Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Anneler Günü, Babalar Günü, Gazeteciler Günü, Sigarayı Bırakma Günü, Kadınlar Günü, Tiyatrolar Günü, Barış Günü, Öğretmenler Günü ve adını sayamadığım bir yığın “özel gün” var bizde ve dünyanın her yerinde…

        İsveç’te de özel günlerin içinde bir gün vardır ki adına “Şeker Günü” derler; kendi dillerinde “lördagsgodis” diyorlar, “lördag” “cumartesi” demek, “godis” de “şeker”… “Cumartesi şekeri” desem, kötü çeviri olur, “ne şeker gün” anlamında “şeker cumartesi” demek daha doğru geliyor bana.

        İsveçliler bugünü yılda bir defa kutlamıyorlar, onlarda her cumartesi “şeker günü”dür. Çocuklar cumartesi günlerini iple çekerler. O gün bütün çocuklara (çocukları bahane ederek büyüklere de) her türlü şeker serbesttir. O gün şekerci dükkanlarının önünde kuyruklar oluşur, herkes kesekağıdı dolusu şeker alır, evlerinin yolunu öyle tutarlar. Anneler babalar çocuklarına o gün ne kadar şeker yiyebilirseniz yiyin derler ama haftanın öbür günleri hiç şeker istememek şartıyla.

        Çocuklar da bunu bilir, o gün yiyebildikleri kadar yer, bir sonraki cumartesi gününü bir derviş sabrıyla beklerler.

        Ah ne şeker gündür o cumartesi!

        *

        “Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler” dediğine göre şair, şekerle çocuk, çocuklukla şeker arasında kopmaz bir bağ vardır. Şeker her toplumda o kadar “kıymetli” bir şey olagelmiştir ki tarih boyunca, bizde bir ay oruç tuttuktan sonar “şükür” deyip bitme günü bayrama dönüşürken, biz “şükrü” de “şekere” çevirmiş, yüzlerce yıldan beri o gün avuç avuç şeker yemiş, çocukları şeker toplasınlar diye sokaklara salmış, şekerli tatlılara ağırlık vermiş, bayrama bambaşka bir içerik kazandırmışız.

        Kötü değil bunu yapmış olmamız zira hepimize, çocukluğundan kalma bir akide şekeri kıvamında, rengarenk jelatininden çıkmış, birbirinden farklı bir bayram anısı hediye bırakmıştır, müteşekkiriz bunu yapmış olanlara.

        *

        Şekeri Hakkari merkezden değil, bize daha yakın olan Irak’ın Amêdî’ye şehrinden getirirdi babam. Katır yükünden çıkardı gecenin hep geç bir saatinde… Kapının önünde hayvan kişner, babamın geldiğini haber verir, biz de uykunun hangi derin alemindeysek oradan çıkar, onu karşılamaya giderdik. Yükten çıkan her şey, taze şehir kokusunu getirirdi evimize. Her şey karanlıkta parlardı. Annem için fistanlık simli kumaş da babamın ticaret aracı haline getirdiği sigara kağıtları da gislavet (cızlavet derdik) ayakkabılar da…Hele şekerler… Küçük bir top mermisine benzer, beyaz yekpare bir şeker sarıldığı bezin içinden çıkar, ortalığı beyaza keserdi… Kelle şekeri denirdi. Çekiçle kırılır, ufak parçalara ayrılır, kıtlama çayda kullanılırdı. Bu sert şeker kahvaltıda çayı tatlandırmak için kullanılmazdı. Onun için ayrıca bir torbada toz şeker olurdu. Onun da yarısını annem tatlandırıcı olarak ayırır, gerisini tencerede kaynatır, içine ceviz içi atar uzun süre kaynayıp böyle helva kıvamını alınca düz bir tepsiye döker, üstünü bir tülbentle örter soğumaya bırakırdı. Ona da “şekira kelandî” denirdi. “Pişmiş şeker” tatlı yerine geçerdi çoğu zaman, çoğu zaman da çay içerken çıkardı ortalığa. Ayrı bir kesekağıdında da çocukların eline tutuşturmak (ji bo deste biçûka) için şekerlemeler… Bizim gözümüz ondaydı. Babamın geldiğini duyan komşularımızın diğer çocuklarının da… Hepsi sıraya geçer, annem hepsini sevindirirdi.

