü pek “vakitsiz” olmadı, 75 yıl yaşadı ama ölümünden sadece üç sene sonra Partisi 20. Kongrede onu “cani” ilan etti.

        *

        George Orwell, bu duruşmaların yaşanmış olmasını “ürkütücü” bulmaz, sonuçta her rejim sağlamlaştıkça sertleşmek zorundadır amenna; ona göre en “ürkütücü” olan Batılı aydınların onları “mazur” görmeye hevesli olmalarıdır. En sıkı Rus severler bile, kurbanların itham edilen suçları işlediklerine inanmaz ama kurbanlar “aykırı fikirleriyle” rejimi zedelemiş, onu zayıf düşürmüşler; bu yüzden de sadece kurşuna dizilmeyi değil, yalan ithamlarla “iftiraya” uğramayı da hak etmişler.

        *

        Üç Moskova Duruşmasında da savcı ve mahkeme başkanı değişmedi. Savcısı; daha sonra Dışişleri Bakanlığına getirilen Andrey Vişinski, Mahkeme Başkanı ise zaman zaman infazları bizzat gerçekleştiren Vasiliy Ulrikh’di.

        Bizim İstiklal Mahkemelerimiz de tarihe “Üç Aliler Divanı” (Kel Ali, Kılıç Ali, Necip Ali) olarak geçti. Alilerden ikisi hukukçu değildi. Kararları kesindi.

        *

        Cumhuriyetten önce karısını öldürmüş, yargılanıp ceza almış, uzun bir süre yatmış, daha sonra da affa uğramış eski bir İttihatçıyı çıkarırlar Divan’ın karşısına. Sanık, mahkeme başkanı Kel Ali’nin yakın arkadaşıdır, ifadesini alır bırakırlar sanır adam, güle oynaya çıkar Divan’ın karşısına, isnat edilecek somut bir suç bulamadıkları için “karısını öldürmekten” idamına karar verirler.

        Jandarmalar apar topar idama götürürlerken arkadaşı Kel Ali’ye bağırır:

        “Ali ne oldu?”

        Kel Ali cevap verir:

        “İnkılap oldu!”

        *

        Uçak İstanbul’a indi. Bizi aldılar, yolcu salonuna giden otobüste de konuşmaya devam ettik. Kısa bir yolculukta, uzun bir sohbetin sonunda söz bizdeki Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuru hakkına geldi.

        “Uzun yıllardan beri hukuk alanında atılmış en büyük adımdır” dedi dostum.

        “Başka ülkeler de bu kanunu bizden almayı düşünüyorlar mı?” diye sordum.

        "Düşünenler var," dedi.

        Vedalaştık.

        Diğer Yazılar