Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ben doğmadan çok önce getirmişti babam o sandığı evimize. Musul çarşısından almıştı. Bir Süryani ustanın eseriydi. Siyah, ceviz ağacındandı... Kilit haznesinin etrafına armasını işlemişti usta, bir hattat inceliğiyle.

        Hayat bana, ben hayata dokunup renkleri ve kokuları seçmeye başladığım andan itibaren onu evin bir köşesinde buldum. Bir radyo vardı üzerinde. Onu radyo ve bir semaverle birlikte getirmişti demek babam. Katır sırtında, sınırı geçerek, birkaç gün süren bir yolculukla...

        Sandığın anahtarını annem kuşağının arasında gezdirirdi. Ender zamanlarda açardı. İşte o an evimizin içine cennet kokuları yayılır, o kokuyu duyar duymaz ondan ne kadar uzak olursam olayım anneme ve onun sandığına koşardım. Lavanta çiçeği kokusu yayıyordu. Annemin sandığının derinliklerinde saklı bir cennet var sanıyordum.

        Yumuşak kadifeden rengarenk bir sürü kese dururdu sandığın dibinde. Yuvarlak, küçük bir teneke kutunun içinde babasının Hicaz’dan getirdiği zemzem suyu bir de… Ah o gizemli kutudaki gizemli su! Tadı nasıldı acep? Bir kahve kutusu hakeza… Tanımadığım bir ağaç resmi vardı üzerinde. Bir sürü küçük küçük kese, yan yana… Birisinde limon tuzu, birisinde kurutulmuş portakal kabukları, birisinde reyhan, birisinde kurutulmuş gül yaprakları, ötekilerde de türlü türlü kurutulmuş şifalı bitkiler vardı. Hepsinin kokuları birleşir, beni kapağı açılan sandığın yanında hayatımda bir daha da beni terk etmeyen o cennet rahiyasıyla baş başa bırakırdı.

        REKLAM

        Köyümüzün ebesi, köyümüzün halk hekimi, köyde doğan her çocuğun isim annesiydi annem.

        Büyük bir alimin kızıydı. Evindeki kör pencerede, Arap alfabesiyle yazılmış bir yığın Kürtçe, Arapça cönkün, el yazması kitabın bulunduğu bir evde doğmuştu… Erkeklerin ellerinde kırık tüfeklerle memleketini işgale kalkışmış ecnebiye karşı topyekun ölüm kalım mücadelesine giriştiği 1921 yılında gelmişti dünyaya…

        Cumhuriyetle birlikte yaşlanmıştı.

        *

        Ruslar geliyor haberi buralara ulaştığında ahali aşağıya Musul ovasına doğru kaçmaya başladı. Açtılar, sefildiler. Düşman korkusuna açlık belası eklenmişti. Yolda manda gönünden çarıklarını yemişlerdi. Hakkari birkaç yıl insansız kalmış, kör yılanlara mekan olmuş, baykuşlar tünemişti evlerinin harabelerine. “Rusya’da ihtilal oldu, yakamızdan düşecek gavur” haberi varınca buralara gerisin geri gelmişti gidenler ama bir hayli eksikle... Guzereş köyüne vardıklarında, muhacirlikten dönüşün ilk çocuğudur annem, babasının doğduğu köyde açmış gözlerini dünyaya.

        Babası kız çocuğu dememiş, ona bir erkek çocuğa öğretilen her şeyi öğretmişti. Kutsal kelamı, hadisleri, şifalı bitkileri, yara tedavi etmeyi, kız istemeyi, barış yapmayı bir de…

        *

        Hayatında tek bir hap içmeden çok uzun bir hayat yaşamış olan dedem çekip gittiğinde çok sevdiği Allah’ın yanına, bir yığın emanet bıraktı kızına. Annem de gözü gibi baktı o emanetlere.

        REKLAM

        Kavgalar çıkardı bazen delikanlılar arasında, birisinin kafası yarılırdı, biri ağaçtan düşerdi, birisi elini keserdi orakla, çakıyla, birisini bir hayvan yaralardı… Aynı anda anneme koşarlardı.

        Ben hep onların yolunu gözlerdim. Bir yaralı gelirse eğer evimize annemin sandığı açılacak, o saklı cennetin, o hazinenin önünde duracak, o muazzam kokular arasında bir hayal kuracak, masallarda, hadislerde, mesellerde anlatılan cennet diyarına gidecektim. Sandığı açar, derinliklerinde duran türlü türlü kuru ottan ilaçlarını çıkarır, yarayı kolonyayla temizler (pamuk ne çok beyazdı), yarasına göre ilacını sürer, temiz bir bezle bağlarken ben yaralının kaygılı, bazen de sevinç dolu bakışlarını unutur, dayımın anlattığı bütün Doğu masallarının kahramanlarının hep birlikte gelip, sadece bana görünerek, “aman kimselere sezdirme” demelerine göz kırparak annemin sandığına girip o cennet kokularının arasında kendilerine bir yer bulmalarını büyük bir merakla izler, bunu görenin sadece ben olduğumu kimselere sezdirmeden bakardım onlara.

