Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir yerlerde gözüme çarptı, Doğu Perinçek’le bir nehir söyleşi yapmışlar. O söyleşinin bir yerinde Perinçek, “Mihri Belli, Deniz Gezmiş’in yeşil parkasıyla dalga geçerdi,” diyor.

        Mihri Belli “eski tüfektir”, bir ara o tüfek Yunan iç savaşında bile tetik düşürdü. Devletin silahlarını alarak Makedonya dağlarına çıkan dünyanın ilk “mektepli” eşkıyaları İttihatçılar gibi giyindiği pek vaki değildir, en azında böyle bir fotoğrafına rastlamadım ben Belli’nin. Aynı söyleşide Uğur Mumcu’yla beraber İttihatçılar gibi hep yelek giymiş olan Perinçek’in; Deniz Gezmiş’in modern ordunun giydiği askeri parkayla ortaya çıkıp o geleneği kıyafetle bilmeden sekteye uğratmasını, kuşkusuz Mihri Belli’ye dayanarak eleştirmesi pek tabiidir. Zira, sosyalist solun liderliğini, kıyafetiyle olsun, söylemiyle olsun Doğu Perinçek hiçbir dönemde kimseye kaptırmadığını sandı. Hâlâ kendini Türk sosyalist solunun lideri sanıyor!

        *

        Bu mühim kıyafet meselesine, dizinin dibindeki karısı Tansu’ya yan odadan bir mektup daha yazarak gündemleştiren Ertuğrul Özkök de temas edince, buradan yola çıkarak “ikonik, nadir parçalar” üzerine bir yazı yazmak bana da ilginç geldi.

        *

        Deniz Gezmiş’i hiç görmedim ama “uğruna ölümlere gittiği” halkının güvenlik görevlilerine yardım etmesi sonucu Sivas Gemerek’te yakayı ele verdiğinde üzerinde olan yeşil, yakası kürklü uzun boy parkasını o kadar çok gördüm ki…

        Hayır; 1970’li yıllarda solcu gençlerin, ordu malı parka bulamadıkları için, sinelerindeki Marksizm Leninizm imanıyla cepheden savaşa giriştikleri bir Amerikan firmasının ürettiği aynı biçim ve renkte, herkesin cebine, okuduğu solcu gazetenin logosu görünecek şekilde yerleştirdiği sıradan parkalardan bahsetmiyorum; zengini fakiri o zamanlar bir yolunu bulur bu parkalardan edinir, altına bir askeri postal çekmekte de zorlanmıyordu; benim kastettiğim basbayağı orijinal Deniz Gezmiş parkası, yani yakalandığında üzerinde olan o meşhur yeşil parka… Çoğu kişi üzerindeki parkayı Deniz Gezmiş’in orijinal parkası diye başkasına göstererek birbirine hava atıyordu.

        1980’de ortaokul son sınıftayken Muğla’dan gelmiş beden eğitimi hocam Hüsnü’nün üzerinde vardı böyle bir parka mesela; hiç çıkarmıyordu sırtından, sıcak havalarda dışarıda ders yaparken de çıkarmıyordu, biz de takılırdık, o da “Çocuklar bu parka Deniz Gezmiş’in parkasıdır, onun yadigarıdır, çıkarır bir yere koyarsam, aman aman ha,” der bize caka satardı. Parkayı nerden bulduğuna dair de destansı bir hikaye anlatırdı, şimdi aklımda değil ama Deniz Gezmiş’in o parkayı nereden bulduğunun hikayesini Yılmaz Aysan’ın “Afişe Çıkmak” kitabında okuduğum kadarıyla aklımda.

        Deniz Gezmiş, İstanbul’da polis tarafından aranıyor, Ankara’ya gelmiş, ODTÜ’nün öğrenci yurdunda kalıyor. O zamanlar, -belki hâlâ da yapıyorlar- okulda çılgın partiler moda. Değişik kılıklara bürünen zengin çocukları sabahlara kadar tepişerek eğlenip coşuyorlar. Memleketi kurtarmaya soyunmuş içlerindeki kavruk Anadolu çocukları da “faşistler basar” diyerekten belde silah nöbet tutuyorlar. Deniz Gezmiş böyle bir parti sırasında vestiyerde o parkayı bulur, ceplerini kontrol eder, boş olduğunu görünce sırtına geçirir, yani aslında basbayağı çalar ama o zamanlar bu tür çalma eylemine “kamulaştırma” denirdi. Giderken de oradaki nöbetçilere, “Siz halledersiniz, çocuk mağdur olmasın,” der.

