Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        NATO’nun Madrid zirvesinin ardından yeniden şekillenen stratejik konsepti konuşmaya devam ediyoruz.

        Elbette daha fazla konuşmamız gereken Türkiye’nin bu düzenlemedeki yeri ve rolü.

        Zirve sonrasında pek çok uluslararası analiz ve haber, ülkemizin süreçten karlı çıktığını söylerken, manevra alanımızı koruduğumuza da dikkat çekiyor.

        Yani elimizdeki stratejik kartı kimilerinin iddia ettiği gibi kolayca harcayıp geçmiş değiliz.

        Kuşkusuz Finlandiya ve İsveç’le ilgili itirazlarımızın ardından ortaya çıkan durum, pek çok bakımdan bir geçiş süreci.

        Ankara, öncelikle NATO’dan kopmak gibi bir niyetinin olmadığını beyan etti. Bunun yanı sıra, sınırlarını genişlemeci bir yaklaşımla yeniden tanımlayan ittifakta, kendisine yönelik tehditleri ve beklentilerini kayda geçirdi.

        Soru çok açık.

        Endişelerimizin giderilmesi için NATO’nun gerçek patronları ne yapacak. Cevabı Türkiye’nin ittifak içinde nasıl tanımladığını da ortaya koyacak.

        Bu tek taraflı bir süreç değil kuşkusuz. Bu “yer gösterme”ye bizim nasıl karşılık vereceğimiz de belirleyici olacak.

        TÜRKİYE DIŞLANIYOR MU?

        Burada öncelikle bakılması gereken başlık, NATO’nun genişleme politikasının ne anlama geldiği.

        Avrupa’nın doğusunda yerleşimini genişleten ittifak, Ukrayna sonrasında iki aday ülkeyle kuzeyde Rusya’ya karşı yeni bir hat çizdi.

        İster bu hattan bakalım, ister haritada Karadeniz’e doğru inelim, isterse de Yunanistan’ın bize karşı kışkırtılmasına bakalım.

        Fark etmiyor.

        Bu genişlemenin jeopolitik açıdan lehimize şekillendiğini söylemek mümkün mü?

        Dışlanmak mı, yeni bir yer mi?

        En azından önümüzdeki 30 yılı ilgilendiren sorular bunlar.

        NATO’NUN KÜRESEL ARAYIŞLARI

        Bir de şuradan bakalım.

        NATO sadece üyeler üzerinden sınırlarını genişletmiyor. Bu alanı sağlama alıp, küresel ölçekte yeni bir ilişki ve egemenlik zemini arıyor.

        Fakat bu devasa alanda istediği etkinliği yakalaması bir yana, kendi içindeki fay hatları hafife alınamayacak düzeyde.

        Görkemli imaj çalışmaları ve “birimiz hepimiz için” benzeri sloganlara rağmen bu çatlakları kapatmak mümkün olmuyor.

        AB’nin ana aktörlerini küresel emellerine entegre etmiş görünen Atlantik aklı, sahiden istediğini alabilecek mi?

        AB’nin üç büyüğü, dinamik ve uyumlu bir parçası olabilecek mi bu yeni düzenin?

        Mesela Fransa’da Macron’un parlamento seçimlerinde yaşadığı yenilginin, bunlardan bağımsız olduğu söylenebilir mi?

        Öte yandan Doğu Avrupa üzerinden yeni lider ülkeler olarak sahaya sürülen Polonya ve Litvanya bu yükü taşıyabilecek mi?

        Konsept açıkça ilan edildi. Rusya NATO ittifakının “demokratik zaafları”nı kullanarak yıkıcı bir tehdit oluşturuyor. Bunun askeri olmaktan öte başlıkları olduğu da malum.

        İttifak, bir yandan da Hint-Pasifik hattında ayaklarını sağlam basmak istiyor. Karşısında Rusya, Hindistan ve Çin birbirine hayli kenetlenmiş durumda. Tam da bu nedenle Madrid'de Avustralya, Japonya ve Yeni Zelanda vardı.

        ANKARA VE LONDRA

        Tüm bunların ortasında Türkiye nerede duruyor ve nasıl bir dengenin parçası olacak.

        Rusya-Ukrayna arasında oynadığımız denge rolünün diplomasiden tahıl koridoruna kadar stratejik açılımlarla ilerlemesi elbette tesadüf değil.

        ABD, Afganistan’dan çekildi. Irak’ta durum benzeri. Başka bir ifadeyle NATO’nun yeni resmi sınırlarının doğusunda aktif olarak yer almıyor.

        Aynı durumu Birleşik Krallık için söylemek mümkün değil elbette. Ortadoğu’yu düzenleyen gücün, halihazırda buradaki varlığını önemli ölçüde koruduğu herkesin malumu.

        Madrid'de Cumhurbaşkanı Erdoğan’la Boris Johnson arasında geçen kareleri de buna ekleyebiliriz.

        Doğu Akdeniz’de ve Afrika’daki varlığımızdan Fransa’nın ne denli rahatsız olduğunu da hatırlayalım.

        Bu tabloyu zenginleştirelim.

        İkinci Karabağ savaşında oynadığımız rol ve Azerbaycan’la ittifakımız.

        Kafkaslar ve kısmen de olsa Orta-Asya’daki varlığımız, bu durumun Rusya’yı dengeleyecek bir dinamik olarak NATO açısından değeri.

        Ermenistan’la aramızda yürüyen yeni diplomatik zemin.

        İsrail’le ilişkilerin normalleşmesi. Mısır’la benzeri bir sürecin devam etmesi.

        Geriye şu kalıyor.

        Türkiye’nin ister Şanghay İşbirliği Örgütü, isterse BRICS beşlisi zemininde, hatta Pakistan’dan Endonezya’ya kadar uzanan alanda ticari dinamikler üzerinden etkinliğinin artması.

        İslam dünyasının en kalabalık nüfuslarının yer aldığı bir hattan söz ediyoruz bir başka ifadeyle.

        Bu dengenin oluşmasından daha zor olan yönetilebilmesi elbette.

        Böyle bir tanımla Türkiye’nin gerek kendisini doğrudan ilgilendiren sorunlarda (en başta Kürt sorunu), gerekse Filistin gibi kilitlenmiş başlıklarda eli çok daha güçlü olabilir mi?

        Bunu da bir sonraki yazıda tartışalım izninizle.

        Diğer Yazılar