Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Kız Kulesi’nden İstanbul’a değil, İstanbul’dan Kız Kulesi’ne bakmak güzeldir. Çok uzun yıllar, Cihangir’de onu gören bir evde yaşadım. Her sabah evin geniş penceresinden Boğaz’a baktığımda ilk o çarptı gözüme. Her sabah bir önceki gün kadar güzeldi. Herkes gibi ilk gördüğüm günden beri adının kaynağını merak ettim ben de…

        O kadar çok efsane vardı ki… O kadar çok şiir girmişti ki içine. Hatta bir ara bir grup şair orada bir “Şiir Cumhuriyeti” bile ilan etmişti.

        *

        Marmara’dan Boğaz’a girer girmez beliren, Sunay Akın’ın dizesiyle “denize düşmüş bir oyuncak” gibi duran bir kule varsa eğer bir şehri bölen denizin orta yerinde, ona dair yığınla efsane de olacak haliyle.

        En eski çağlardan beri İstanbul’dan kim gelip geçmişse herkesin gördüğü, o günden bugüne, sanki her şeyden önce oradaymış gibi duran Kız Kulesi; kim ona ne muamele yapmışsa yapsın o hep “mavi sular üstünde yine bembeyaz” haliyle gelmiş bugüne. Sırrını ele vermiş, kendisi hakkındaki efsanelerin sonunu getirmiş mi sorularını sormak yersiz, zira her dönemde herkes onun peşinden koşmuş, bir efsane uydurmuş ona, bir hikaye yazmış, bir şiir dizmiş, bir tarih uygun görmüş endamına.

        Evliya Çelebi’nin, “Deniz içinde karadan bir ok atımı uzak, dört köşe, sanatkarane yapılmış bir yüksek kuledir. Yüksekliği tam 80 arşındır. Sathı mesehası iki yüz adımdır. İki taraftan yerde kapısı vardır,” dediği kuleye dair en eski efsaneye göre; Tanrı Okeanos’un oğlu İnakhos’un kızı İo, karnında Zeus’un çocuğu, bir inek kılığında Kuzguncuk’tan bir yolculuğa çıkar. Şimdiki Salacak’a geldiğinde, denizin içindeki Damialis kayalıklarında mola verir. Oradan da karşı yakaya Byzantion’a geçer. Bugünkü kulenin bulunduğu o kayalıklara, bu yolculuktan mütevellit “Demalis ve Arcla” adı verilir.

        Kız Kulesi’ne dair en yaygın efsane, Roma döneminin büyük sürgün şairi Ovidius tarafından yazılmıştır. Bir aşk hikayesidir, Leander efsanesi derler ona…

        Afrodit Tapınağı’nın rahibelerinden Hero ile Leandros, bir tören sırasında tanışır, hemen birbirine aşık olurlar. Hero’nun evlenmesi yasaktır; onu Leandros’tan ayırır Kız Kulesi’ne kapatırlar. Geceleri, karanlıkta Hero bir fener yakar, Leandros her gece o fenerin ışığına gider. Bir gece fırtına çıkar Boğazda, Hero’nun kandili söner, Leandros yolunu şaşırır, karanlık sularda kaybolur gider. Ertesi gün aşığının cesedini kule etrafında bulunca, o da kendini kuleden denize atar. Bu efsaneye dayanarak Romalılar buraya “Leandros Kulesi” adını verirler.

        Efsaneler bitmez… Prenses Efsanesi de dolaşır dilden dile. Vakti zamanında bir falcı İstanbul şehrinin kralına “kızını bir yılan sokacak ve o zehir onu öldürecek” diye bir kehanette bulunur. Kızını kendinden daha çok seviyor kral, onu yılandan muhafaza etmek için günlerce düşünür, sonunda Salacak açıklarındaki o kayalıklar gelir aklına. O kayalıklarda bir kule inşa edecek, kızını o kulede yılandan koruyacak! Bunu yapar da. İnşaat bitince kızını oraya koyar. Kızına yiyecekler şehirden gider. Yılan bu, sinsi hayvan, bir meyve sepetine saklanır, gider kızı orada bulur, zehrini akıtır güzel prensesin bedenine. Oranın adı bu yüzden Kız Kulesi olur!

