Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        “Ağırlık” nedir, “hafiflik” ne?

        Mesela gazetelerin köşe yazarlarının hafta içinde yazdıkları “siyasete dair” yazılarına “ağır”; Pazar günleri yazdıkları “siyaset dışı” yazılarına “hafif” diyebilir miyiz? Biliyorum çoğunuz “ağırlıkla” “hafiflik” sadece köşe yazarlarının seçtiği konulara göre ayrılamaz diyecek ama ne yapalım ki çoğu köşe yazarı ölçüyü böyle koyuyor. Köşe yazarlarının çoğu; dünyaya siyaset yapmaya değil yaşamaya geldiğimizi önemsemeden, hayat, aşk, sanat, edebiyat, yemek, doğa, varoluş gibi “hafif” meselelerle sadece Pazar günleri ilgilenir, haftanın diğer günlerinde ise siyaset denilen “ağır” meselelere ayırıyorlar köşelerini.

        *

        Hafifliği tarif etmek zor olsa gerek; en açıklayıcı olanı “ayda yürümek” gibi bir şey olmalı. Peki ağırlık? Belki de tüm “hafiflikleri” üst üste koymuşlar, onun adına da “ağırlık” demişler. Ağırlık da tüm hafifliklerin toplamı olsa gerek.

        Yılmaz Erdoğan’ın bir oyun kahramanı “iç acıların toplamı” olarak tarif etmişti ağırlığı vakti zamanında; ağırlık insanın üzerine “çöker”, kendini sevmeyen, ağırlıklarından kurtulup hafifleyemez. Ağırlıktan kurtulmanın yolu kendini sevmekten geçer.

        *

        Edebiyat camiası 1980’li yılların ikinci yarısını, 1986 yılında Türkçeye çevrilen Çek romancı Milan Kundera’nın “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” romanı tartışmakla geçirdi.

        12 Eylül darbesine kadar, Selim İleri’nin deyimiyle “herkes herkesin devrimci yargıcı” kesildiğinden solda iyi edebiyatın pek kadri kıymeti bilinmedi; herkes “devrimin şanlı yolunda” ilerleyen bir nefer olmaya çalışıyordu çünkü. Edebiyat, siyasal mücadelenin dolaylı aracıydı; bu yüzden Türkçeye çevrilen her kitap basılırken, önce “mücadeleye olan katkısına” sonra da “müşterisine” bakıldı, yerli yazarların (Oğuz Atay, Yusuf Atılgan) nitelikli eserlerine de kimse dönüp bakmadı.

        Bu yüzden 1980’den önce Milan Kundera’nın romanına benzer bir romanın hiç müşterisi olmazdı.

        Peki ne olmuştu da bir çoğumuzun “komünizmle” yönetildiği yanılgısına kapıldığımız Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde borusu öten “totalitarizmi” eleştiren bu romana, birkaç yıl önce “komünizmin burnundan kıl aldırmayan”, kötü Bulgar partizan romanlarını bize iyi edebiyat diye yutturmaya çalışan sol Türk entelijansiyası bu kadar büyük ilgi göstermişti?

        1980’li yılların ikinci yarısından itibaren dağ taş bu romanla inledi. Romanın ismi o kadar popüler hale geldi ki, neredeyse her köşe yazarı bir punduna getirip cümle içinde kullanmaya başladı onu. Gazetelerin manşetlerine girdi, “fiyatların dayanılmaz ağılığından” mı tutarsınız, “mankenlerin dayanılmaz hafifliği”nden mi, seç beğen, bir sürü başlık girdi gazetelerin sayfalarına.

        1981 yılında Milan Kundera’nın “Gülüşün ve Unutuluşun Kitabı” Türkçeye çevrildi. Kimse ilgilenmedi, alıp okumadı. Beş sene sonra da 1986’da “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” çıktı, bu sefer küçük bir kıyamet koptu. Aslında iki roman da benzer temanın romanlarıydı, birincisinin yüzüne kime bakmazken, ikincisinin böylesine bir kıyamet koparmasının nedenini, edebiyat eleştirmeni Fethi Naci “Eleştiri Günlüğü”nde daha sonra şöyle açıkladı:

        “Rahmetli Behçet Necatigil'in ünlü dizesini değiştirerek şöyle diyebilir miyiz: Bekler bazı kitaplar bazı zamanları!”

