Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        MİLLİ İstihbarat Teşkilatı dün FETÖ’nün son derece kritik olduğu söylenen 6 ismini bir operasyonla Balkanlar’dan Türkiye’ye getirdi. Peki bu operasyon ne kadar öncesine uzanıyor? Bu isimler ne zamandır Balkanlar’da? İçlerinde en kritik olan hangisi? Ve yakalanmış olmaları örgüt için ne anlama geliyor?

        Bu soruların peşine düştüm ve şu cevaplara ulaştım:

        Yakalanan isimlerle ilgili soruşturmalar 15 Temmuz sonrasında açılmış. 3’ü Türkiye’den 15 Temmuz sonrası firar etmiş. Her birinin örgüt içinde çok kritik görevleri var ancak anladığım kadarıyla en dikkat çekici olan Osman Karakaya. Karakaya’nın Ergenekon davaları sürecinde İstanbul Adli Tıp Kurumu’nda örgüt lehine sahte belgeler üreten isim olduğu bilgisi var.

        Bu 6 isimle ilgili süreç bundan 1 yıl önce başlamış. Önce yerleri tespit edilmiş, sonra da ilgili birimlerle bağlantıya geçilmiş. Balkanlar’da Türkiye’nin ağırlığının çok fazla olduğu ve son dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özellikle buradaki etki gücünü artırdığını hatırlatmak gerek.

        Balkanlar’da böyle bir operasyonun yapılmasının FETÖ mensupları açısından farklı bir anlamı ve vahameti var: Türkiye’den Yunanistan’a kaçanlar oradan Balkanlar’a geliyor, bu bölgeyi bir istasyon olarak kullanıyor, maddi destek buluyor ve Avrupa’nın çeşitli yerlerine dağılıyorlardı. Şimdi bu döngüye bir darbe vurulmuş oldu. Bir de Türkiye’nin böyle operasyonlar yapıyor olması, birçok ülkedeki FETÖ mensubunu tedirgin ediyor. Dünyanın dört bir yanına dağılanların yakalanma korkusu artıyor.

        ***********

        TACİZ ETME ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN MÜCADELE EDENLER

        “BENİM içimdeki hayatın sesi senin içindeki hayatın kulağına ulaşamaz. Yine de kendimizi yalnız hissetmemek için konuşalım.”

        Halil Cibran’ın bu çok sevdiğim sözü son günlerde bana anlamsız gelmeye başladı. Her birimizin içindeki hayatın sesi diğerine teğet geçiyor ve giderek konuşmak yalnızlığımızı unutturacağına, bizleri daha da yalnızlaştırıyor. Kelimeler bildiğimiz anlamlarında değiller sanki. Halbuki... Kulak vermeyi hatırlasak bu döngü kırılacak. Bulutlar dağılmaya başlayacak.

        Birbirimizden farklı olabiliriz. Bambaşka şeylere inanıp bambaşka doğruları benimseyebiliriz. Hatta birbirimizle çelişen, çarpışan şeyleri kucaklamış da olabiliriz. Ama bu birimizin diğerine saldırma hakkını doğurmaz. Tahkir etme, rahatsız etme gücünü vermez. Bugün kendini kaybetmiş hisseden bir kesim, moralsizliğin doğurduğu ruh haliyle kendi gibi düşünmeyene saldırma hakkını kendini ifade etme özgürlüğü olarak görüyor.

        O DÜKKÂNDA NELER YAŞANDI?

        Sevgili okurlarım, sizleri kendi meselelerimle meşgul etmek derdinde değilim, ancak bazen insan bir meseleyi en doğru şekilde kişiselden yola çıkarak tarif edebilir. O nedenle onlarca çarpıtmayla aylardır zaman zaman gündeme gelen bir meseleyi öznesi bizzat ben olduğum için ilk kez kendi gözlerimden anlatacağım...

        Yaklaşık bir yıl önceydi. Kahve almak için bir dükkâna girdim. Sıraya geçtim, beklemeye başladım. Önümde 3 kişi vardı. Aradan 30 saniye geçti geçmedi, kasaya yaklaşan kadın beni görünce bir anda sipariş vermek yerine çok yüksek sesle önce karşıya, sonra benim yüzüme doğru avaz avaz bağırmaya başladı.

