Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dünyanın neresine giderseniz gidin, kime sorarsanız sorun herkes “Don Kişot”u bilir, ama dünyanın neresine giderseniz gidin bütün zamanların bu en meşhur kitabının yazarını sorun, “Cervantes” diyecek kaç kişi çıkar bilemem.

        Bazı romanlar yazarlarıyla değil isimleriyle bilinir çünkü.

        Bazı şiirler de öyle… Daha meşhurdur o şiirler şairlerinden. O kadar meşhurdur ki, o şiiri yazmış olan şairin adını pek az kişi merak eder.

        “Makber” yazarından meşhurdur mesela. “Kaldırımlar” da, “Yaş Otuz Beş” de, “Fahriye Abla” da, “Masa da Masaymış ha” da, “Otuz Üç Kurşun” da, “Han Duvarları” da, "Monna Rosa" da…

        Şiirlerinin kendilerinden meşhur olması şairlerin pek hoşuna gitmez. Ve genellikle şairler, pek meşhur olmuş, isimlerinin önüne geçmiş, şöhretinden rol çalmış şiirlerine üvey evlat muamelesi yaparlar. “Dur hele ne cezvelenip duruyorsun, seni yaratan benim, senden büyük ben varım,” der o şiirlerinden başka şiirleri de olduğunu gururla söylerler… Bu yüzden bir toplulukta o şiirin adını söyleyerek onu başkalarına tanıştıran dostlarına çok kızarlar.

        *

        Ahmed Arif’in “Otuz Üç Kurşun” şiiri yazılmadan önce meşhur olmuş bir şiirdir. Hikayesi ibretlik bir hikayedir. Absürttür, komiktir, trajiktir... Sadece bizim memlekette olur cinsinde bir hikaye... Şiir yayınlanmadan önce şairin başını belaya sokmuş. Şair kafasında yazmış, kağıda geçirmemiş, onu birkaç arkadaşına okumuş, tıpkı kutsal metinleri ezberleyip yaygınlaştıran “okuyucular” misali; bu vesileyle şiir kısa sürede belli mahfillerde bilinmiş. Kim artık kaç mısraını ezberlediyse birbirine okumaya başlamışlar.

        Ahmed Arif, Van-İran sınırında kaçakçılık yapan otuz üç köylünün kurşuna dizilmesi emrini verdiği için yıllar sonra hakim karşısına çıkartılan General Muğlalı’nın yargılanması sırasında yazar şiiri ancak yayınlamaz. Güvendiği birkaç arkadaşına, dostuna okur o kadar. Kağıda geçirmez onu, biliyor yazılı halini bulurlarsa vay haline! Öyle güvenmediklerine de pek okumaz şiiri, yerin kulağı var her yerde, bunu da biliyor. Aldığı onca tedbire rağmen polis, Ahmed Arif’in pek yenilir yutulur olmayan, netameli bir şiiri olduğu haberini alır, “hele çekelim bu herifi karakola” derler, bakalım şiir “yazmamak” neymiş görsün! Evini basar polis, alıp götürürler. Suçu büyüktür; şiir yazmak değil, şiir yazmamak… Ama polis bu numaraları yutmaz. Basar sopayı, henüz yazmadığı şiiri yazdırmaya çalışır şaire! Hikayenin devamını Refik Durbaş’a anlatmıştı Ahmed Arif, şöyle:

        Karakolda sabaha kadar döverler. ‘Oku’ derler şiiri, okumaz. Henüz hiçbir yerde şiirin tek satırı çıkmış değil, polis nereden biliyor böyle bir şiirin varlığını? Oku derler, şairde Kürt inadı var okumaz, işkence uzar, şairin ağzından tek mısra çıkmaz. Basarlar sopayı, falakaya yatırırlar, okumaz. Onlar dövdükçe şair 'ölürüm de okumam' diye inat eder. Biliyor şiir yoksa suç da yoktur. Sabaha kadar dayak atarlar, nafile...