        O vakitler, durup durup tuğla kalınlığında bir kitap yazan Yalçın Küçük, işin içine Ahmet Altan ve Latife Tekin’in romanlarını da katarak bu romanı “küfür romanı” olarak ilan etti.

        Ona göre Kundera bir “cesetti” ve romanını “cesetler için” yazmıştı ve “Cesetlerden de kimse korkmaz”dı.

        *

        12 Eylül bir yığın insanı ceset haline getirdiği doğruydu. Romana sarılanların büyük bir kısmı o zamana kadar bir yığın şeyi “ıskalayarak” gelmişlerdi o günlere. Birçok arkadaşları ölmüş, işkence görmüş, birçoğu memleket dışına kaçmış, herkesin sesi kısılmış, o zamana kadar ıskalanan bir yığın şeyin yeni yeni farkına varmışlardı. Gizli kuytu aşk alenileşmiş, arabesk müzik istemeden onları da etkilemiş, o zamana kadar burun kıvırdıkları bir sürü şey hayatın gerçeği olarak karşılarına dikilmişti. Darbeye kadar olan dönemde savundukları fikirlerin barındırdığı despotizmi bazıları sezmiş, hep birlikte, ihmal ettikleri “aşk yeniden” şarkılarına sarılmışlardı. Milan Kundera biraz bunları anlatıyordu; seksi, varoluşu, aşkı ve ıskalanan bir yığın başka şeyi…

        Romanın asıl sorusu şuydu:

        Birey gündelik hayatında, aşkta, felsefede veya siyasette neyi tercih edecek? İhaneti mi bağlılığı mı? Kendisine dayatılanları mı kendi bireysel tercihlerini mi? Roman bu soruların cevaplarını arıyordu… İnsan hayatı, yaptığı tercihlerin, attığı adımların, vazgeçtiklerinin, aldığı tutumların toplamı değil miydi?

        “Sadece bir tek hayat yaşadığımız için bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz; bu nedenle de ne istediğimizi bilemeyiz” diyordu.

        Memleketi Çekoslavakya’da hüküm süren Sovyetlerden “ithal” komünizm rejimiyle hesaplaşıyordu Kundera. Ona göre, komünizmle faşizm aynı şeydi:

        “Onlara, komünizmin, faşizmin, bütün işgallerin, bütün istilaların ardında çok daha temel, yaygın bir kötülüğün yattığını ve bu kötülüğün havaya kalkmış yumruklar ve dillerinde bir ağızdan haykırılan bir örnek hecelerle uygun adım yürüyen insanlardan oluşan bir resmi geçitte en somut görünümüne kavuştuğunu anlatabilmek isterdi.”

        Şu satırlar da onundur:

        “Orta Avrupa’daki komünist yönetimlerin sadece mücrimlerin eseri olduğunu düşünenler temel bir gerçeği göz ardı ediyor demektir; suç üzerine kurulu bu yönetimler mücrimler değil, cennete giden tek yolu bulduklarını sanan coşkulu yandaşlar tarafından kurulmuştur. Bu yolu öylesine yiğitçe savunurlar ki bunlar, sürüyle insan öldürmek zorunda kaldılar. Sonraları ortada cennet filan olmadığı anlaşıldı, demek ki coşkulu yandaşlar birer katilden başka bir şey değildiler.

        Derken herkes komünistlere bağırmaya başladı: Ülkemizin başına gelenlerden (yoksullaşmış, çoraklaşmıştı ülke), onun özgürlüğünü kaybetmesinden (Rusların eline düşmüştü), adalet önünde işlenen suçlardan sizler sorumlusunuz!

        Suçlananlar cevap verdi: Bilemedik! Aldatıldık! Bizler gerçekten inananlardık! Yüreklerimizin derinliklerinde bizler masumuz!

