Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        1960 yılına kadar Türkiye’de idamlar meydanlarda, halka açık alanlarda, herkesin gözü önünde yapılırdı. Gazeteci ağabeyim, rahmetli Halit Çapın anlatırdı her vesileyle; ahali sabah erkenden kalkar, özellikle Sultanahmet, Eminönü Meydanlarındaki idamlara pikniğe gider gibi hazırlanarak gider, çoğu aile yanlarına çoluk çocuğunu da alırdı. O gün asılacak olan mahkumlar “siyaset meydanına” getirilir, herkesin gözü önünde törenle darağacına çekilirlerdi.

        Ahalinin gözleri önünde, şehir meydanında asılan son mahkum Börekçi Ali oldu. 1960 yılında, darbeden sonra asılan Börekçi Ali’den sonra idamlar kapalı alanlara götürüldü; hapishane avlularına, sabahın erken saatlerine, sadece görevlilerin bulunduğu bir ortama… Başbakan Adnan Menderes de Deniz Gezmiş de yaşı büyütülerek boğazına ip geçirilen Erdal Eren de böyle asıldı.

        *

        Beşiktaş’ın Sinanpaşa mahallesinde oturanlar, 1955’in ılık bir eylül sabahına kesif bir yanık et kokusuyla uyandılar. Yanık et kokusu Börekçi Ali’nin dükkanı tarafından geliyordu. Polise haber verdiler, polis geldi, baktılar sağa sola bir şey yoktu. Yine de tedbir olsun diye fırını mühürlediler, olay kapandı veya herkes öyle sandı.

        Akşam saatlerinde, içinde yanmış insan bedeni parçaları olan bir çuval Beşiktaş sahiline vurdu. Bir süre sonra sağda solda kesilmiş bir iki uzuv çıktı çöplükten. Önce Beşiktaş, bir süre sonra da bütün İstanbul dehşet içinde kaldı.

        Parçalar birleşince bütün işaretler, yanık et kokan fırınından dolayı Börekçi Ali’yi gösteriyordu. Polis, Ali’yi almaya gitti fakat yer yarılmış Ali içine girmiştir. Hiçbir yerde yoktu. Dört gün sonra Ali yakayı ele verdi. Karakolda bastılar sopayı, yatırdılar falakaya, suçunu itiraf etti. Mahkemeye çıkınca da inkar etti, işi deliliğe vurdu.

        Peki durup dururken Börekçi Ali iki kişiyi neden öldürmüştü? Efendim, o günün gazeteleri hadiseyi şöyle hikaye ederler:

        Fırında biriken çuvalları satmak için Ali, çuval alan iki kişiyi Tahtakale’den bulup dükkanına çağırdı; gelirken de “yanınıza fazladan para alın, bende çuval çok” dedi. Yaşı bir hayli geçkin Seyit Ahmet Tahirir ile gençten Tahsin Yayla çuval almak üzere gittiler dükkanına. Çuvalları görmek için dükkanın bodrumuna indiler. Börekçi Ali önceden tedariklidir, ikisinin kafasına kürekle vurarak öldürdü. “Çok parayla gelin” demişti ya, hemen ceplerini yokladı, ikisinin de üzerinde sadece 470 lira çıktı. Beklediği para değildir bu ama yine de Allah’tan bin bereket… Parayı cebine koydu, cesetlerden kurtulmak için de fırına attı. Fırına attığı sırada genç olan Tahsin Yayla henüz ölmemişti.

        Polisteki ifadesinde, “Adamların ceplerinde beklediğim para çıkmadı, bilseydim bu para için o işi yapmazdım” dedi.

        Mahkemede işi deliliğe vurdu. Doktora gösterdiler, doktordan sağlam raporu geldi. Avukatı başka yollara başvurdu, müvekkilinin iki kişiyi denize atacak güçte olmadığını söyledi, isim benzerliği dedi, dedi de dedi, mahkeme uzadıkça uzadı.

        Ancak bütün deliller Börekçi Ali’nin suçlu olduğunu gösteriyordu. Tahtakale esnafı şahitti, delilleri toplayan Komiser Vedat Sokullu iyi çalışmıştı. Birkaç sene süren davanın neticesinde hakim nihayet idam kararını verdi. Hakim Selman Yörük karardan sonra kalemini kırmadı ve “bu celsede kalem kırılmayacaktır” diyerek verdiği idam karardan dolayı hiçbir pişmanlığı olmadığını açıkça belli etti.

        Bu arada 27 Mayıs darbesi oldu. İdam kararını Milli Birlik Komitesi tasdik etti.

        İnfaz yeri için Mısır Çarşısı’nın sebze haline bakan kapısı seçilmişti.