        Bir de Türklerin söylediği Battal Gazi efsanesi vardır… Battal Gazi Üsküdar Tekfurunun kızına aşık olur. Tekfur kızını vermek istemez. Kızını alır, bu kuleye yerleştirir. Battal Gazi kuleyi basar, kızı alır atının terkisine, Anadolu içlerine doğru atını sürer. Bazıları “Atı alan Üsküdar’ı geçti” sözünün bu efsaneden çıktığını söyler.

        *

        Bir de iki yüz yıllık sanat, edebiyat, siyaset dünyamıza ucundan kıyısından değen bir efsanesi daha vardır ki kulenin şimdi sıra onda. Anlatacağım hikaye Müşir Mehmet Ali Paşa’nın hikayedir ki aynıyla vaki...

        Müşir Mehmet Ali Paşa 1827 yılında Almanya’nın Magdeburg şehrinde doğdu; gerçek adı Ludwing Karl Friedrich Detroit’ti. Babası müzisyendi, fakirdi, anne babası ölünce çocuğu bir yetimhaneye teslim etti akrabaları.

        Çocuk hırslıydı. Yetimhane ona göre değildi, kaçtı oradan, bir liman şehri olan Hamburg’a gitti. Burada bir gemide miço oldu. Kimsesiz bir çocuk nasıl bir muameleyle karşılaşırsa, o muamelenin en kötüsüyle karşılaştı. Birkaç sene sonra çalıştığı gemi İstanbul’a dümen kırdı. Gemi Marmara’dan Boğaz’a girince Kız Kulesi yakınlarında kendini denize attı. Yüzerek kuleye çıktı. Kule bekçisi ona sahip çıktı.

        Şansına karşısına daha sonra Hariciye Nazırı Mehmet Emin Ali Paşa çıktı, onu himayesine aldı paşa. Sonradan sadrazam olacak olan paşa, bu parlak çocukta bir gelecek gördü. Tartışmalara kulak asmadı. Çocuk Müslüman oldu ve Mehmet Ali adını aldı. Bir süre sonra Harbiye Mektebine yazıldı, 1853 yılında mektebi bitirip teğmen rütbesini aldı. Hayatının bundan sonraki bölümü harp meydanlarında geçti. Önce Kırım Harbine katıldı, ardından da Bosna ve Karadağ muharebelerine… 1868’de general oldu, 1877 yılında müşir, yani mareşal unvanını aldı.

        Daha on beş yaşında bir çocukken, bir gemiden atlayarak Kız Kulesi’ne çıkan ve Osmanlıya sığınan bir Alman çocuk, şimdi Osmanlı ordusunda Müslüman bir mareşaldı. 93 harbi sonrasında yapılan Ayastafanos Antlaşması’na katılan Osmanlı heyetinde o da vardı.

        Ardından Berlin Konferansı geldi. Bu konferansta Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri oydu. Su gibi Almanca ve Fransızca konuşuyordu. Bir Alman’ın Osmanlı’yı temsil etmesi Bismark’ı rahatsız etti, konferans boyunca ona hep soğuk ve mesafeli davrandı.

        Berlin Konferansından sonra Arnavutluk’ta, oraların Hıristiyanlara bırakılmasını kabul etmeyen Müslüman ahali ayaklandı. Müşir Mehmet Ali Paşa isyanı bastırmaya gitti. Durumu Müslüman halka anlatacaktı ama halk bir “dönme” olan paşanın Müslüman topraklarını gavura bıraktığına inanıyordu. Saldırıya uğradı, kalabalık büyüdü, linçe dönüştü. Güruh paşanın kafasını kesip sokaklarda gezdirdi.

        Şair ruhlu bir paşaydı. Birçok şiiri Alman müzisyenler tarafından bestelenmişti.

        Hıfzı Topuz, Sabahattin Ali’yi anlattığı “Başın Öne Eğilmesin” kitabında şunları söyler:

        “Bilindiği kadarıyla Mehmet Ali Paşa’nın beş kızı olmuş: Seher (Mehmet Ali Aybar'ın anneannesi), Leyla (Nazım Hikmet'in anneannesi), Zahide (Ali Fuat Cebesoy'un annesi), Saniye (Sabahattin Ali'nin babaannesi)’dir.”

        Şair Oktay Rifat da Rasih Nuri İleri de Nazım Hikmet’le akrabadır.