        *

        Biz insanoğlunu sevindiren, onu mutlu eden çoğu kıymetli şey, bize benzer başka insanların teri, kanı, belki de canı pahasına elimize ulaşmış, bizi sevindirmiş, mutlu etmiştir. Ama nedense o hikayeleri merak etmeyiz. Elmas kadar meşakkatli bir insan emeği sonucu elimize geçmese de o tatlı şekerin çok acılı bir tarihi vardır. Sömürgecilerin en önemli ticaret aracı olmuş ilk başlarda şeker. Beyaz altın demişler önce ona… Şeker kamışından şeker elde edilebileceğini keşfedince hasır şapkalı adam, çok sayıda Afrikalıyı, yaşadıkları yerlerden alıp Karayipler’e, şeker kamışı tarlalarında köle olarak çalıştırmaya götürmüşler.

        Büyük İskender peşine kalabalık bir ordu takıp Pers Kralı Darius’un üzerine sefer eyleyip bozguna uğrayınca, yönünü şaşırıp memleketim Hakkari’den geçerek Trabzon’a varan savaş artığı “on binlerin” sırtlarındaki yüklerde muhtemelen babamın yükü kadar olmasa da az miktarda şeker de vardı. Avrupa’ya ilk defa şekeri onlar götürdüler. Ama götürdükleriyle kaldılar, gerisi gelmedi… Araplar Cebelitarık’ı geçip İspanya’ya gidince bu sefer onlara sadece Aristo’yu değil, şekeri de götürdüler. Haçlılardan geride kalanlar, geri geldiklerinde onlar da şeker götürdüler Avrupa’ya.

        Şeker kamışından şeker elde etmeyi ise ondan sonra Hintlilerden öğrendiler.

        Bundan 350 sene evvel Avrupa’da şeker, sadece kralların, kraliçelerin, kayzerlerin, kontların, düklerin ulaşabildiği bir şeydi. Sadece kraliyet ailelerinin yemeklerine şeker girebiliyordu. Tatlı yemek her insana nasip olmazdı. Şeker o dönemde tıpkı havyar gibi lüksün ve zenginliğin nişanesiydi. Şekeri olanın havası büyüktü. Asillerin sofrasına gelirdi.

        Yemeklerine şeker katabilenler zenginlerdi. Zenginliğini başkasının gözüne sokmak için tuzlu yiyeceklerine bile şeker katanlar varmış o dönemde. O kadar lüks bir üründü ki şeker, sadece kullanmak için değil, gösteriş için, masaları dekore etmek için bile kullanılıyor, şekerden tabaklar konuyordu bazı zengin sofralarına mesela.

        Şeker kamışından şeker elde edip bollaşınca pazarlarda ve buna bağlı olarak fiyatı düşünce avam da yavaş yavaş şekere ulaşabildi. Bir süre sonra lüks yiyecek statüsünden çıktı, tıpta da kullanılmaya başlandı, doktorlar güç toplayabilsinler diye hastalarına şeker yemeyi tavsiye ettiler. Sanayi Devrimiyle birlikte de hepten herkesin evine girdi.

        Bunu da Almanlara borçluyuz zira şeker pancarından şeker elde etmeyi dünyada ilk defa onlar keşfettiler.

        *

        Erzurum’la özdeşleşmiş kıtlama çay içmek (bizde de yaygındır), şekere ulaşmada güçlük çekilen zamanlara özgü bir gelenek olsa gerek. Zira ağzına atacağın sert bir parça şekerle -çocukluğumda şekeri biraz daha sertleştirmek için özel bir yöntemle ıslatır, sertleştirirlerdi- birkaç bardak çay içmek mümkün. Çay bardağının yarısına kadar şekerle doldurmak da, bolluk zamanlara özgü bir gelenek… Şimdilerde bile gidin mesela Hewlêr’e, siz istemeseniz bile önünüze gelen çay bardağı yarısına kadar şekerle doludur, en azından ben en son gittiğimde de öyleydi, hatta oradayken bir hükümet yetkilisine “bizdeki şapka devrimine benzer bir şeker devrimi lazım size, bardağın yarısını şekerle dolduran birkaç çaycıyı sallandıracaksın, bakalım yapıyorlar mı bir daha” diye şaka yapmış, sonra da onlara şapka devriminin meziyetlerini anlatmıştım!

        *

        Şeker pancarından şeker yapıldığını bilmiyordum çocukluğumda. Pancarın adı “silk”tir bizde. Hafif pembedir bizde yetişen cinsi. Türlü türlü yemeklerde kullanılıyor. “Tirşik” yemeğinde, en çok da pilavlarda. Benim çocuklarım ve bizim evde yiyen arkadaşlarımın çocukları “pembe pilav” adını taktılar ona. Çok sık yaparım.