        Daha sonra Atatürk Spor Salonu olan o zamanki stadyumun etrafındaki tellerin önüne getirirler, baygın haldeki şairi o tellerden aşağı atarlar. Orada sabaha kadar öylece kalır. Sokak köpekleri gelip gelip koklarlar. Ödü kopar, ölü sanıp yiyecekler diye. Sabah çöpçüler bulur onu. Acıyıp oradan çıkarırlar. Bir taksiye bindirirler. Han gibi bir yerde kalıyor, orada ev sahibi Mebus Hatçe çorba yapar ona, yaralarını sarar. Ancak bir haftada kendine gelir. Bir hafta sonra sokağa çıkar. Bu hadiseyi çok uzun süre kimseye anlatmaz şair, en yakın dostlarına bile.

        *

        Edip Cansever’in “Masa da Masaymış ha” şiirinde ise adam evinden içeri girer; “masaya önce anahtarlarını koyar, bakır kâsede çiçekleri, sütü, yumurtayı, pencereden gelen ışığı, bisikletin, çıkrığın sesini, ekmeği, havanın yumuşaklığını, aklında olup bitenleri, hayatta yapmak istediklerini, sevdiklerini, sevmediklerini, üçü üçle çarparak bulduğu dokuzu, pencere yanındaki gökyüzünü, sonsuzluğu, içmek istediği biranın köpüğünü” koyar. Şiir şu dizelerle biter:

        “Masa da masaymış ha

        Bana mısın demedi bu kadar yüke

        Bir iki sallandı durdu

        Adam ha babam koyuyordu.”

        Bu şiir, 1954 yılında çıkan “Dirlik Düzenlik” kitabında yer alır. Ve çok kısa sürede o kadar meşhur olur ki Edip Cansever’in adı bu şiirle anılır. Bela olur başına, “hiç kimseden çekmez bu şiirden çektiği kadar”. “Hayatım boyunca bu şiirden kurtulamadım gitti” der bir yerde şiirinden yaka silkeleyerek. Şöyle anlatır derdini:

        “1954’te Dirlik Düzenlik adlı şiir kitabım basılıyor. Bugün bakıyorum da ‘Masa da Masaymış ha’ şiirinden başkası yazılmasa da olurmuş diyorum. Ayrıca bu şiirimden yaşamım boyunca kurtulamadım. Antolojilerde aynı şiir, yabancı dillere şiir mı çeviriyorlar benden, ille ‘Masa’ şiiri de olacak.”

        *

        Aynı dert Ahmet Muhip Dıranas’ın da başında var. O da “Fahriye Abla” diye bir şiir yazmış, Edip Cansever’in başına gelen onun da başına gelmiş. Varsa yoksa “Fahriye Abla”… Bu şiirin şarkısını, yıllar sonra filmini de yaptılar.

        Cansever’le Dıranas dert ortağı, benzer bir yaranın acısını çekiyorlar. Edip Cansever, Dıranas’la bir yerlerde karşılaşır:

        “Bir gün Ankara’da Ahmet Muhip Dıranas’ın da bulunduğu bir masadayız. Bir ara Dıranas bana döndü, adı geçen şiiri övdü. ‘Üstat, ben o şiirden bıktım’ dedim, ‘benim başka şiirlerim de var.’ Dıranas gülümseyerek, ‘Eh ben de Fahriye Abla’dan bıktım, ne yapalım, her şairin bıktığı bir şiiri vardır’ dedi.”