        İdamından sonra (Menderes ve arkadaşları darbeci askerlerin oluşturduğu bir çetenin kararıyla asıldılar, Deniz Gezmiş ve arkadaşları ise “madem bizden üç aldılar, biz de onlardan üç alalım” diyen Demirel’in Başbakan olduğu meşru Meclis’te, halkın oylarıyla seçilmiş vekillerin el kaldırmasıyla asıldılar, bu çok daha fena bir şeydir! İnönü ve Ecevit idamlara “hayır”, Demir ile Türkeş “evet” dedi, Erbakan ise oylamaya katılmadı) Deniz Gezmiş’in eşyasını avukatı Halit Çelenk alır. Galiba parka da onda kalır. Sonra bir ara Bedri Baykam’ın bir sergisinde çıktı ortaya. Bir süre sonra da “78’liler” bir “Utanç Müzesi” açıtılar. Deniz Gezmiş’in o meşhur parkası da bu müzede yerini aldı diye okudum bir yerlerde.

        Benim Hüsnü Hoca ve başkalarının yemin billah ederek “Deniz Gezmiş parkasıdır, bana geliş hikayesini anlatamam, sırdır” deyip hava attıkları parkalar ise, onun benzeri olanlardır.

        Ha rahmetli Cem Karaca’nın meşhur “Parka” şarkısında, “Her akşam o köşeye asılır o parka” dediği “o parka” muhtemelen Deniz Gezmiş parkasıdır.

        İkoniktir o parka, kıymetlidir.

        *

        Rus yazar Gogol’un 1842 yılında yazdığı “Palto” diye bir hikayesi var. Rus bürokrasisini eleştiriyor üstat bu dünyanın en meşhur hikayesinde. Küçük memuru ve onun sahte dünyasını… Palto bir semboldür hikayede. Küçük memur Akaki Akakiyeviç gücünü paltosundan alır. (Hani Nasrettin Hoca’nın “ye kürküm ye” demesi gibi…) Neyse konumuz palto değil. Sözün paltoya gelmesinin sebebi, Dostoyevski’nin bütün bir Rus edebiyatı için, “Hepimiz Gogol’un Paltosu’ndan çıktık” demesidir. Büyük romancının bu sözü de en az “Palto” hikayesi kadar meşhurdur ve birçok durumda başvurulur bu söze.

        Deniz Gezmiş’in yeşil parkası o kadar ikoniktir ki, onun yolunda yürümüş ve yürümek isteyen birçok devrimci, Dostoyevski’nin bu sözünden mülhem, “Hepimiz Deniz’in parkasından çıktık” diyorlar gururla.

        *

        Ordu malı parka, ordu malı postal giyerek, “Kurtuluş Ordusu” adlı örgütler kurarak “halkı kurtarmaya” kalkışan Türk sosyalistleri “askeri bir parkadan çıkmayı” gurur vesilesi yapadursunlar, ben başlamışken, hayatımızdaki bazı “ikonik parçaların” izini sürmek istiyorum bu vesileyle.

        *

        Mesela, belki de tarihin gelmiş geçmiş en ikonik şapkası, Che Guevara’nın yıldızlı siyah beresidir. O bere şu anda nerede acaba? Deniz Gezmiş’in parkasının yerini biliyoruz ama epeyce mesai harcamama rağmen o berenin nerede olduğunu bildiren bir bilgiye rastlamadım bir yerlerde. Arjantin’de bir Che Guevara Müzesi varmış. Cordoba şehrinde atladı motosikletine Che, macera böyle başladı. Bu yüzden müzesi de burada açıldı, motosikleti bu müzedeymiş ama öldürüldüğünde kolundaki Rolex saatini ise onu yakalayan iki CİA ajanından biri olan Felix Rodriguez “kamulaştırmış”. Santa Clara’da da bir müzesi varmış Che’nin. Burada da çocukluk, gençlik yıllarına ait fotoğrafları, giysileri, silahları ve özel eşyaları sergileniyormuş. Ama beresinden bahseden yok! Mutlaka bir yerlerde duruyordur.