        Börekçi Ali, 24 Aralık sabah saat 4.37’de Eminönü Meydanı’na getirildi. Keskin bir soğuk vardı şehirde, o saatte idam seyretmek için meydan neredeyse hınca hınç doluydu. Ahali uyumamış, idamı seyretmeye gelmişti. Börekçi Ali sehpanın altına götürüldü. Meyhaneden bulup getirdikleri cellat Ali Çelik işe koyuldu ama o da ne, cellat körkütük sarhoştu, bir türlü ipi Ali’nin boynuna geçiremiyordu. Ali, “Bakın Allah bile asılmamı istemiyor” diye bağırdı. Bu esnada orada bulunan komiser Muzaffer Acar,sehpaya fırladı, ilmiği cüsseli Ali Ünver’in boynuna geçirdi. Cellat yamağı işi devraldı, bastı sandalyeye tekmeyi, Börekçi Ali yedi dakikada can verdi, cesedi tam altı saat meydanda asılı kaldı. Sandalyeyi tekmeleyen cellat, daha sonra Başbakan Adnan Menderes’in asılmasında da görev alan cellat Kemal Aysan’dı.

        1960 darbesinden sonra tutuklanan Necip Fazıl'ın "Zindandan Mehmed'e Mektup" şiirinde;

        "Bir idamlık Ali vardı asıldı;

        Kaydını düştüler, mühür basıldı.

        Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.

        Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;

        Bahçeye diktiğ üç beş karanfil..."

        dediği Ali, belki de bu Börekçi Ali'ydi, kim bilir?

        Börekçi Ali, Türkiye’de ahalinin gözü önünde asılan son idam mahkumu olarak tarihe geçti.

        *

        Halka açık alanlarda idamın en nadide örnekleri 19. yüzyılın başında İngiltere’de görüldü. Arthur Koestler’in 1955’te yazdığı “Darağacı Üzerine” makalesinde buna dair çarpıcı örnekler var. (Camus/Koestler, “Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler”, Alan Yayıncılık, Çeviren: Ali Sirmen)

        19. yüzyılın başında İngiltere’de bir “kanlı yasalar” dönemi vardır. Mevzuattaki bu yasalar iki yüz otuz kadar suçu idamla cezalandırıyordu. Bu suçlardan bazıları yankesicilik, çingenelerle işbirliği yapmak, göl balıklarına zarar vermek, tehdit mektubu göndermek, ormanda silahlı veya yüzü maskeli dolaşmak… Hukukçular bile cezası ölüm olan suçların sayısını tam olarak bilmiyordu.

        Koestler kendi sorduğu; “İngiltere’de durum böyleydi de dünyanın öbür yerlerinde durum çok mu farklıydı?” sorusuna “değildi” cevabını verir ve “hatta İngiltere birçok ülkeden ileri sayılıyordu” der.

        Yalnız İngilizler idamı bir tür seyirlik oyun haline getirmişlerdi. (Onlardan mı bize sirayet etti bilmem!) Hatta o dönemde basılan birçok seyyah rehberinde bu “idam gösterilerinin” sergilendiği alanlar açıkça gösterilmişti.

        Bizde halka açık idamları sona erdirmeye benzer “ölüm sehpası” uygulamasını onlar 1832’de kaldırdılar. En son asılan çiftçi James Cook’un saçları tıraş edilip başına katran sürülmüş cesedi on beş gün sonra kaldırıldı, bu süre içinde Pazar günü gezintisine çıkanlar, sehpanın etrafını bir piknik ve eğlence mekanı haline getirdiler.

        *

        Bizde olduğu gibi onlarda da “asılma günleri” vardı. Tıpkı bir bayram gününe benzerdi o günler. Tek farkı “asılma günleri” çok sık tekrarlanıyordu bayram günlerine nazaran.

        O gün çok özel bir gündü, herkes işini gücünü bırakır, o güne denk gelen mal teslimi varsa mesela bir sonraki güne erteler esnaf, iki elleri kanda bile olsa o gün idam seyretmeye giderlerdi.

        Darağacının simgesi Tyburn ağacıydı. Üç kolunun her birine sekizer kişi asılabilen idam sehpası adını bu ağaçtan alıyordu. İnfazlar tam anlamıyla bir çılgınlık gösterisine dönüşüyordu. Büyücü ayinlerini andırıyordu. İdam sırasında yaşanan histeriden dolayı şiddet olayları meydana geliyor, kitleler kendilerinden geçiyordu. 1807’de iki kişinin asılmasını seyretmeye gelmiş olan 40 bin kişi arasında çıkan arbedede en az yüz kişinin öldüğünü söyler Koestler. İdam günlerine sadece serseriler gitmiyor; seçkin seyirciler için bugünkü futbol statlarında olduğu gibi özel VIP tribünler hazırlanıyor, alana bakan evlerin pencereleri akıldışı fiyatlara kiralanıyor, siyah kürklerini giymiş, sürmüş sürüştürmüş asilzade İngiliz kadınları gösteride yerlerini almak için kuyruklara giriyorlardı. Sadece asılanları görmek için memleketi çok uzak bölgelerinden gelen meraklılar vardı.