        Sonunda tartışma gelip tek soruya dayandı: Gerçekten bilememişler miydi, yoksa öyleymiş gibi mi yapıyorlardı yalnızca?”

        Kapalı, totaliter rejimlerin hüküm sürdüğü düzenlerde her şey gizlidir. Misal, Stalin’in oğlu Yakov’un akıbeti… Almanlara esir düşmüş, Almanlar onu esir birkaç generalle değiştirmek istemiş, Stalin bunu ret edince de bir kafese konmuş, cephe cephe gezdirilmiş, savaşan askerlere moral vermek için “teşhir” edilmiş ve en sonunda da ölmüştü…

        Milan Kundera bu ölüme romanında şöyle yer verir:

        “Stalin’in oğlu Yakov'un nasıl öldüğünü ancak 1980 yılında Sunday Times gazetesinde okuyabildik. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara tutsak düşen Yakov, bir grup İngiliz subayı ile birlikte bir kampa konulmuştu. Aynı kenefi paylaşıyorlardı. Stalin'in oğlu kenefi leş gibi bırakıp çıkma alışkanlığındaydı. İngiliz subaylar, dünyanın en güçlü adamın oğlunun boku da olsa keneflerinin boka bulanmasına içerliyorlardı. Yakov'un dikkatine sundular konuyu. Yakov alındı. Tekrar tekrar dikkatini çekip kenefi temizlemesini sağlamaya çalıştılar. Öfkelendi, tartışma çıkardı, kavga etti. Sonunda kamp komutanıyla bir görüşme istedi. Komutanın aracı olmasını istiyordu. Ama kibirli Alman, bok konusu konuşmayı reddetti. Stalin'in oğlu içine düştüğü yüz kızartıcı duruma dayanamadı. En korkunç Rusça küfürler haykırarak, kampı çevreleyen elektrikli dikenli tellere attı kendini. Hedefi vurmuştu. İngilizlerin kenefini artık bir daha hiç boka bulamayacak olan bedeni tele çakılıp kalmıştı.”

        *

        Sahi, “ağırlık” ve “hafiflik” diyordum…

        Milan Kundera şu soruyu sorar:“Peki, ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır?”

        Sorduğu soruya şu cevabı verir:

        “Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.

        İşi tersten ele alırsak, bir yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan daha hafif kılar; göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarı yarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir. Hangisini seçmeli o halde? Ağırlığı mı, hafifliği mi?”

        Romancıya göre bu soru İsa’dan önce altıncı yüzyılda ortaya atıldı. Soruyu ortaya atan Parmenides, dünyayı çifter çifter karşıtlıklara bölünmüş olarak görüyordu:

        “Aydınlık/karanlık, incelik/kabalık, sıcak/soğuk, varlık/yokluk. Karşıtlıklardan her birinin bir yarısını olumlu (aydınlık, incelik, sıcak, varlık) öteki yarısını da olumsuz olarak nitelendiriyordu. Bu olumlu ve olumsuz kutuplaştırmasını çocukça denecek kadar basit bulabiliriz. Yalnız bir sorun var: Hangisi olumlu, ağırlık mı, hafiflik mi?

        Parmenides şu karşılığı veriyordu:

        Hafiflik olumludur, ağırlık olumsuz.

        Doğru bilmiş miydi, bilememiş miydi? İş burada. Bir tek şundan emin olabiliriz; hafiflik/ağırlık karşıtlığı bütün karşıtlıkların en gizemlisi, en çift anlamlısıdır.”

        *

        Siz bakmayın gazete köşe yazarlarının Pazar günleri “hafif”, diğer günlerde “ağır”meselelere dair yazılar yazdıklarını söylemelerine.

        “Ağırlık” ve “hafiflik” ayrımı bu tür bir izaha gelecek bir ayrım değil. Hele yazıyla bunu izah etmeye kalkışmak… Milan Kundera’nın muhteşem romanına benzer bir roman yazmaya kalkışmak olur ki bu da her yazarın harcı değil.

        Diğer Yazılar