        Şimdi lütfen beni unutun, benden hoşlanmayabilirsiniz, hatta nefret ediyor da olabilirsiniz. Ama orada bir vatandaş olarak kahve almaya çalışan bir kadın var ve dükkân hıncahınç dolu.

        BİRBİRİMİZİ SEVMEK ZORUNDA DEĞİLİZ

        Tabii bu bağırış çağırış içinde hayat durdu. Kasiyerler döndü, masalarında kahve içenler kafalarını çevirdiler. Bir kadın bağırıyor ve sırada bekleyen bir insana küfrediyor, yetmiyor o insanın minicik çocuklarına da laf ediyor. Hadi diyelim bana karşı nefretiniz var. Peki ya 4 yaşındaki küçücük çocuklara karşı kin duymak barbarlık değil midir?

        Bu büyük tahrik karşısında epey zorlandığımı itiraf edeyim. Bir yandan içimden cevap vermek geliyor, diğer yandan karşı tarafın yalnızca olay çıkarmak istediğini görüyor ve ona o kozu vermek istemiyorum. Sakince sıramı bekledim, yalnızca “Bu söyledikleriniz nefret suçu” dedim ve kahvemi alıp dışarı çıkmak için arkamı döndüm. Ancak durmadı. Ben kapıya yöneldiğimde sesi daha da yükselmişti. Bu kez de şöyle bağırıyordu: “Korktun kaçıyorsun değil mi?” Biraz önce söylediklerimi tekrarladım ve o dükkândan çıktım. (Daha sonra dükkânın kamera kayıtları açıldı ve olayların aynen böyle yaşandığı kare kare ortaya döküldü-N.A.)

        BİRLİKTE YAŞAYABİLMEYİ BAŞARMA MÜCADELESİ

        Bir kez daha gözünüzde canlandırın lütfen: Kahve almak için sıraya giren birine hayatında görmediği, bilmediği başka biri herkesin içinde hakaretler ediyor, sözlü tacizde bulunuyor, tahrik etmeye çalışıyor... Bu durum beni ilkesel olarak çok rahatsız etti. “Bunu bugün bana yapan, bu cüreti gösteren şayet elini kolunu sallayarak hayatına devam ederse yarın başkasına da aynı şeyi yapabilir” diye düşündüm ve o gün hayatımda ilk kez karakola gittim, şikâyetçi oldum.

        O zamandan beri bu insan benim üzerimden şov yapıyor. Çarşamba günü mahkemeden 1 ay 25 günlük hapis cezası aldı. Derdim kimsenin hapis yatması değil. Derdim bu ülkede kimsenin diğerini taciz edememesi, hakaret edememesi, herkesin diğeriyle asgari saygı çerçevesinde yaşamayı öğrenmesi. Birbirimizi sevmek zorunda değiliz ama birbirimize katlanmak zorundayız!

        Öte yandan bu saldırgan ve yanına topladığı arkadaşları bir tacizi savunduklarının üzerini örtmeye çalışarak baştan aşağı çarpıtmalarla dolu açıklamalar yapıyorlar. “Mücadeleye devam edeceğiz” filan diyorlar. Yani fikirlerini beğenmediklerine yolda görünce hakaret etme, onları taciz ve tahkir etmeye devam edeceklerini beyan ediyorlar.

        Sonra da utanmadan hukuktan, adaletten bahsediyorlar...

        ***********

        SU GİBİ BİR FİLM

        HEM “3 Billboards Outside Ebbing Missouri” hem de “Phantom Thread”de büyük hayal kırıklığı yaşadığım için bu yılın Oscar filmleri ile arama mesafe koymuş ve “en iyi film” ödülünü alan “Shape of Water”ı izlemeyi ertelemiştim. Biraz da fantastik olması beni itiyordu. Oldum olası bilimkurguyla barışamamışımdır.

        Geçen akşam başucumda bekleyen filmi nihayet seyrettim. Daha doğrusu içtim, filmin içinde kayboldum. Guillermo del Toro’nun yarattığı atmosfer, Sally Hawkins’in olağanüstü oyunculuğu ve masallarda olabilecek, gerçeküstülüğünü gözümüze sokan bir aşk öyküsü... Hele banyoyu sular içinde bıraktıkları o şairane sahne! Son yıllarda “La La Land”den sonra izlediğim en romantik, en saf filmdi. İçindeki çocuğu hatırlamak isteyenlere tavsiye ederim...

        Diğer Yazılar