        Kurbanlar tek başına ya da on iki, on altı ya da yirmi kişilik gruplar halinde asılıyorlardı. Çoğu zaman hem mahkumlar hem de cellatlar sarhoş olurdu. Cellatların çoğu zaman kitle histerisi yüzünden eli ayağına dolaşır, işleri berbat olurdu. Bazıları iki üç kere tekrar tekrar asılırdı. Bazen kurbanın topuğundan kan alınır, kendine geldikten sonra tekrar asılırdı. Bazen de cellat veya yamakları kurbana asılır, kendi ağırlıklarını da ona vererek acı çektirmek isterken bazılarının kafası kopardı. Bazen de mahkum ipin ucundan sallanırken af mektubu gelirdi. O vakit ip kesilir, hemen topuğundan kan getirilirdi.

        Tıpkı bir zamanlar bizde olduğu gibi İngiltere’de de anneler idamı seyretmeye çocuklarını da götürürlerdi. Çocuklarını sehpaya yaklaştırır, sehpada çoktan can vermiş ölünün eline dokunmalarını sağlamaya çalışırlardı. Asılan adamın elinde şifa verici bir hassa olduğuna inanılıyordu. İdam sehpasından, diş ağrılarına iyi geliyor diye parçalar kopartılırdı. Daha sonra da tıp operatörlerin uşakları ceset kavgasına tutuşurdu. O devirlerde teşrih için ceset bulmanın en kolay yolu buydu çünkü.

        *

        Arthur Koestler makalesinde sık sık bütün bu vahşetlerin eskinin karanlık çağlarında değil, “aydınlanma devriminden” çok sonra, çok yakın bir zamanda vuku bulduğunu söyler.

        Mendil çalmayı bile idamla cezalandıran devletlerin aklında hep “caydırıcılık” vardır ama mesela Koestler’in bahsettiği o on binlerce kişinin katıldığı hırsızlıktan idama çarptırılanların idamı gösterisi sırasında yankesiciler hep iş başındaydı. Bir taraftan birileri yan kesicilikten idam edilirken, öte taraftan yaşayan yan kesiciler onların idamını seyretmeye gelmiş kişilerin ceplerini boşaltmakla meşguldü.

        *

        Abdülhamit’ten günümüze Türkiye’de idam cezasının tarihi, mesela 19. yüzyılın başından günümüze İngiltere’nin tarihi kadar berbat değildir. Bütün dünyada 19. yüzyıl bir idamlar yüzyılıdır.

        İlginçtir, Sultan Abdülhamit’in 34 yıllık iktidarı boyunca sadece üç kişi idam edilmiştir. Onlar da siyasi suçlu değil… Abdülhamit daha çok sürgün cezasına başvurdu, en can yakıcı cezalardan birisi olan sürgünü Abdülhamit mükemmel kullandı.

        İttihatçıların 1908 darbesi idamların önünü tekrar açtı. Abdülhamit iktidarına kıyasla kısa süren İttihatçılar devri saltanatında idam edilenlerin çetelesine bakmadım ama hemen arkasından gelen Cumhuriyet devrinde kurulan İstiklal Mahkemeleri 1350 kişiyi darağacına gönderdi.

        *

        Yıllar önce Nokta Dergisine bir mülakat veren Milli Birlik Komitesi Üyesi Ahmet Yıldız, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamına karar verme aşamasında İsmet Paşa’nın kendisine şunları söylediğini anlattı:

        “İdam kararları çıkarsa sakın onaylamayın. Bu kadar hapiste kaldıkları yeter. Bir gün Atatürk bana demişti ki ‘Biz İstiklâl Mahkemeleri’nde şunları şunları astık… Şu şu rezaletleri yok muydu? Vardı ama İsmet, şimdi bütün rezaletleri unutuldu, ama asıldıkları unutulmuyor’ dedi.”

        *

        Marmaris’teki orman yangınından sonra birileri tekrar idamı konuşmaya başladı.

        Eğer kanunlarımızda idam cezası olamasaydı, Adnan Menderes ile Deniz Gezmiş idam edilmeyecekti.

        Diğer Yazılar