Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Son zamanlarda ne zaman sınırötesi harekât yapsak, hemen Misak-i Millî’yi hatırlayanlar çıkıyor…

        Sınırı geçip Musul’a doğru şöyle birkaç kilometre ilerleyelim, sosyal medyada ânında “Musul zaten Misak-ı Millî sınırlarının içerisindedir” deniyor. Suriye sınırında harekâta mı başlıyoruz, yine bir ağızdan şakıyorlar: “Membiç de bizimdi, Afrin de, El Bab da! İşte, Misak-ı Millî hayata geçiyor, her tarafı alacağız!”.

        Şimdi bir “güvenli bölge” tartışması var ya… Operasyonların maksadının o bölgenin içerisinde kalacağı söylenen Aynularab’ın, Dirbasiye’nin, Resulayn’ın, Malikiye’nin ve daha başka köylerle kasabaların terörden temizlenmesi olduğu hatırlara gelmiyor; aynı şekilde Misak-ı Millî’den bahsediliyor. Bütün bu operasyonların toprak kazanmak değil, sınırlarımızı güvenli hâle getirmek için yapıldığını, üstelik Türkiye’nin bunu ısrarla vurguladığını ve bunun dışında bir talebin olmadığını hatırlayan yok!

        Misak-ı Millî’nin aslında ne olduğu bizde pek bilinmez ve geniş bir kesim, bu tarihî metni bambaşka bir şeymiş gibi düşünür…

        Genellikle “uluslararası bir anlaşma” olduğu zannedilir, bütün çabamıza rağmen bu anlaşma ile kazandığımız haklarımızı bir türlü elde edemediğimize inanılır, Musul’u, 12 Ada’yı vesair yerleri topraklarımıza katamadıkları için başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere o devirdeki devlet büyüklerini suçlayanlar da çıkar…

        Halbuki hakkında hâlâ büyük emeller beslenen Misak-ı Millî öyle uluslararası bir anlaşma, yabancı devletlerle zor pazarlıklar neticesinde ortaya çıkmış bir metin falan değil, tek taraflı bir temenni belgesidir! Osmanlı İmparatorluğu’nun son Meclisi tarafından 28 Ocak 1920’de kabul edilen ve o zaman “Ahd-ı Millî” denen bu altı maddelik bildiri sadece bizi alâkadar eden bir niyet belgesidir, gerçi İstiklâl Harbi’nin kazanılmasında manevî bakımdan büyük rolü olmuştur ama hukukî olarak başka milletleri alâkadar eden bir özelliği yoktur. Dostu yahut düşmanı değil, sadece bizi bağlar!

        Dolayısı ile “Musul, Ege Adaları, falanca yerler, filânca topraklar Misak-ı Millî’ye göre bizimdi ama aldatıldık, kandırıldık, cephede kazanıp masada verdik” diye feryad etmek kadar “Suriye’ye giriyoruz, bu iş tamamdır, Türkiye nerede ise bir asır sonra Misak-ı Millî’yi uygulamaya çok şükür karar verdi” diye düşünmek de abestir ve bunlara inananların sadece birer tarih cahili olduklarını ortaya koyar!

        ANLATAYIM, KARAR SİZİN!

        Ortadoğu’daki eski topraklarımızdan bazılarına yeniden sahip olacağımıza gün geçtikçe daha fazla heveslenenlerin çıktığını gördükçe, seneler önce Aziz Nesin’den işittiğim bir sözü hatırlarım…

        Daha önce de yazmıştım, tekrar anlatayım…

        1980’li senelerde Kahire’de yaşıyordum… Kahire Havaalanı, o devirde normal pasaport taşıyan Türkler için bir azap ve çile mekânıydı! Mısırlılar, Türkler arasında bir hayli uyuşturucu kuryesi bulunduğu gerekçesi ile Kahire’ye gelen Türkler’in pasaportlarını toplayıp götürür, bilgisayar da henüz bilinmediği için kontroller kâğıt tomarları üzerinden yapılır, en kısa araştırma yarım saat sürer ve pasaportlar bütün bunlardan iade edilir, sahibinin Kahire’ye girmesine ondan sonra izin verilirdi…

        Hiç unutmam: Bir iş için İstanbul’a gelmiştim ve Kahire’ye dönüyordum. Havaalanında, Aziz Bey ile karşılaştım. Beş karış suratla bir koltuğa oturmuş, elinden aldıkları pasaportunu getirmelerini bekliyordu…

        Basın bürosunu devreye soktum, pasaportunu bulup giriş muamelesini yaptırdık ama asıl rezalet o zaman ortaya çıktı: Dünya Yazarlar Birliği’nin Kahire’de yapacağı kongreye davet edilmişti, havaalanında karşılayıp oteline götüreceklerini söylemişlerdi ama gelen-giden yoktu! Zira kongre iptal edilmiş, üstelik iptali haber vermeyi bile akıl edememişlerdi ve Aziz Bey havaalanında kalakalmıştı... Hattâ elinde resmî bir davet mektubunun bulunmasına rağmen o bitmez kontrol için pasaportunu da almışlardı!

        Dede dostum Aziz Bey ile Zemalek’teki evime gittik, o gece bende kaldı, misafirini kapıda bırakan Yazarlar Birliği’ni ertesi sabah arayıp vaziyeti izah ettik, geldiler ve üstadı binbir özürle alıp Marriot Oteli’ne yerleştirdiler.

        Her gün yürüyüş yapmak âdetiymiş, bende kaldığı gün akşama doğru “Gel, biraz yürüyelim” dedi ve Zemalek’in 26 Temmuz Caddesi’nde dolaşmaya başladık. Ellerini arkasına bağlamış vaziyette ağır adımlarla yürürken gayet dikkatli şekilde etrafı süzüyordu. Bir ara caddenin üzerindeki o senelerin meşhur pastahanesi “Simons”ta çay içtik, cebinden katlanmış bir kâğıt çıkarttı ve ve yaşı gereği kendisine daha kolay gelen eski harflerle bazı notlar aldı…

        Sonra bana döndü, ve “Buraları iyi ki kaybetmişiz!” deyiverdi!

        Şaşırdım, “Neden?” diye sordum, “Neden olacak?” dedi; “Düşünsene, buralar hâlâ bize ait olsa idi, sokaktaki bu adamların hepsi şimdi vatandaşımızdı. Ne işe yarayacaktı ki? Şu sefalete bak! İyi ki kaybetmişiz!”…

        Aziz Bey’in kanaatine katılır veya katılmazsınız… Ben, şimdilerde kapıldığımız her fetih hülyasından sonra hatırladığım bir hatıramı naklediyorum...

        Diğer Yazılar