        *

        Samet Ağaoğlu, “Babamın Arkadaşları” kitabında Ziya Gökalp’ı anlatırken ona “mürşit” diyor. Çocukluğunda Ankara’da Keçiören bağlarındaki evleri, Ziya Bey’in evine üç yüz metre mesafedeymiş. Bir sabah, bağın içinden bir feryat yükselmiş. Gördükleri şöyle bir manzaraydı.

        “Önde mütefekkir uşağı, iri yarı esmer bir Urfalı ‘Yetişin, bey beni öldürüyor!’ diye haykırarak koşuyor, arkasında mürşit, sırtında entari, ayakları çıplak, elinde bastonu sallaya sallaya kovalıyor!”

        Çok genç yaşta kafasına sıkmıştı mürşit. Kurşun beyninde kalmıştı, iki baytar Dr. Abdullah Cevdet ve bir Rus meslektaşı ameliyat etmiş, kurşunu saplandığı yerden çıkarmamaya karar vermişlerdi. Ağaoğlu’nun deyimiyle, “…bazen günlerce süren şiddetli baş ağrılarından göz açamıyordu, her zaman hareketsizdi”. Bastonunu elinden hiç düşürmezdi. “Yaşıyla uygun olmayan” yorgun bedenini hep bu baston yardımıyla taşıdı Ziya Bey ölünceye kadar. İttihatçılarla al takke ver külah, Enver’e methiyeler dizdiği zamanda da, Selanik’te de, İstanbul’da da, sürgüne gittiği Malta’da da, daha sonra gittiği Diyarbekir’de de, sonra geldiği Ankara’da da o bastonu elinden hiç düşmedi. Yıllar sonra Diyarbekir’de doğduğu ev müze haline getirildi. Müze 23 Mart 1956 günü açıldı. Melik Ahmet Caddesi’nde bulunan müzeye mürşidin şahsi eşyaları, kitapları, belgeleri kondu.

        Ekim 2014 tarihinde, tarihe “6-7 Ekim olayları” olarak geçen Kobani protestoları sırasında vandallar bu müzeyi de basıp ateşe verdiler. Müzenin arşiv ile kütüphane bölümü tamamen yandı. Mürşidin birçok kişisel eşyası çalındı. Çalınan eşya arasında mürşidin bastonu da vardı.

        Sahi Ziya Gökalp’ın bastonu şimdi nerde? Onu alıp götüren “Kobani cengaveri” nereye koymuş olabilir dersiniz? Sembolik “değerinin” farkında mı sahiden? Yoksa çoktan bir yere atmış mıdır?

        *

        Ziya Gökalp’ın bastonunun yerini bilmiyoruz ama Maradona’nın ‘Tanrının eli” ile attığı o meşhur golün topunun akıbetini biliyoruz.

        1986 Dünya Kupası Meksika’da oynandı. Çeyrek finalde İngiltere ile Arjantin karşı karşıya geldi. İngiltere kalesinin önünde Maradona havalandı, topa bir yumruk atarak filelere gönderdi. Sırtı hakeme dönüktü, golü kafasıyla atmıştı sanki. Gol kabul gördü. Maçtan sonra topa değen eli sorulan Maradona “Benim değil, Tanrı’nın eli,” dedi.

        O top geçen senenin Kasım ayında Londra’daki Graham Budd Müzayedelerinde açık arttırmayla 2 milyon 37 bin sterline satıldı.

        *

        Rusların bir ilah gibi taptıkları Puşkin, aşık olduğu Natalya’yı bin bir zahmetle evlenmeye ikna etmişti.

        Natalya sanattan, şiirden, edebiyattan uzak, pek güzel bir kızdı. Güzelliğinin farkındaydı. Hatta Narsist bile denebilir, sadece güzelliğine aşıktı. Ona kur yapan erkeklerle flört etmeye bayılırdı. Bu durum da ona aşık kocası Puşkin’i çileden çıkarırdı. Bir süre sonra Natalya’ya Fransız asıllı bir subay olan Georges-Charles de Heeckeren d’Anthés’in kur yaptığı dedikodusu yayıldı çevreye. Dedikodu ayyuka çıkınca da Puşkin, subayı düelloya davet etti. O da kabul etti.