        Bazen de, bir fırsatını bulsam annemim kuşağının arasında bir sır gibi sakladığı anahtarı ele geçirsem, o sandığa girip saklansam da orada kaybolsam hayalini kurardım.

        Ama hemen korkardım bu hayalimden.

        Ya annem arar da beni bulamazsa?

        *

        O sandık yazın dağ başı yaylalarına gider, kışın köye inerdi.

        Erken bahar coşkusunun o dağları bir gelin gibi süslediği, derin kanyonda akan nehrin uzun bir şarkıya durduğu, pınar şarıltılarının senfonik bir ahenk tutturdukları gulan ayının başları zozan (yayla) zamanıydı. Babam beni, annemim bindiği katırın sırtında, onun önüne oturtur yolculuk öyle başlardı.

        REKLAM

        O yolculuk bir daha da bırakmadı yakamı. Hayatım boyunca o yolculuğa çıktım o günlerin çocuk saflığıyla. Hala ne zaman nefesim kesilse ne zaman kendimi çaresiz, kendimi mazlum, kendimi hakir, kendimi suçsuz, kendimi güçsüz, kendimi talihsiz, kendimi halsiz hissetsem, işin tuhaf yanı ne zaman hastalanıp ateşim yükselse ne zaman zor bir kararın eşiğinde dursam, o yolculuk gelir aklıma.

        Bir ırmak akardı derin koyağın içinden.

        Irmak aşağı doğru akar, biz yukarı doğru giderdik.

        Irmağın yol buyunca söylediği şarkı eşliğinde annem de bana hikayeler anlatırdı. Coşkun akan ırmağın tekdüze sesi, annemin hikayelerini zaman zaman bastırır, zaman zaman da defalarca dinlediğim hikayenin tekrar tekrar beni heyecanlandıran gizemine dalar ırmağın sesini duymaz olurdum.

        İşte şu gördüğün taş var ya oğlum, şu yol kenarındaki bir insan dizinin derin izi kalmış olan taş... O diz izi Hazreti Ömer’indir, “Ömer’in Çeperi” diyoruz ona. Hazreti Ömer, buralara İslam dinini yaymaya geldiğinde, işte şu kayaya dizini kırıp dayamış, dayar dayamaz da kayada işte şu çukurluk oluşmuş.

        Şu yuvarlak, kocaman taşlar var ya oğlum, şu yol kenarında muntazam bir şekilde duran... İşte o taşlara “erkek taşı” diyorlar. Neden erkek taşı demişler biliyor musun? İşte şu dibinde dizildikleri yükselti var ya, neredeyse bir adam boyundaki yükselti, işte gücüne kuvvetine güvenen erkekler, o kocaman taşlardan hangisini gözlerine kestirirlerse onu alıp şu yükseltinin üzerine bırakır, birbirinin gücünü sınarlar. O yüzden erkek taşı demişler onlara. Şu kaya dibinde geceleri içinde bir kandil yanıyormuş gibi görünen bir mezar var, Pir Avdel’in mezarıdır, biraz ilerde Hacı Mend’in mezarını bırakacağız geride… Vadinin başında “Komutan Mezarı” var, Vali Halil Rıfat Bey’i orda esir almış Nasturi eşkıyası, boynundaki kravatını yular gibi çekmiş, çıplak ayaklarıyla geven üzerinde gezdirmişler, bir binbaşı ile üç askeri orada şehit etmişlerdi ben üç yaşındayken. Binbaşı ve askerleri orda gömmüşler, bu yüzden oranın adı “Ziyaretê Qumandanî” dir. Babam hep anlatırdı o korkunç hadiseyi, fırsat bilmişti devlet de; Nasturi gavuruna Allah verdi dememiş, topuna top yağdırmıştı. Şu düzlük gibi yerde de geceleri cinler gelip çamaşırlarını yıkar oğlum.

        REKLAM

        Annem bütün bu hikayeleri kulağıma fısıldar gibi anlatırdı.

        Bu arada biz yokuşu bir hayli kat etmiş, zirveye yaklaşmış olurduk. Varacağımız yer, dağın tam tepesinde, bir çukurlukta yer alan bir krater gölünün çevresiydi.

        Çadırları oraya kurardı erkekler.