        İlhan Berk’e göre Ahmet Muhip Dıranas “Fahriye Abla”nın bu kadar tutulacağını, sevileceğini, bu kadar meşhur olacağını düşünmemiş. İlk defa şiir 1935 yılında Varlık Derisinde yayınlanmış. Bir anda şiirin ünü şairin önüne geçince onu kitabına almış. Şiir almış başını gitmiş, kimse yazarını sormuyor, herkes Fahriye Abla’nın peşinde…

        Ahmet Muhip Dıranas 1980 yılında öldü. Ölümünün 25. yılında, yani 2005 yılında Fahriye Abla hâlâ yakasını bırakmamıştı şairin. O sene Milli Kütüphanede düzenlenen bir anma toplantısında Dıranas’ın eşi Münire Dıranas da kocasını anlatır, söz yine Fahriye Abla’ya gelir. Kadın Fahriye Abla’dan hâlâ mustariptir. Kocası ölmüş ona Fahriye Abla tartışmasını miras bırakmıştı. O toplantıda Münire Hanım, rahmetli kocası ile “Fahriye Abla” nam kadın arasında bir şey geçmediğini, dolayısıyla onu hiçbir zaman kıskanmadığını ispatlamak için, “Fahriye Abla, eşimin annesinin bir arkadaşıydı, o şiiri yazdığında ben daha doğmamıştım, evlendiğimizde o kadın 70 yaşındaydı, ben Fahriye Abla’yı hiç kıskanmadım,” der.

        *

        Bütün büyük şairlerin derdi budur işte. Liselerin edebiyat derslerinin de sevimsiz, sıkıcı olmalarının sebebi de… İlle de şair bu şiirinde ne demek istiyor, şiirde bir isim geçiyorsa, o isim hayali bile olsa onun kimliğinin peşine düşüyor millet. Birçok edebiyat öğretmeni talebelerine “bu şiiri düz yazıya çevirin” ödevleri verir, talebelerinin derste yaptığı çoğu şiir çözümlemesini beğenmez, “şair burada yaşadığı yeri bir çöle benzetiyor” diyerek hem şiirin canına okur hem de talebelerin edebiyat dersinden nefret etmelerine sebep olurlar.

        Çoğu zaman tarihi romanlara nasıl gerçek tarihi vesika muamelesi yapılıyorsa, aynı şekilde şiirde de hayatın gerçeği aranır beyhude bir çabayla.

        Oysa dünyanın tuhaf yaratıklarıdır şairler. Sanatları buna müsaittir. Öyle şeyler yazarlar ki, biz okurların aklına, onların aklına gelmemiş olan tuhaf şeyleri sokarlar.

        Bu yüzden “Fahriye Abla” şiirini çözümleyen şiir bilen çoğu kişi o şiirde; şairin mahallesinde Müjde Ar’ın gençliğine benzer, dudağının kenarından şehvet akan şuh edalı, yaşamış, işveli gerçek bir Fahriye Abla aramazlar. Bunlara göre Dıranas’ın bu şiiri bir “büyüme şiiri”dir. Her kıtada şair çocukluktan ihtiyarlığa giden bir aks üzerinde, hayatın resmini çizer.

        Bu fikirde olanlar belki de yanılıyor, bu satırları Dıranas okusaydı eğer, “Ne diyorsun sen, ben gençken hülyasıyla nice fanteziler kurduğum bizim mahallede tanıdığım bir kadından bahsediyorum, nereden çıktı bu derin mana?” da diyebilirdi, kim bilir.

        Şiir bu; hem yazarına hem okuruna pabucu ters giydirir.

        *

        Gelelim, Necip Fazıl’ın “miladı” olan şiiri “Kaldırımlar”a… Kimisinin o tek şiirin üstadı büyük şair yaptığını, sonrasında bir şey yazmasaydı da hep büyük kalırdı dediği, kimisinin de şairin sanatını “Kaldırımlar’dan Önce (KÖ) ve Kaldırımlardan Sonra (KS)” diye ikiye ayırdığı o anıtsal şiire…

        Hatıratı “Babıali”de bu şiirin de kaynaklarını açıklar. Cumhuriyet’ten sonra yurt dışına okumak üzere devletin burslu gönderdiği öğrenci kafilesinin arasında Necip Fazıl da var. Orada karşılaştığı Türklerin sabahtan akşama kadar kahvelerde pineklemelerini görünce şunları yazar:

        “Korkunç! Başları üzerinde en renkli ve mânalı Batı şehirlerinden birinin kapkara çatıları ve esrarlı bacaları yükselirken, bunlar, her meseleye uzak, bu kahvehanede sıkışıp kalmışlar.”