        Dört adet şeker pancarını küçük küçük, küp şeklinde doğrayın, bir miktar kemikli kuzu etini bir tencereye alın, pancarları katın. Üç avuç tane sumağı kaynatın, büyük bir kapta iyice elinizle ezin, suyunu çıkarın. Sumak suyunu etin ve pancarların üzerine dökün, kaynamaya bırakın. Ne kadar pilav yapmak istiyorsanız o kadar pirinci ıslatın. Etler ve pancarlar pişince eti ayrı bir yere, suyunu ayrı bir yere alın. Tencerede tere yağını eritin, etleri tencerenin dibine dizin, üzerine haşlanmış pancarları koyun, onun üzerine de pirinci…daha sonrada sumaklı et suyunu ekleyin, tencerenin altını bir süre sonra iyice kısıp pilavı pişirmeye bırakın. Pilav piştikten sonra tencerenin üzerine bir tepsi koyun ve ters çevirin…

        Tatlı-ekşi karışımı bir tat yapışacak damağınıza yerken.

        *

        Yiyecekler içinde dünya tarihini şekillendirenlerden birisi de şekerdir. 1492’de yeni bir dünya keşfetmek üzere yola çıkan Colomb’un yanında şeker kamışı bitkisi de vardı. Keşfedeceği her yere bu bitkiden dikecek, böylece Hindistan’ın pabucunu dama atacaktı. Öyle de oldu, ilk keşfettikleri adada bütün yerlileri öldürüp şeker kamışı tarlaları açmaya başladılar. Bütün o bölgelerdeki adalarda bir süre sonra devasa şeker kamışı ormanları yükseldi. Bu adalar yüzünde Avrupalılar birbirine girdi, kanlı savaşlar yaşandı, adalar el değiştirdi, en sonunda Hindistan, Endonezya, Filipinler ve Pasifik adaları sömürgeleştirildi.

        Bu büyük şeker kamışı plantasyonlarından şeker elde etmek için de binlerce köle lazımdı. Bundan sonrası muazzam bir insanlık dramıdır, bu yolda tam on iki milyon kara derili insan öldü.

        *

        Biz yine dönelim İsveçlilerin “lördagsgodis”ine, yani “şeker günü”ne…

        Şekerci dükkanlarında sert, yumuşak şekerlemeler, çikolatalar, sakızlı şekerler, tatlı, ekşi ve özellikle tuzlu, meyan köklü olmak üzere 120 değişik çeşit şeker bulur İsveç’te. Siyah meyan köklü şeker o kadar meşhurdur ki, kendi adına festivali bile var.

        Bugün en çok rağbet gören yumuşak şekerlerin hayatlarına giriş tarihi ise çok eski değildir, 1985’te yumuşak şekerlerle tanışmışlar.

        Hani bunda 60-70 sene evvel, “lördagsgodis”, yani sadece cumartesi günlerinde çocuklara şekeri serbest bırakan o geleneğin adındaki sevimliliğe bakıp “adamlar ne güzel gün düşünmüşler” demeyin. Bu sevimli günün arkasında da tıpkı tarih boyunca ağzımızı tatlandıran şekerin üzerine dökülen köle kanlarına benzer acı, dramatik bir hikaye var.

        Peki haftanın günleri içinde neden öncelikle cumartesi? Geleneklerine sıkı bağlı bir millettir İsveçliler. Cumartesi günleri banyo günleriymiş ataları Vikinglerin. O gün yıkanıyor, saçlarını sakallarını tarıyor, kıyafet değiştiriyorlar. Bu yüzden bir “arınma günü” sayıyorlar cumartesiyi.

        Kişi başına on beş kiloyla dünyanın en fazla şeker yiyen milleti İsveçlilerdir. Onunla tanıştıkları günden beri de abanmışlar şekere. Bir süre sonra da herkes diş çürüklerinden dert yanmaya başlamış. Doktorların aklına, şekerle diş çürükleri arasında bir ilişki olup olmadığı sorusu gelmiş; olabilir demişler. O halde bunu bir deneyle kanıtlamaları lazım. Akıllarına Lund şehrindeki Vipeholm Akıl Hastanesindeki deliler gelmiş. Tarihe Vipeholm Deneyi olarak geçen deneyi yapmışlar. 1945 ile 1950 arasında tam beş yıl boyunca hastanedeki akıl hastalarına dayamışlar şekeri, verdikçe vermişler, bir süre sonra hepsinde diş çürümeleri tespit etmişler. Evet, şeker dişlere düşmandır, başka şeylere de… O halde onu sınırlandırmak gerekir…

        Devlet yurttaşlarına bir çağrı yapmış, şeker tüketimini bir günle sınırlamalarını istemiş onlardan.

        Onların da akılına “arınma, temizlenme günü” cumartesi gelmiş, “lördagsgodis” geleneği böyle başlamış.

        Ne “şeker cumartesi” değil mi?

        Diğer Yazılar