        Zirveye yaklaştığımızı, sadece orada esen bir yel haber verirdi. Vadinin kavurucu sıcağı yavaş yavaş yerini bir serinliğe bırakır, o tatlı serinlik de aniden hafiften esen bir rüzgara bırakırdı yerini. O yel hiçbir yele benzemez, ona daha çok bir türkü, Resulullah’a yazılmış bir methiye gibi bir ses eşlik ederdi sanki. Veya o korkutucu dağın çıkardığı müzik...

        Tam burada dağa çarpıyordum ya da dağ bana!..

        Zirveye çıkar çıkmaz haşmetli bir dağla burun buruna gelirdik. Yukarıdan bakınca sanki derin bir vadinin iki bacağı arasından sivri bir kaya fırlamış da zamanla uzaya uzaya bu hale gelmiş gibi duran, o korkutucu dağ, bir adım daha atarsan ona çarpıp toz buz olacakmışım gibi çıkardı karşımıza aniden. O ürkütücü dağın görüntüsünden çok korktuğumu önceki yılların yolculuklarından bilen annem, tam o değişik rüzgarı hissettiği anda, yılların verdiği tecrübeyle gözlerimi iki eliyle kapatır, sonra elini birazcık gevşetir, ben de gevşemiş elinin parmaklarının açıklığından yavaş yavaş gölgenin koyulaştırdığı dağa bakar, ürkütücü görüntüsüne kendimi alıştırmaya çalışır, kirpiklerimin hareketinden ne yaptığımı anlayan annem de yavaş yavaş ellerini gözlerimden çeker, beni dağla karşı karşıya bırakırdı.

        Sağ yanımız dipsiz uçurum, önümüzdeki yol mezar kadar dar, virajı dönünce bir tepenin başındaki düzlüğe varırdık.

        REKLAM

        Tepenin başında “Gera Şîn” (Mavi Göl), bütün güzelliğiyle karşımızda dururdu.

        Menzile vardığımızda, katır sırtından iner, başka bir katırın sırtına bağladıkları annemim sandığını itinayla indirirlerdi aşağı.

        *

        Büyüyüp minarelerinden dünyanın en güzel ezanlarının okunduğu şehri mesken tuttuğumda, annemin hikayelerinden kendime o yolculuk kadar heyecan verici bir dünya kurdum ben de.

        Aşk olsun sana anne! Aşk olsun Dado sana…

        Günün birinde yaralarını yazıyla sağaltsın diye mi anlattın bütün o hikayeleri oğluna?

        *

        Gecenin en netameli anında doğuma götürdüler, eteğine yapıştım. Uzak bir mahalleye gitti ardından koştum. Çocukluğun soğuk gecelerinde kendime ölümünden kabuslar yaşattım. Sonra elimden tuttu yatılı mektebe götürdü; yaz tatillerinde beni o okula geri göndermesin diye yalvardım, kaçıp sandığına saklanmak istedim. Sonra lise bitti, yedi tepeli şehre seve seve gittim. O zamana kadar çektiğim hasreti bu kez o devraldı benden. Tam tamına dört yıl yolumu gözledi. Mektep bitti o hep bekledi. Bekleyişi tam otuz beş sene sürdü, günün birinde en küçük oğlu ona geri gelecekti.

        İnsan kaç yaşında olursa olsun, annesi yaşıyorsa çocuktur çünkü. Annesinin öldüğü gün evlat yaşlanır. Bundan dört gün önce seher vakti ölüm haberini alınca ben de ihtiyarlandım.

        *

        REKLAM

        Perşembe günü Hakkari’ye vardığımda naaşını çıkarmışlardı çok uzun bir süreden beri yattığı odasından.

        Mezarı başında bana verdiği her şeye karşılık ona verebileceğim tek şeyin bir Fatiha’dan başka bir şey olmadığını bildiğimden, kabrinden bir avuç toprak aldım, gezdirdim avucumda bir süre, sonra kimseler görünmeden burnuma götürdüm yavaşça, kokladım.

        İnanmayacaksınız ama annemim sandığının içi gibi kokuyordu o toprak. Kokladığım annem miydi, sandığın içindekiler miydi, çocukluğum muydu bilmiyorum ama bütün mezarlık “Dado” kokmaya başladı bir anda.

        Annemin sandığı mı?

        Anahtarı artık kuşağının arasında olmadığına göre, içine girip saklanabilirim bu gece. Belki de o kese kese ilaç, o ferahlık veren türlü türlü ıtriyat iyi gelecek anemin ölümünün açtığı içimdeki yaraya…

        Hayır sandığa giremem, ya arar da beni bulamazsa!?

        *

        NOT: Vefat haberini alınca acımızı paylaşmak için koşup gelen, telefonla arayıp bize başsağlığı, anneme rahmet dileyen bütün dostlar! Şükran hepinize!

        Diğer Yazılar