        Fakat kısa bir süre sonra genç Necip Fazıl da okulu mokulu boş verir, onlar gibi kumar masalarına dadanır. Yukarıya aldığım serzenişi, “Kaldırımlar” şiirine şu dizeyle geçer:

        “Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;

        Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.”

        Kumar hayatını kuşatır şairin. Her şeyi boş verir. Bu durumu Ankara’dakiler de haber alır. Bir müfettiş gelir, eline son aylığını ve dönüş parasını tutuşturur, o parayı da kumara kaptırır ve Paris’te cıscıbıldak, çaresiz kalır. Hatıratında şunları yazar:

        “Pırıl pırıl cadde, Paris kaynıyor... O, Genç Şair, şehrin kapkara çatıları, esrarlı bacaları ve her an göz kırpan ışıkları ortasında, kaybolmuş bir çocuk gibi kimsesiz ve on parasız... Ve ‘Işık Beldesi' diye anılan Paris'te, hiçbir yer­den hiçbir ümit kıvılcımı göstermez bir karanlıkta...

        Gözleri kaldırımlarda, ‘Kaldırımlar’ şiirini içinde biriktire biriktire saatlerce, yayan, oteline gitti.”

        O sırada bir şeyler “arar” şair. Kumar bu “arayışın” aracıdır derler. Oturur “Kaldırımlar”ı yazar. Şiir “Hayat” dergisinin 19 Nisan 1928 tarihli sayısında yayınlanır.

        Şiir coşkuyla karşılanır. Nurullah Ataç onu yere göğe koymaz. Mustafa Şekip Tunç, “Yalnız bu büyük şiir bir sanatkara yeter” diye yazar. Peyami Safa, başka eleştirmenler de övgü yarışına girerler. Hatta Ahmet Haşim’in şairi bir kenara çekerek “bu sesi nereden buldun be çocuk” dediği bile rivayet edilir.

        Ama Necip Fazıl memnun değil, mustariptir, ona göre şiiri yanlış anlaşılmış, o yirminci yüzyılda bunalım içinde debelenen “çilekeş bir entelektüelin” dramını yazmış, şiiri okuyanlar ise ondan “geceleri kaldırımlarda yatan evsiz barksız bir insanın dramını” anlattığı sanmışlar.

        “Babıali” kitabında anlatır şair. Necip Fazıl daha sonra adını “Çile” olarak değiştirdiği “Senfoni” şiirini yeni yayınlamış. Çok güveniyor bu büyük şiirine. Hiç olmasa “Kaldırımlar”ın biraz etkisini siler, onun büyüklüğünü bir kez daha ortaya serer diye önüne gelene yeni şiiri hakkındaki fikrini sorar. Fikrini sorduğu şairlerden birisi de Cahit Sıtkı’dır. Şöyle aktarır aralarında geçen konuşmayı:

        “Nasıl buluyorsun, Cahit, 'Senfoni'yi?..

        “Büyük şiir!.. Ama baş şiiriniz diyemem... Meselâ Kaldırımlar ayarında değil..

        “His kumaşı ne kadar nâdide olursa olsun, kolay anlaşılan ve sevilenden nefret ediyorum!”