        İlikleri donduran soğuk bir kış günü, 27 Ocak 1837’de St. Petersburg yakınlarında Kara Dere denilen bir mevkide düelloya durdular. Düelloda kullanacağı silahı satın almak için gümüşlerini satmıştı şair. İlk o ateş etti, subay omzundan yaralandı. Sıra hasmına gelince asker adam, iyi nişancı, ateş etti, kurşun kalçasından girdi şairin bedenine.

        *

        Tarihin gördüğü en büyük züppenin Fransız Kont Robert de Montesquiou olduğunu söylerler. 18. yüzyılda ortalığı tozu dumana katmış. Çok yakışıklı bir eşcinselmiş Kont. Buna rağmen Sarah Bernhardt’a aşıkmış, onunla yirmi dört saatlik bir aşk yaşadığı ve ardından bir hafta kustuğunu anlatırlar. Kendi döneminde 199 fotoğrafla dünyanın en çok fotoğrafı çekilen insanı olarak tarihe geçmiş. Bir de birçok edebiyatçıya esin kaynağı olmuş. Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” romanının kahramanı Baron de Charlus karakteri ondan mülhemdir. Başka edebiyatçılar da nasiplenmiş ondan. “Dorian Gray’in Portresi'nde Oscar Wilde tarafından da kullanıldığı söylenir.

        Tuhaf bir evi varmış bu herifin. Çok odalı bir malikanede, her oda özenle hazırlanmış binlerce ıvır zıvır var... Dresden çinileri, Venedik camları, monte edilmiş kelebekler, parfümlü yelpazeler, tavus kuşu buketleri, meşhur olan ilk Fransız kadın yazar George Sand tarafından kısmen içilmiş bir sigara, Lamartine’in döktüğü, kurutulmuş bir damla gözyaşı ve onun terlikleri, tarihçi Michelet’nin evcil kanaryasının barındığı kuş kafesi, aynı tarihçinin sakalından tek bir telin saklandığı bir mücevher kutusu…

        Verdiği davetlerde iki liste yaparmış bu züppe, “davet edilenler” ve “liste dışı bırakılanlar”; ikinci listeye bakıp bakıp mutlu olurmuş.

        İşte bu züppenin tuhaf koleksiyonun en nadide parçasına, her romanını büyük bir heyecanla okuduğum Julian Barnes’ın “Kırmızı Giysili Adam” kitabında rastladım geçenlerde. Barnes’ın yazdığına göre Kont Robert de Montesquiou’nun nadir eşyalarını sergilediği camlı bir dolabı varmış; aslında, onun bütün evi tek bir şeye, içsel estetizminin ve sanat uzmanlığının dışsal anlamda sergilenmesine gelip dayanıyormuş. Dolaptaki parçalara çok değer veriyormuş. Bu parçaların içinde bir tanesi varmış ki, onun için en kıymetli olanıymış. O da ‘Puşkin’i öldürmüş olan mermiymiş’!

        Şair 1837’de, Rus Şövalye Muhafız Alayı’nda hizmet gören bir Fransız subay olan Georges-Charles de Heeckeren d’Anthés tarafından öldürülmüştü. Mermi Puşkin’in vücuduna kalçadan girmiş ve sonra da karnının iç kısımlarına doğru ilerlemişti. O zamanlar hiçbir cerrahi müdahale mümkün gözükmüyordu ve iki günlük can çekişmeden sonra, şair öldü. Öldüğünde 37 yaşındaydı. On sekiz yıl sonra, Montesquiou doğdu. Barnes’a göre, merminin Kont’un koleksiyonuna nasıl girdiği kayıtlarda mevcut değildi.

        *

        Deniz Gezmiş’in parkası, Che Guevara’nın beresi, “Tanrının Eli”yle Maradona’nın kaleye gönderdiği top, Ziya Gökalp’ın bastonu, Puşkin’i öldüren mermi… Bir koleksiyonda bir araya gelmeleri pek mümkün olmayan daha nicelerinin milyonlarca hikayesi vardır bir yerlerde saklı.

        Eşya cansızdır, sahibiyle can bulur ancak, zira dünyanın hükümdarı eşya değil, insandır.

        Diğer Yazılar