        Kız Kulesi’ne sığınan Alman çocuğun zürriyetine bakın hele!

        *

        Madem söz gelip şairlere dayandı. Biraz da onlardan devam edelim o halde. Bedri Rahmi’nin iki kuleye dair yazdığı şiir meşhurdur, der ki:

        “İstanbul deyince aklıma kuleler gelir

        Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır

        Ama şu Kızkulesi’nin aklı olsa

        Galata kulesine varır

        Bir sürü çocukları olur”

        1983 seçimlerinde Turgut Özal ile Necdet Calp arasında bir “köprüyü satarım, sattırmam” tartışması çıktı. O zamanlar bu kadar çok “kanaat önderi” yoktu, siyasetçiler televizyona çıkıp birbirleriyle bizzat tartışıyorlardı.

        Turgut Özal seçimi kazandıktan sonra sözünü tutup Boğaziçi Köprüsü’nün hisselerini satışa çıkarınca Şair Cemal Süreya şu iki dizeyi yazdı:

        “Kız kulesinin düş getiren pay senetleri,

        kısa günde kapış kapış gitti…”

        Erdem Beyazıt’ın; Rasim Özdenören’in şiirinin “en kamil örneği” olarak nitelendirdiği şiirlerinden birisi de “Kız Kulesi”ne dairdir:

        Biricikliğin burcunda bir lamba

        Müebbede mahkûm bir kızlık

        Hasret duvarına hapsolmuş bir annelik

        Yalnızlığın somut bir simgesi

        Gibi mi oluşmuş bu sadelik?

        Gücünü alıp yasalardan

        Cengiz Han’ın çadırından

        Çıkıp gelen ta Çin Seddi’nden

        Başında mücevher dolu bir sele

        On yedisinde bir cariyeden

        Kalma bir ünlem mi bu kule?

        Konuvermiş suların üstüne.

        Üsküdar açmış feracesini

        Bir başka âlemin operasından bir arya gibi

        Kıyılardan yamaçlardan

        Avaz avaz fışkıran mor pembe bir bahar var

        Bir de çığlık çığlığa savrulan

        Bembeyaz martılar!

        Bir Ukraynalı iri iri açmış gözlerini

        Seyrediyor süzülen bir şilebin güvertesinden Boğaziçi’ni

        Kayıyor ard arda köşkler yalılar

        Kayıyor Mihrimah, Valide, Şemsipaşa, Ayazma

        Odesa limanına kayıtlı bir gemide bir tayfa

        Sığınmış ceplerine yoksul elleri

        İndiriyor içine bir bir o narin minareleri!

        Boğazda tıkanan bir lokma gibi bir anda

        Kız Kulesi!

        -İmdat!

        Ne Ukraynalı tayfa

        ne de kimsecikler duyuyor bu sesi

        Bir yanıt veren olmadı bugüne kadar

        İnliyor Kız Kulesi!”

        Bir de Sezai Karakoç’un “Kız Kulesi’ne Gazel” şiiri var ki Sezai Bey, Kız Kulesi’nden bakıyor dünyaya. Sadece coğrafya değil, bir tarih gözlerimizin önünden gelip geçiyor şiir boyunca. Bir Bizans eseridir bu kule. Sezai Bey onu nasıl kendimize ait kıldığımızı anlatıyor bu şiirinde:

        Kızlar çıkar Kule'den bir gün kızlar gelir

        İstanbul'u yeniden bir ipeğe çevirir

        Bir gün bir uğurlu doğu saatinde

        Kızkulesi bir zafer takı gibi yükselir

        Gelecek oğullar için beşiklerin en güzeli

        Denizde sallanan o kulenin etekleridir

        Güneş der ki: Yeniden doğmaya değer

        O günü o kuleyi o çocukları görmelidir

        Gecenin çiçekleri değince Kule'nin saçlarına

        Beklediği konuğun sırrı çözülecektir

        *

        Çok eskiler, Kız Kulesi’ne dair deminden beri anlattığım efsaneleri, hikayeleri, şiirleri yazmışlar. Günümüzün “sosyal medya cengaverleri” de ona dair efsane üretmeye devam ediyorlar; en tazesi şöyle:

        “Kız kulesi yok; ya yıktılar ya sattılar”

        Her nesil yarattığı efsanelerle anılır.

        Diğer Yazılar