        *

        Hadi gelin yazının burasında şiiri okuyan ile yazanın şiirden ne anladığı üzerine, Memet Fuat’ın yaptığı bir deneyi, Turgut Uyar’ın nakletmesiyle aktaralım. Memet Fuat bu deneyi, o zamanların genç şairi Kemal Özer’in “Ağıt” şiiri üzerine yapmış. Önce şiiri okuyalım:

        “annem mi bir kadın

        geciken bir kadın gece yatısına

        ölüm kendini göstereli babamın saçlarından

        günübirlik bir kadın

        üsküdar'la istanbul arasında

        babamdı sakalıydı babamın

        bir akşam göle batırdı

        çıkmamak üzere bir daha

        hepsi de ekmek kokardı

        sayısı unutulan parmaklarının

        akşam bir attır bütün ülkelerde

        serin esmer bir attır

        terkisine çocukların bindiği

        Turgut Uyar’ın aktardığına göre, Memet Fuat Varlık Dergisi’nin 15 Nisan 1959 günü yayınlanan “Şair-Şiir-Okuyucu” başlıklı yazısına şöyle başlar:

        “Şiir eleştirisi yapan kimseler, daha çok, şiirle şair arasında­ki bağlar üzerinde dururlar. Ne demek istemiş? Ne demiş? Nasıl demiş? Şiirleştirme yöntemlerinden nasıl yararlanmış gibi soru­lar sorulur.”

        Memet Fuat’a göre, kapalı, anlaşılması güç şiir çeşitli anlamlara gelebilir. Onu okuyan birisi, şairin aklından bile geçirmediği anlamlar çıkarabilir.

        Memet Fuat, Kemal Özer’e bir mektup yazar. “Gül Yordamı” kitabındaki, yukarıya aldığım “Ağıt” şiirini anlam bakımından açıklamasını ister. Kemal Özer de kendi şiirinden ne anladığını açıklar. Mehmet Fuat, Kemal Özer’in gönderdiği açıklamayı kendi anladığı açıklamayı karşılaştırır ve söz konusu yazısında birbirini tutmayan ve tutmayışın sebeplerini araştırır, yazar.

        İlginç sonuçlara ulaşır. Kemal Özer bu şiirinde, “çocuğunu her gün evinde yalnız bırakarak, akşamlara kadar ölmüş kocasının, yani çocuğun babasının mezarında oturan bir kadını” anlatmış. Oysa Memet Fuat şiirden bunu anlamamış, ona göre, “Kocasının ölümü yahut çalışamayacak kertede hasta olması üzerine geçimini sağlamak üzere, sabahtan akşama kadar çocuğunu yalnız bırakmak zorunda kalan bir kadını” anlattığını düşünmüş.

        Memet Fuat yazısında bunun nedenlerini yazıyor sonra. “Üsküdar” deyince Kemal Özer’in aklına “mezarlık”, Memet Fuat’ın aklına ise “çalışmak zorunda olan yoksul insanlar”gelmiş. Gerçeklik, düş bahsinde anlaşamıyorlar. Turgut Uyar’ın aktardığına göre, Memet Fuat, “Geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olmayan bir kadının çocuğunu her gün evde böyle bırakacağını aklım almaz benim,” diyor yazısında.

        *

        Şiirin anlamını çözmeye kalkışmak beyhude bir çabadır. Şairin anlatmak istediği ile okurun anladığı çoğu zaman birbirini tutmaz. Şairlere sorsan, onların açıklamaları çoğu zaman okurda hayal kırıklığı yaratabilir. Turgut Uyar’ın aktardığına göre Sokrates savunmasında şöyle diyor: “Kendi yazdıkları parçalardan en güzellerini seçerek, ne demek istediklerini şairlere sordum. Çoğunun söyledikleri, orada bulunan herhangi bir kimsenin söyleyeceğinden farklı değildi.”

        Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, anlatmak istediğim şeyi André Gide'in anlattığı gibi anlatamam:

        "Şair olmak için insanın kendi dehâ­sına inanması; sanatçı olabilmek için de de­hâdan şüphe etmesi gerekir. Gerçekten kud­retli adam, birinin, öbürünü arttırdığı insan­dır."

        Diğer Yazılar